Geri

   

 

 

İleri

 

8 METİN

Allahü teâlâ, insana gücünün yetmediği şeyi teklif etmez. Teklif-i mâ-lâ-yutak câiz değildir.

İster aslında imkânsız olan bir şey olsun, meselâ “iki zıddin bir araya getirilmesi” gibi, isterse aslında mümkün olan fakat insanın imkânı haricinde bulunan bir şey olsun, meselâ “cisim yaratmak” gibi, bir şeyle Allahü teâlâ insanları mükellef tutmaz.

Allahü teâlâ, aksini bildiği için veya aksini irâde ettiği için, vukua gelmesi imkânsız olan “kâfirlerin iman,” “asinin itaat” haline dönmesi gibi konulara gelince, bu gibi yerlerde teklifin vukuu hususunda ihtilaf yoktur. Zira bu, zatına nisbetle mükellefin makdûrudur, gücü dahilindedir. “Allahü teâlâ, kimseye gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmez” buyrulduğu için, gücünün dahilinde olmayan bir şeyin insana teklif edilemeyeceği konusunda ittifak vardır. (Allahü teâlâ'nın meleklere hitaben) “Bunların isimlerini bana haber verin” demesi, teklif değil, ta'ciz (yani kendilerine aczlerini göstermek için)dir.

“Rabbımız, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme” âyetinde geçen “yükleme” kelimesinden maksat, “teklif” değildir. Maksat, takat getirilemeyecek (kıtlık, musibet ve hastalık gibi) arızî şeylerin getirilmesidir. (Yükleme sözü, teklif etme, manâsına gelmemektedir. Maksat, hastalık, felaket ve kıtlık gibi takat getiremeyeceğimiz şeyleri başımıza getirme, demektir).

Burada tartışma konusu olan (bu gibi şeylerin vukuu değil), vukua gelmesinin mümkün olup olmaması meselesidir. Mu’tezile “akli çirkinlik” prensibine dayanarak bunu imkânsız görmüş, Eş'ari ise, Allahü teâlâ'dan olan hiç bir şey çirkin olmaz” esasına istinad ederek bunu mümkün görmüştür.

Mu’tezile bazan, Allahü teâlâ, hiç bir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle mükellef tutmaz” (Bakara, 2/286), âyetini delil getirerek, bu hususun imkânını prensip olarak ve esastan reddetmiş ve meseleyi şu şekilde ortaya koymuştur: “Bu. husus mümkün olsa, vukua gelmesinin farzedilmesi imkânsız olmaması lazım gelirdi. Neticesi imkânsız olan bir şeyin sebebinin de imkânsız olması zaruri olarak lazım gelir. (Lâzımdaki imkânsızlık, zarurî olarak, melzûmun da imkânsız olmasını icab ettirir). “Lüzumun” manâsı ancak bu şekilde gerçekleşir. Fakat bu husus vaki olsa Allahü teâlâ'nın - haşa - yalan söylemiş olması gerekirdi ki, bu da imkânsızdır.

Vukua gelmemesi için Allahü teâlâ'nın ilminin, irâdesinin ve ihtiyarının taalluk ettiği her bir şeyin imkânsızlığının beyan edilmesindeki nükte (düzenli kaide ve problem) bu olup, halli şöyledir:

Meselenin çözümü: “Hadd-i zatında mümkün (mümkün li-zatihi) olan bir şeyin vukua gelmesinin farz edilmesi, imkânsızlığı gerektirmez”, şeklindeki görüşü kabul etmiyoruz. Bu durum, başkası sebebiyle imkânsızlığı ortaya çıkmayan (ve kendisine imtina' bi’l-gayr, yani -gayrihi müstahil olma durumu arız olmayan) hususlarda zaruridir. Böyle olmayan durumlarda muhal (ve irnkânsızlığ) in lazım gelmesi, başkası sebebiyle imkânsız olan şeyler için mümkün olur.

(Yani bir şey, bizatihi mümkün olunca, onun vukuunu farzetmek imkânsız olmaz. Ama bir şey hadd-i zatında mümkün olur da başka bir sebep dolayısiyle imkânsız olursa, o şeyin vukuunu, sırf “başkası”, sebebiyle imkânsız farz etmek câiz olur, zaruri olmaz. Meselâ, “Allah'ın insana gücünün yetmeyeceği bir şey teklif etmesi”, hadd-i zatında mümkün, fakat başka bir faktör sebebiyle imkânsızdır. Bu, bi-nefsihi mümkün, bi-gayrihi mümtenidir), “Başka bir faktör” don maksat böyle bir şeyin vukûunun farz edilmesi halinde, Allah'ın, -haşa- yalancı olması gerekmesidir).

