Geri

   

 

 

İleri

 

7 METİN

23

İnsanın Fiilleri ve İrâde Meselesi

Küfür-imân, tâat-ısyân günah-sevap nevinden olan insanların fiillerinin hepsini Allahü teâlâ yaratır.

Mu’tezile'nin iddia ettiği gibi, insan, fiilinin halikı değildir. Mu’tezile mezhebinin ilk mensupları insan hakkında, hâlık (yaratıcı) tabirini kullanmaktan kaçınırlar ve hâlık kelimesinin yerine mûcid ve muhteri (icad eden, meydana getiren) gibi tabirler kullanırlardı. Cübbâî ve ona tabi olanlar, bu tabirlerin hepsinin, “bir şeyi yokluktan varlığa çıkartan,” manâsını ifade ettiklerini görünce, hâlık sözünü kullanmaya cesaret ettiler.

Hak ehli olan Sünnîler (kulun fiilini Allahü teâlâ yaratır, tezini ispat) için çeşitli deliller getirdiler:

1. Birincisi (aklî delildir): İnsan, kendi fiilinin halikı olsaydı, kendine ait fiillerin tafsilatını bilmesi lâzım gelirdi. Kudret ve irâde ile bir şeyi icad etmek için durumun böyle olması zaruridir. Halbuki lazım bâtıldır. (Yani insan yaptığı fiillerinin tafsilatını ve teferruatını bilmemektedir). Zira bir yerden diğer bir yere yürüme fiili, aralıklarda bir takım sükûn hallerinin bulunmasına, bazısı daha hızlı, öbür bazısı daha ağır bir takım hareketlerin mevcut olmasına şâmil olur. Bu nevi sükûn ve hareketleri ihtiva eder. Halbuki yürüyen zat bunun şuuruna ve bilgisine sahip değildir. (Yürüdüğünü bilir ama yürüme fiilinin teferruatını bilmez). Bu, bilgiden ileri gelen bir sehiv ve zühul de değildir. (Yani bildiği halde bir zühul ve dalgınlık eseri farkında olamıyor, denemez). Tam aksine, bu konuda kendisine bir soru sorulsa, hiç bir şey bilemez. En açık (ve en göze çarpıcı) fiilinde durum budur. Yürüme, tutma ve yakalama v.s. gibi, kasların harekete geçirilmesi ve sinirlerin gergin hale getirilmesi gibi hususlara ihtiyaç gösteren organlara ai,t insan fiili ve hareketi üzerinde düşündüğün zaman, durum daha da açıktır (Nisbeten daha gizli ve kapalı olan bu nevi fiillerinin teferruatını bilemeyeceği daha çok aşikârdır).

2. İkincisi, bu konudaki naslardır: “Sizi de yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı”' Bu âyette geçen “mâ” kelimesinin masdariyet ifade ettiği kabul edilirse, zamirin hazfine ihtiyaç olmaması için “yaptıklarınızı” sözünü “amelinizi”, şeklinde anlamak gerekir. “Mâ” kelimesi, ismi mevsûl olarak kabul edilirse, “yaptıklarınızı” sözü, “ma'mûlunuzu” (tarafınızdan yapılmış şeyi) manâsına gelir ve (insana ait) fiilleri de şümulüne alır. Zira biz: “İnsanların fiilleri Allahü teâlâ tarafından yaratılmıştır.” Veya “kul tarafından yaratılmıştır”, dediğimiz zaman, buradaki “fiil” sözü ile kelimenin, icâd ve ikâ' yani meydana getirme demek olan mastar manâsını (el-mana'lmasdari) kasdetmiyoruz. Aksine mastarla hasıl olan şeyi (yani icâd ve ikâ' manâsına gelen fiilin masdar manâsını değil, yaratma ile ortaya çıkan, ikâ' ve icâdla vücûda gelen hâsü-ı masdarı) kasdediyoruz. O da icâd ve meydana getirmenin ilgili olduğu şeydir. Bununla, meselâ müşahede edilen hareketleri ve sükûn hallerini kasdediyorum. Bu nükteye dikkat edilmediği için, bu âyetin delil olması, buramdaki “mâ” kelimesinin mastar manâsına alınması şartına bağlıdır, zannedilmiştir. (Amel ve ma'mûl ikisi bir manâya gelir). Mastar, icadın bizzat kendisidir, manevî bir şeydir, hasıl-ı mastar icâdla ortaya çıkan eserdir).

