004 Allahü teâlâ'nın Sıfatları 005 Zâtının ne aynıdır, ne gayrıdır 011 Büyük ve Küçük Günahların Affı 016 İmâmın/emîrin zâhir ve açıkta olması gerekir Mukaddime1Hamd olsun o Allahü teâlâ'ya ki, zatının yüce ve sıfatlarının kâmil oluşu itibariyle tektir, vasıflarındaki büyüklük bakımından eksikliğe delâlet eden şaibe ve emmarelerden münezzehtir. Salat (ve selâm), açık delillerle ve parlak (mucize ve) açıklamalarla te'yid edilen peygamberimiz Muhammed'e, hak yolun rehberleri ve savunucuları olan âl ve ashabına olsun. Şübhe yok ki, şeriatın ve (dinî) hükümlerin aslı, İslâm akaidindeki kaidelerin esasi, “kelâm” adını alan (ve müslümanları) şübhecilik karanlığından, vehim kötülüğünden kurtaran “Tevhid ve Sıfat ilmi”dir. İslâm âlimlerinin önderi, din ve diyanetin yıldızı imâm - Allahü teâlâ, selâmet yurdu olan cennetteki derecesini daha da yüceltsin - Ömer Nesefî (ö. 537/ 1143])'nin Akâid (Metnu'l-Akâid/Akâidu'n-Nesefiye) isimli kısa eseri, bu ilmin eşsiz cevherlerini ve faydalı incilerini muhtelif bölümler içinde ihtiva etmektedir. Bu bölümler son derece tertibli ve düzenli, azamî şekilde intizamlı ve özet olmakla beraber (dini sahada yakinî ve) kesin bilgi sahibi olmak için birer öz ve cevherdir de. Bu eseri, mücmel konuları tafsil ederek, anlaşılması güç yerleri açıklayarak, kapalı ve dürülü kısımlarını ortaya sererek ve gizli yönlerini izah ederek, şerh etmeye gayret ettim. Bununla beraber, özetleme ve düzenleme işini yaparken sözleri esas maksadına yönelttim; açıklamalarda ana gayeye işaret ettim; meseleleri zihinlere yerleştirdikten sonra araştırdım; delilleri, bütün açıklığı ile ortaya koyduktan sonra inceledim; maksatları sergiledikten sonra izah ettim; özetleme ve kısaltma işiyle birlikte faydalan çoğalttım; uzatma ve usandırma işini bir yana bırakarak sözü kısa kestim; çok kısa ve nıübhem, çok uzun ve anlaşılmaz şekilde yazı yazmaktan uzak kaldım. Doğru yola ileten Allahü teâlâ'dır. Hatadan korunmak ve doğrudan ayrılmamak hedefine ulaşmak O'ndan istenir. O bana yeter, ne güzel velîdir O. 2DİNİ HÜKÜMLER VE İLİMLERDinî ve şer'i hükümlerin bazıları, amelin (yapılış biçimi ve) keyfiyeti ile ilgilidir. Bunlara “fer'î ve amelî hükümler” denir. Diğer bazıları akidelerle (ve inanma şekliyle) ilgilidir. Bunlara da “aslî ve itikadı hükümler”adı verilir. Birinci nevi hükümleri ilgili ilme, “İlmu'ş-şeriat ve İlmu'l-ahkâm” ismi verilir. Böyle denmesinin sebebi, bu çeşit hükümlerin sadece şer'î ve dinî kaynaklardan çıkarılmış olmasıdır. “Dinî ahkâm”, denilince ilk akla gelen sadece bu nevi hükümlerdir. İkinci çeşit hükümlerle ilgili olan ilme, “İlmu't-tevhid ve's-sıfat” denir. Burada incelenen en meşhur bahsin ve en şerefli maksadın Tevhid ve ilahî sıfatlar oluşu, bu isimlendirmeye sebep olmuştur. İlk müslümanlardan ashab ve tabiûn (radıyallahü anhüm), akidelerinin temiz olmaları, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) le sohbet etme bereketinden feyz almaları, O'nun çağına yakın bir zamanda yaşamaları, hadis ve ihtilafların az oluşu, güvenilir din âlimlerine başvurma imkânına sahip olmaları sebebiyle, bahis konusu iki ilmi tedvin etmeye, bölümlere ve kısımlara ayırarak tertibe koymaya, esas fer'î maksatlarını anlatmaya ihtiyaç hissetmemişlerdi. Nihayet bu hal böyle giderken müslümanlar arasında fitne çıktı (Cemal ve Sıffin savaşları meydana geldi). Din âlimlerine karşı gelmeler umumî bir hal aldı. Görüşler arasında ihtilaflar belirdi. Bid'at, hevâ ve hevese meyletme durumu ortaya çıktı. Fetva ve vakalar çoğalarak önemli işlerde din alimlerine müracaatta bulunma vaziyeti hasıl oldu. İşte o zaman âlimler nazar, istidlal, ictihad, istinbat, kaide ve esaslar sergileme, kısım ve bölümler tertipleme, delillere dayanarak meseleleri çoğaltma, itirazları cevaplarıyle birlikte ortaya koyma, ıstılah ve tabirleri belirleme, mezhep ve ihtilafları açıklama işiyle meşgul oldular. Mufassal ve muayyen delillerden çıkarılan amelî hükümlerden bahseden ilme: “Fıkıh”, dinî hükümlerin kaynağı olan delillerden ana hatlarıyle bahseden ilme: “Usulu'l-fıkıh”; itikadî hükümleri, delillerine dayanarak anlatan ilme “Kelâm” adını verdiler. 