(Böyle bir gereklilik meydana gelmese, güç yetmeyen bir şeyin vukûunun farzedümesi pekâlâ mümkündür). Baksana, Allahü teâlâ kudreti ve iradesiyle âlemi icad ettiği halde, âlemin yokluğu hadd-i zatında mümkündür. Halbuki âlemin yok oluşunun vukuunu farzetmek, ma'îûlün, tam olan illetten (neticenin, eksiksiz olan sebepten) sonraya kalmasını icab ettirir. Bu ise imkânsızdır. Velhasıl, aslında mümkün olan bir şeyin vukümm farz edilmesinden, o şeyin zatına nazaran imkânsızlık lazım gelmez. Zatı üzerine zait bir şey sebebiyle imkânsızlığı gerektirmesine gelince, biz bunun imkansızlığı gerektirmediğini kabul etmiyoruz.

“Bir kişinin başka birini dövmesinin akabinde dövülen şahısta meydana gelen elem, bir insanın kırma fiilinin ardından camda vücûda gelen kırılma ve bunun benzeri şeylerin hepsi, Allahü teâlâ'nın yaratması iledir.

Bu tarifte, “kırma-kırılma, döyme-elem” gibi kayıtların konulması, bu meselenin, acaba insan irâdesinin bu gibi işlerde rolü ve tesiri var mıdır, yok mudur şeklindeki ihtilafa konu olmasının sıhhatim temin içindir. (İnsandan gelmeyen elem ve kırılma fiillerinin Allahü teâlâ tarafından yaratıldığı ve bunda insan irâdesinin tesirli olmadığı hususunda ihtilaf yoktur). Tarifte, “Bunun benzeri-, denilmesi de: “Öldürme fiilinden sonra meydana gelen ölüm gibi”... manâsına gelmektedir.

Bütün bunlar, Allahü teâlâ tarafından yaratılmıştır. Zira yukarda da geçtiği üzere yaratıcı sadece ve tek basma Allahü teâlâ'dır. Ve mümkün olan şeylerin tümü, vasıtasız olarak ona dayanmaktadır. Fiillerin bazılarını, Allahü teâlâ'dan başkasına isnad eden Mu’tezile şöyle demiştin “Eğer bir fiil, başka bir fiil araya girmeksizin doğrudan failden sadır olursa, buna, “doğrudan meydana gelen fiil” (mübaşeret yolu), böyle olmayan fiillere de “dolaylı olarak meydana gelen fiil” (tevlid yolu) denir. (Bilâ vasıta-bi’l-vasita, direkt-endirekt meydana gelen fiillerden Mu’tezile tevlid nazariyesini çıkarmıştır).

Tevlid ve vasıtalı fiil, “failin fiilinin diğer bir fiili gerekli kılması” manâsına gelmektedir. Anahtarın harekete geçmesini gerektiren elin hareketi gibi. (Bir kayayı yuvarlamaktan doğan bir sürü fiiller gibi). Bu duruma göre, dövmekten doğan “elem”, kırmaktan doğan “kırılma” fiilleri, Allahü teâlâ tarafından yaratılmış değildir. (Bu gibi fiiller bazı hallerde insana da nisbet edilmediği için faili olmayan bir fiil nevi ortaya çıkmaktadır). Bize göre bütün bunlar Allahü teâlâ'nın yaratmalıyladır. (Mu’tezile'nin tevlid nazariyesine göre, bir adam bir et parçasını sıcak bir yere koysa, et burada kurtlansa, bu kurtlar faili olmayan mef'ûl ve halikı olmayan mahlûk sayılmakta, Allahü teâlâ'ya da insana da isnad ve nisbet edilmemektedir).

Dövme ve kırma fiillerinden sonra ortaya çıkan neticenin yaratılmasında insanın rolü ve tesiri yoktur.

Buraya “yaratma” kaydını koymamak daha uygun olurdu. Çünkü Mu’tezile'nin “mütevelledât ve tevlid” adını verdiği fiillerin meydana gelmesinde de esas itibariyle insanın tesiri yoktur. Onlara göre mütevelledât'ın insan tarafından yaratılması imkânsız olduğu gibi, kudretin yeri olmayan (yani bedenin ve organların dışında) bir mahalde meydana gelen fiillerin insan tarafından kesbedilmesi de imkânsızdır. Bundan dolayı insan, bu gibi fiillerin husulünü önleme imkânına sahip değildir. Halbuki iradeli fiillerinde bu imkâna sahiptir.