Allahü teâlâ her şeyin, yani bütün mümkünâtm yaratıcısıdır” âyeti bu konuya akıl vasıtasıyle delâlet eder. (Yani Allahü teâlâ her şeyi yaratır, ama zatı ve sıfatları bundan müstesnadır, zat ve sıfat istisna edilince, insan fiilinin de istisna edilmesi ihtimali ortaya çıkar, onun için âyet, aklın yardımı ile insan fiilinin Allahü teâlâ tarafından yaratıldığına delildir). “Yaratan yaratmayan gibi midir, hiç?”, mealindeki âyet yaratıcılıkla övünmek makamında nazil olmuştur. Zira ibadeti hak etmenin illeti ve sebebi hâlıkıyettir. (Yaratıcılık kendine has olmasa, Allahü teâlâ bu âyetle övünmezdi).

(Yukardaki aklî ve naklî delillere istinaden diyoruz ki:) o halde “insan, fiilinin halikıdır,” diyen muvahhid ve müslüman değil, müşriktir, denilemez. Zira biz, şirk, vâcibu'l-vücûd, manâsında ulûhiyette ortak kabul etmektir, diyoruz. Nitekim Mecusîlerde durum böyledir.

Veya şirk, ibadeti hak etmek manâsında Allah'ın ortağı olduğuna inanmaktır. Nitekim putperestlerde durum böyledir. Halbuki Mu’tezile böyle bir şey kabul etmemektedir. Tam tersine Mu’tezile, insanın yaratıcılığını Allahü teâlâ'nın yaratıcılığı gibi görmemektedir. Zira onlara göre insanın yaratıcılığı, Allahü teâlâ tarafından yaratılan sebep ve âletlere (yani organ, beden, kuvvet ve vasıtalara) dayanmakta, o sayede meydana gelmektedir. Buna rağmen Maveraunnehir'deki hocalar (ve kelâm âlimleri) bu meselede, Mu’tezile'nin sapıklığını iddia etmede pek fazla ileri gittiler. Hatta, “Mecusîler, (ebedî ve ilâhî) saadete yakın olma bakımından Mu’tezile'den daha iyi haldedir. Zira Mecusîler Allah'ın sadece bir tane ortağı bulunduğunu kabul ettikleri halde, Mu’tezile, sayılmayacak kadar çok ortak ve şerik kabul etti”, diyecek kadar aşırı gittiler.

Mu’tezile'nin delilleri;

1. Biz yürüyenin hareketi ile titreyenin hareketi (yani iradeli hareketlerle refleks hareketler) arasında fark bulunduğunu zarurî olarak bilmekteyiz. Birinci hareket iradeli ve ihtiyaridir, ikincisi değildir.

2. Hareketlerin hepsi Allahü teâlâ'nın yaratması ile olsa, mükellef olma, (iyi işlerden dolayı) -övme, (kötü işlerden dolayı) yerme, sevap, günah, (mükâfat ve ceza) prensibi bâtıl olurdu. Bu husus apaçıktır.

Cevap: İleri sürülen bu nevi itirazlar, esas itibariyle kesb ve ihtiyarın bulunmadığını söyleyen Cebriye için geçerlidir. Biz ise, - Allahü teâlâ izin verirse, ileride mahiyetini ve hakikatini açıklayacağımız şekilde- kesb ve ihtiyarı kabul etmekteyiz.