3KELÂM İLMİNİN DOĞUŞU1. Kelâma, Kelâm Denilmesinin Sebebi Kelâmcılar, itikadî konuları tartışırken söze “el-kelâm fi keza ve keza” (Şu konudaki kelâm şöyledir), şeklinde başlarlardı (Bundan dolayı en çok kullandıkları bu cümledeki ilk kelime bu ilmin özel ismi haline gelmiştir). 2. Kelâm meselesi (ve Allah'ın Kelâm sıfatı) bu ilmin en fazla meşhur olan ve en çok tartışma ve çekişme konusu idi. Hatta mütegallibeden biri, “Kur’ân mahlûktur” demedikleri için hak ehli olanlardan bir çoklarını öldürtmüşdür (Me’mûn, Mu’tasım, Vâsık zamanlarında Mu’tezile kelâmı Abbasî Devleti'nin resmî inancı haline gelmiş ve Hanbeliler şiddetli baskılara maruz kalmışlardı). 3. Şer'î meselelerin hakikatini araştırırken ve hasımları sustururken bu ilim, insana kelâm, yani konuşma gücü verir. Bu bakımdan kelâm, mantıkın felsefî ilimlerdeki yeri gibi (İslâmi ilimler içinde) bir yer tutar. 4. Öğretilmesi ve öğrenilmesi farz olan ilimlerin ilki sadece kelâmla, yani sözle öğrenilir. Bunun için bu ilme kelâm ismi verilmiştir. Daha sonra özellikle akâid ilmine bu isim verilmiş, aradaki fark görülsün diye" öbür ilimlere bu isim verilmemiştir. 5. Kelâmın mahiyeti ve hakikati, iki tarafın ortaya atacakları sözler ve tartışmalarla anlaşılır. Halbuki öbür ilimlerden bazılarının mahiyeti düşünülmek ve kitap okumakla da anlaşılabilir. 6. Kelâm en çok ihtilaf edilen ve çekişme konusu olan bir ilimdir. Bu sebeple muhaliflerle konuşmaya yani kelâm etmeye ve onları reddetmeye şiddetle ihtiyaç göstermektedir. 7. Kelâmdaki delillerin kuvveti sayesinde sanki, “Söz, bu sözdür, bilinen diğer sözler değil!” denilmiş olmaktadır. Nitekim iki söz-den daha kuvvetli olanı için, “İşte kelâm budur!” denir. 8. Kelâm, çoğu sem'î ve nakli deliller tarafından da desteklenen kesin delillere dayanmaktadır. Onun için kalbte en fazla tesir yapan ve oraya nüfuz eden ilim budur. Bundan dolayı, yaralamak manâsına gelen, “ k l m “ kökünden türetilen “kelâm” sözü bu ilme isim olarak verilmiştir (Bu sekiz sebepten biri veya birkaçı dolayısıyle bu ilme kelâm adı verilmiştir. Bu hususa bütün kaynaklarda işaret edilmektedir). Kudemâ, denilen eski kelâmcıların anladığı kelâm budur. Bu kelâmdaki ihtilaflı konuların çoğu İslâm fırka ve mezhepleriyle, özellikle Mu’tezile ile ilgilidir. Zira sünnetin ve hadislerin zahirinden anlaşılan manâ ve sahabe topluluğunun itikad konusunda üzerinde yürüdüğü yol hususunda ihtilafla ilgili kaidelerin esaslarını kuran Mu’tezile olmuştur. Bu hadise şöyle vukua gelmiştir: Mu’tezilenin reisi Vâsıl b. Ata (ö. 131/748) Hasan Basrî (ö. 110/728) nin ders halkasından ayrılmış, mürtekib-i kebîre (büyük günah işleyen)nin ne mü'min ne de kâfir olduğunu anlatmaya başlamış, iki menzile (iman -küfür) arasında bir menzilin var olduğunu kabul etmiş, bunun üzerine Hasan Basrî, “Vasıl bizden ayrıldı” (Kad i'tezele Vâsilün annâ) demiş, bundan dolayı ona ve etrafında toplananlara Mu’tezile adı verilmişti. Mu’tezile mensupları kendilerine, “Ehlu'l-adl” ve “Ashabu't-tevhid” gibi isimler vermişlerdir. Bunun sebebi “itaat edene sevap, isyan edene ceza vermek Allahü teâlâ için zarurîdir” demeleri ve Hakk teâlâ'dan, kadım ve ezeli sıfatların varlığını reddetmeleridir. “Üç Kardeş” Meselesi ve Ehl-i Sünnet Kelâmının