27

4. Ecel

“Maktûl eceliyle ölmüştür.

Yani, maktul ölümü için takdir (tayin ve tesbit) edilen vakitte ölmüştür. Mu’tezile'den bazılarının, “Allahü teâlâ, onun ecelini kesmiş (ve ömrünü t“Maktul eceliyle ölmüştür”

Yani, maktul ölümü için takdir (tayin amamlamadan öldürmüştür)” şeklindeki iddiaları doğru değildir.

Delillerimiz: Allahü teâlâ, ezelî ilmine göre ve tereddüt etmeden yani bir kayda ve şarta bağlamadan insanların ecelleri konusunda hükmünü vermiş (ve ömürlerini tesbit etmiş) tir. Nakli delilimiz: “Onların eceli geldiği zaman ne bir saat geciktirilir, ne de bir saat ve an) öne alınır” (A'raf, 7/34; Yunus, 10/49; Nahl, 16/64).

Mu’tezile'nin delilleri: Nakli delil: Bazı ibadet ve taatîarm ömrü arttıracağı ve uzatacağı konusunda hadisler vardır. (“Sadaka ömrü uzatır” gibi). Aklî delilleri: Maktul eceliyle ölseydi, katil yerilmeyi, ceza görmeyi, diyeti ve kısası hak etmezdi. Zira, maktulün ölümü katilin yaratmasiyle ve kesbiyle olmamıştır.

Cevap; Allahü teâlâ ezelî ilmi ile biliyordu ki, insan, belli bir ibadeti ve taatı yapmasa (meselâ) ömrü kırk sene olacak. Fakat Allahü teâlâ, insanın o taatı işleyeceğini ve bunun sonucu olarak da ömrünün (meselâ) yetmiş sene olacağını bilmiş, (onun ömrünü buna göre takdir ederek kırk senenin) ziyadesini bu taata nisbet etmiştir. Zira Allahü teâlâ biliyordu ki, o taat olmasa, (ömründeki bu) fazlalık olmayacaktır.

İkinci itiraza cevap: Katilin ceza görmesi ve tazminat Ödemesi mecburiyeti, men edilen bir işe teşebbüs etmesinden (haddi tecavüz etmesinden) ve (sünnetullah dediğimiz) tabiat kanunları gereğince, Allahü teâlâ'nın akebinde ölümü yarattığı bir fiili kesbetmiş olmasındandır. Zira kati ve öldürme, halk ve yaratma bakımından olmasa bile, kesb yönünden katilin fiilidir.

“Ölüm, ölü ile kâimdir”

Ölüm Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Ne yaratma ne de kesb yönünden insanın bunda tesiri ve rolü yoktur. Bu manâya göre ölüm ('ademi ve bir yok olma hali değil, tersine bir var olma halidir ve onun için de) vucudîdir. “Allahü teâlâ, ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk, 67/2) âyeti bunun delilidir. Kelâmcıların çoğunluğuna göre ölüm 'ademidir, (bir yok oluş ve olma'yış halidir). “Allahü teâlâ, ölümün yaratıcısıdır”, ifadesi “takdir edicisidir” manâsına gelmektedir.

“Ecel bir ve tektir.

“Biri ölüm, diğeri öldürülme (mevt ve kati) olmak üzere maktulun iki eceli vardır. Maktul katl edilmeseydi, ölüm şeklinde vukua gelecek, eceline kadar yaşayacaktı”, diyen Mu’tezile'den Ka'bî'nin görüşü doğru olmadığı gibi filozofların şu kanâati da yanlıştır: “Bir canlının, biri tabiî diğeri ihtiramı (inkıtaa uğrayan; kesik) olmak üzere iki eceli mevcuttur.

Tabiî ecel: İnsanın yaratılışında mevcut olan hararetin sönmesi ve rutubetin çözülmesi, suretiyle ortaya çıkar. (Yaşlılık sebebiyle fizikî bünyenin fonksiyonunu yitirmesi şeklinde zuhur eder. Tıpkı yağı tükenen bir lambanın sönmesi gibi).

İhtiramı ecel: Hastalık, felaket ve ölüm kazaları şeklinde ortaya çıkar”,(Tabii ecel bir, ihtiramı ecel birçoktur)