Mu’tezile bazan şu delile sarılır: İnsan fiilini yaratan Allahü teâlâ olsaydı, hiç şübhe yok ki, ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, hırsızlık yapan...v.s.nin O olması gerekirdi. Mu’tezile'nin bu itirazı, büyük bir bilgisizliktir. Zira bir şeyle muttasıf olan demek, o şey kendisi ile kâim olan (kendisi sayesinde var olan ve varlığını devam ettiren) manâsına gelir. O şeyi icâd eden (ve fiilen yapan) manâsına gelmez. (Ali uzadı, cümlesindeki uzama fiilini yaratan Ali değil, Allahü teâlâ'tır, ama fiil uzamaya konu olan Ali'ye nisbet edilir. Ali'deki uzama fiilini yarattı, diye, “Allahü teâlâ uzadı”, demek nasıl câiz olur?).

Mu’tezile mezhebi mensupları görmüyorlar mı ki, cisimlerdeki siyahlık, beyazlık... v.s. gibi şeylerin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğu halde, kendisi bu sıfatlarla muttasıf olmaz (Bu vasıflar ona nisbet edilerek, Allahü teâlâ siyahtır, beyazdır... denmez).

Mu’tezile'nin, ekseriya tutunduğu delillerden biri, “Ey Îsa...sen, iznimle kuş şeklinde bir şey yaratıyorsun” “Yaratıcıların en güzeli olan Allahü teâlâ ne mübarektir!” gibi âyetlerdir.

Cevap: Buradaki halk ve yaratma, takdir etmek (ve bir şeyi belli ölçülerde ve muayyen bir şekilde yapmak) manâsına gelmektedir. “İnsan fiillerinin hepsi Allah'ın irâdesi, meşiyeti, hükmü, kazası ve takdiriyledir”

Bize göre (yani kelâmcıların ekseriyetine göre) irâde ile meşiyet, aynı manâya gelen bir şeyden ibarettir. Bu husus daha evvel açıklanmıştı. Buradaki, “Allah'ın hükmü ile,” ifadesiyle “tekvin hitabına” işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.(Yani, Allahü teâlâ bir şeyin olmasını nıurad etti mi, ona, “ol” der, o da oluverir, “künfeyekûn,” hitabına işaret edilmiş olabilir).

“Allah'ın kaziyesi ve kazası”, muhkemlik ve sağlamlık niteliklerinin eklenmesiyle beraber, fiilden ibarettir. (Sağlam ve mükemmel yapılan iş kaza sözü ile ifade edilir. Allah'ın, olacak her şeyi ezelde "takdir etmesine kaza, takdir edilen şeylerin eksiksiz biçimde âlemde gerçekleşmesine kader denir).

“Küfür Allahü teâlâ'nın kazasiyle olsaydı, ona razı olmak vâcib olurdu”, denilemez. Zira kazaya rızâ göstermek farzdîr Fakat bunun lazımı ve neticesine (yani küfre ve kötü şeylere rıza göstermek) bâtıldır. Çünkü küfre rızâ küfürdür. Onun için biz diyoruz ki, küfür makzî (mahlûk olan insan fiili) dir, kaza değildir. Makzî (ve mahlûk) olana değil, sadece (Allah'ın hükmü) olan kazaya razı olmak farzdır. (Kaza, halk etmek, makzî mahlûk, demektir).

İnsan fiilleri Allah'ın takdiri (ve kaderi) iledir: Takdir, her bir mahlûku, kendisinde mevcud olan, güzellik çirkinlik, fayda-zarar, içinde bulunacağı zaman-mekân ve hakkında düzenleneceği sevap-günah, mükafat-ceza gibi sınırlarla tahdid ve tesbit etmektir. Burada (takdirden) maksat, Allahü teâlâ'nın irâdesini ve kudretini umumileştirmek (ve her şeye şâmil kılmak) tır. Zira evvelce söz konusu olan, “Her şey Allahü teâlâ'nın yaratmasiyledir”, hükmü, bir zorlama ve mecburiyet hali bahis konusu olmadan kudret ve irâdenin mevcudiyetini gerektirmektedir. (Allah'ın irâdesi ve kudreti cebir ve ikrah altında değildir. O, her şeyi kendi takdiri ve hür iradesiyle yapar ve yaratır demektir).