Doğuşu Daha sonra Mu’tezile kelâm ilmine genişlemesine ve derinlemesine dalmış ve temel konuların bir çoğunda filozofların eteklerine sarılmıştır. Böylece mezheplerinin yayılması Ebu'l-Hasan Eş'arî (radıyallahü anh) (ö.330/941) ile Hocası Ebu Ali Cübbâî (ö. 303/915) arasında geçen şu hadiseye kadar devanı etmiştir: Eş'arî: Üç kardeş var. Biri ibadet ve itaat halinde, diğeri isyan ve günah içinde, üçüncüsü de çocuk yaşta iken öldü. Bunlar hakkında ne dersiniz? Cübbâî: İlki, mükafat olarak cennette, ikincisi ceza olarak cehenneme girer, üçüncüsü ne mükafat ne de ceza görür. 4Eş'arî: Üçüncüsü, “Ya Rabbi, beni neden çocuk yaşta öldürdün de büyüyene kadar yaşatmadın? Büyüseydim sana iman ve itaat eder, böylece ben de cennete giderdim”, derse, ona ne cevap verilir? Cübbâî: Rab ona der ki: “Ben haline bakarak şunu bildim: Büyüyene kadar yaşasaydın günah işleyecek ve bu sebeple cehenneme gidecektin. Senin menfaat ve maslahatına en uygun ( eslâh) olan küçükken ölmendi”. Eş'arî: Eğer ikincisi, “Ya Rab, neden beni küçükken öldürmedin? Öyle yapsaydın sana âsi olmaz ve böylece cehenneme girmezdim”, derse Rab ne cevap verir? Bu soru üzerine Cübbâî şaşırdı ve cevap veremedi. Eş'arî de Mu’tezile mezhebinden ayrıldı. Bundan sonra o ve ona tâbi olanlar, Mu’tezilenin görüşlerinin bâtıl olduğunu gösterme, hadiselerde anlatılan hususların ve Ehl-i sünnet ve'l-cemaatın yürüdüğü yolun doğru olduğunu ispat etme işi ile meşgul oldular. Ondan dolayı da “Ehl-i sünnet ve'l-cemaat” adını aldılar. 5FELSEFENİN KELÂMA GİRİŞİFelsefe, Arapçaya nakledilip Müslümanlar onunla meşgul olmaya başlayınca; âlimler, Şeriata muhalif olan konularda filozofları reddetmeye koyuldular. Bunun neticesinde, maksatlarını iyice kavrayıp iptal etmek için bir çok felsefî meseleyi kelâm'a karıştırdılar. Bu durum onları, felsefenin tabiiyyât ve ilahiyat (fizik ve metafizik) kısımlarınin büyük bir bölümünü kelâm ilmine ithal etmeye sürükledi. Daha sonra riyazi (matematik) ilimlere de daldılar. Öyle ki, kelâm “Sem’ıyyât” bahsini ihtiva etmezse, hemen hemen felsefeden ayırt edilmez ve seçilmez hale geldi. İşte bu da Muteahhirûn (sonrakiler) in kelâmıdır. Kelâm, en şerefli bir ilim (eşrefu'l-ulûm)dur. Zira şer'î hükümlerin esası ve dinî ilimlerin başı odur. İslâm'ın akideleri hakkında onda bilgi verilir. Gayesi ise, hem dünya hem de âhiret saadetine nail olmaktır. Bu ilimdeki delillerin çoğu, sem'î ve nakli delillerle de te'yid edilen kat'î (burhan, hüccet) delillerdir. Kelâmın kötülenmesi ve okunmasından menedilmesi hakkında seleften (ve ilk din âlimlerinden) nakledilen hususlar; sadece dinde taassub gösteren, yakîni (kesin ve sağlam) bilgiler tahsil etme ehliyetine sahip olmayan, müslümanların akidelerini bozma gibi bir maksat peşinde koşan ve aslında ihtiyaç duyulmayan (derin gamız, mu'ğdıl ve) anlaşılması güç felsefi konulara dalan kimseler için söz konusudur. Aksi halde farzların aslı ve teşri kılınan hususların esası olan bir hususun öğrenilmesinden menedilmesi nasıl düşünülebilir? Kelâm ilminin temeli, sonradan olan (muhdes, hadis ve mahlûk) şeylerin var oluşu ile sanî'in (ve Allah'ın) varlığına, birliğine, sıfatlarına ve fiillerine istidlal, (eserden sanatkâra, neticeden sebebe, malulden illete intikal) etmek ve daha sonra diğer semi (naklî ve dinî) konuların. ispatına geçmek olduğu için, (Ömer Nesefî tarafından bu) kitabın ayn ve araz (madde-cisim, özellik-nitelik) nevinden olmak üzere müşâhade edilen varlığa ve bunlar hakkındaki insan bilgisinin doğru ve gerçek olduğuna işaret edilerek başlatılması münasib düşmüştür. Böylece esas ve en önemli maksadın bilinmesini sağlamak için bu hususlar araç olarak kullanılmak istenmiştir. |