İtiraz: Bu duruma göre kâfir küfründe, fâsık fışkında mecbur olur. O zaman bunları iman, itaat ve ibadetle mükellef tutmak doğru olmaz.

Cevap: Şübhesiz ki, Allahü teâlâ onlardan küfür ve fışkı, bizzat kendi ihtiyarlariyle (ister ve tercihlerine bağlı olarak) irâde etmiştir. Şu halde cebir söz konusu değildir. Nitekim onların kendi ihtiyar ve tercihleriyle küfür ve fısk içinde bulunacaklarını Hakk teâlâ'nın (ezelde) bilmesinden cebir lazım gelmez. Bu durum, insanı, imkânsız olanla mükellef tutmayı icab ettirmez.

Mu’tezile, şer ve çirkin olan şeyleri Allahü teâlâ'nın irâde etmesini reddetti. Hatta şöyle dedi: “Allahü teâlâ kâfir ve fâsıktan, küfrü ve günahı değil imâm ve taatı irâde etmiş ve istemiştir”. Mu’tezile'nin zannına göre, çirkini yaratmak ve icad etmek çirkin olduğu gibi, çirkin ve kötü olan şeyleri irâde etmek de çirkin ve kötüdür.

Biz bu iddiayı reddediyoruz ve diyoruz ki: Çirkini irâde etmek çirkin değildir. Aksine çirkini kazanmak ve onunla muttasıf olmak çirkindir.

Mu’tezile'ye göre insan fiillerinin çoğu, (yani insanın refleks ve gayr-i iradi hareketleri hariç bütün iradeli davranışları) Allahü teâlâ'nın irâdesine rağmen vukua gelmektedir. (Yani Mu’tezile'nin görüşlerinden böyle bir neticenin çıkması lazım gelir). Bu ise cidden çok çirkin bir şeydir.

(Mu’tezile'nin kurucularından) Amr b. Ubeyd'ın şöyle dediği hikâye olunun “Bir Mecusîye mağlub olduğum kadar, hayatımda hiç bir kimseye yenik düşmedim. Vapurda yanımda bulunan bir Mecusîye: 'Neden îslâm olmuyorsun,' deyince, 'Çünkü Allahü teâlâ Müslüman olmamı irâde etmiyor, Allahü teâlâ Müslüman olmamı irâde edince müslüman olurum,' cevabım yerdi. Mecusîye dedim ki: 'Allahü teâlâ senin îslâm olmanı istiyor ama, şeytanların seni kendi haline bırakmıyorlar ki.

Bunun üzerine Mecusî dedi ki: 'Ben daha güçlü ve daha fazla gâlib gelen şerik ve ortakla olacağım.' (küfür, şirk, günah ve kötü fiiller işlerin çoğunluğunu teşkil eder, madem ki şu insanlara şeytan Allahü teâlâ’dan daha fazla sözünü dinletiyor, o, Allahü teâlâ’dan - haşa - daha kuvvetlidir, o halde ben daha güçlünün yanında olacağım) dedi ve beni ilzam etti, susturdu”.

Derler ki: (Mutezili) Kadı Abdulcebbar Hemedânî, Sahib b. Abbad'ın (ö. 385/995) yanma gitmiştir. (Eş'arî kelâm âlimi) Ebu îshak İsferâinî de orada idi.

Kadı, İsferâinî'yi görünce, dedi ki: “Allahü teâlâ’yı, kötü ve çirkin olan şeyleri yapmaktan tenzih ve takdis ederim”.

İsferâinî (derhal): “Tenzih ve takdis ederim o Allahü teâlâ’yı ki mülkünde irâde ettiğinden başka bir şey olmaz”, diye karşılık verdi.

(Kadı: “Rabbımız kendisine isyan olunmasını irâde eder mi?”).

(İsferâinî: “İrâdesine rağmen ve zorla Rabbımıza isyan olunur mu?”).

(Kadı: “Rabbını hidâyete ermeme engel olur ve cehennemlik olduğumu takdir ederse, bana iyilik mi, kötülük mü yapmış olur?”),

(İsferâinî: “Hakkın olan bir şeyi sana vermezse, şübhesiz ki, kötülük yapmış olur, ama kendisinin olan bir şeyi, yani cenneti vermezse, o zaman bil ki, Allahü teâlâ rahmetini dilediğine tahsis ve ihsan eden bir varlıktır” (Bk. Zahru'l-İslâm, IV. 70).

Mu’tezile, “Bir şeyi emretmek onu irâde etmeyi, bir şeyi menetmek onu irâde etmemeyi gerektirir”, diye itikat etmiş, böylece kâfirin iman etmesini Allahü teâlâ irâde etmiştir, fakat küfrünü irâde etmemiştir, neticesine varmamıştır.

Halbuki biz biliyoruz ki, mahiyeti tam olarak Allahü teâlâ'nın ilini tarafından ihata edilen bir takım maslahat ve hikmetler sebebiyle, bir şey irâde edilmediği halde bazan emredilmiş olur. Aksine başka bir şey nehyedildiği halde bazan irâde edilmiş olur, veyahut bu tarzdaki emir ve nehyin sebebi, “Allahü teâlâ, yaptığından sorumlu olmayandır” (Enbiya, 21/23), (âyetinin manâsını tahakkuk ettirmektir. Allahü teâlâ, mülkünde mutlak tasarruf sahibidir, her şey onundur, insanın hiç bir şeyi yoktur ki, zulüm bahis konusu olsun). Görmez misiniz ki, bir efendi, yanında bulunan şahıslara kölesinin itaatsiz olduğunu göstermek istediği zaman, ona bir iş emreder ama (içinden de) o işi yapmasını irâde etmez. (Yani emir her zaman irâdeyi gerektirmez. Fakat insanlar için durum böyledir ama Allahü teâlâ için de acaba öyle midir? Öyledir, denirse Gâib Şâhid'e kıyas edilmiş olmaz mı?).

Bu hususta Sünnîler de Mu’tezile de, delil olmak üzere ileri sürdükleri bazı âyetlere sıkı bir şekilde tutunmaya çalışmışlardır. Fakat te'vil kapısı her iki grup için de açıktır.

(Bu konuda Sünnîler, “Allahü teâlâ dilemedikçe, onlar iman edecek değillerdi” mealinde olan bir çok âyete dayanırken, Mu’tezile de “Allahü teâlâ kulları için zulüm irâde etmez” ; “Şübhesiz ki Allahü teâlâ kötü ve çirkin olanı emretmez” mealinde, aynı şekilde çok sayıda mevcut olan âyetlere istinad etmiştir. Sünniler kendi delillerini geçerli kılmak için Mu’tezile'nin, dayandığı âyetleri te'vil ederken, Mu’tezile de kendi delillerini geçerli kılmak için Sünnülerin dayandıkları âyetleri te'vil etmiştir. Te'vil kapısı her iki mezhep için de açıktır).

”İnsanların ibâdet ve tâat işledikleri zaman sevap ve mükâfat almaya, günah ve kötü bir iş yaptıkları zaman ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyarî fiilleri vardır.

İnsan fiillerinin hepsi Allah'ın irâdesi, meşiyyeti, hükmü, kazası ve takdiriyledir.

Cebriyenin (ve fatalizmin) şu iddiası doğru değildir: Esas itibariyle insanın kendine ait bir fiili yoktur. İnsanın hareketleri tıpkı cansız maddelerin hareketleri gibidir. Bu hareketler kudrete, kasda ve irâdeye dayanmaz. (İnsanın seçme hürriyeti yoktur).

Bu görüş bâtıldır. Zira biz bir “el ile tutma” hareketiyle bir “titreme” hareketi (yani iradeli bir davranışla refleks bir davranış) arasını zarurî olarak ayırdetmekteyiz. İkisinin değil de sadece birinci nevi fiillerin irâdeye ve ihtiyara dayandığını biliyoruz.

Bu görüşün bâtıl oluşunun diğer bir sebebi de şudur: Esas itibariyle insanın kendine ait fiilleri bulunmasa, (bazı vazifelerle) mükellef ve mes'ul olmaması, fiillerinden dolayı sevap ve ceza almaya hak kazanmaması, öncesinde irâde ve kasd bulunması icab eden “namaz kıldı”, “oruç tuttu”, “yazdı” gibi fiillerin mecaz yoldan değil de, hakikat olarak ona isnad edilmemesi ve bu gibi hususların doğru olmaması gerekir. Halbuki burada anlatılan fiillerin aksine, “Çocuk uzadı”, “rengi karardı”, fiilleri insana mecaz olarak isnad edilir. (Çocuk, mecazen uzama fiilinin failidir).

(İnsanın, fiilleri üzerinde hiç bir tesiri yoktur görüşünü ve) yukârdaki iddiayı reddeden kesin naslar vardır: “Yaptıklarının karşılığı olmak üzere” ; “Dileyen küfretsin...” v.s. gibi.

İtiraz: Allahü teâlâ'nın ilmini ve irâdesini her şeye teşmil ve tamim ettikten sonra, cebir neticesi kesinlikle ortaya çıkar. Zira ilm ve irâde, ya insan fiilinin meydana gelmesine taalluk eder, bu takdirde fiilin vukuu vâcib olur; veya meydana gelmemesine taalluk eder, bu takdirde de fiilin vukua gelmesi imkânsız olur. “Zaruret-vücûb” ve “imtina-imkânsızlık” hali ile birlikte “irâde-ihtiyar” halinin bulunması mümkün değildir.

Cevap: Biz; “însan kendi ihtiyarı ve arzusu ile bir iş yapacak veya yapmayacak” hususunu Allahü teâlâ bilir ve irâde eder, dedik. Bunda ise anlaşılmaz bir yön yoktur. (Allah'ın ilmi ve irâdesi, bir işin yapılması veya yapılmaması hususuna, insanın ihtiyarına ve seçme hürriyetine uygun düşecek bir biçimde taalluk eder).

İtiraz; Bu takdirde de insanın ihtiyarı ve tercihine bağlı olan fiili, ya zarurî veya imkânsız (vâcib ve mumteni') olur. Bu ise ihtiyara aykırıdır. (Yani Allahü teâlâ, insan bunu “yapacaktır,” diye ezelde bilirse, o fiilin dünyada meydana gelmesi zarurî, “yapmayacaktır” diye bilirse, o fiilin vukua gelmesi de imkânsız olur. Bu ise insanın irâde ve ihtiyar sahibi olduğu anlayışına ters düşer).

Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Zira, ihtiyar ve irâdeye dayanan vücûb ve zaruret, ihtiyarı ve irâdeyi gerçekleştirir, ona aykırı olmaz. (Yani Allah'ın ilmi malumuna tabidir, sadece bu konudaki Allah'ın irâdesi de ilminin fer'i olduğu için o da malumuna tabidir. Güneş tutulması bilindiği için olmaz, olacağı için bilinir). Ayrıca, Allahü teâlâ'nın fiilleri ileri sürülerek yukardaki iddiada bulunan çelişki ortaya çıkarılır. (Zira, Allah'ın fiilleri, O'nun ma'lumu ve muradı olduğu halde zaruri ve mecburi değildir, iradi ve ihtiyaridir).

İtiraz: “İnsanın irâdesi ile fail” olmasının, “fiillerini kasd ve irâde ile îcad etmesinden”, başka bir manâsı yoktur. Yukarda da izah edildiği gibi, Allahü teâlâ, fiilleri müstakülen yaratır ve icad eder. Bir makdûrun (ve güç dahilinde bulunan bir şeyin) iki müstakil kudretin altında bulunmayacağı aşikârdır. (Bir fiili insanla Allahü teâlâ ortaklaşa yaratmazlar).

Cevap: Bunun, sağlam ve güçlü bir itiraz olduğu konusunda söz yoktur. Ancak, yaratıcının sadece Allahü teâlâ olduğu delille sabittir. Titreme nevinden olan bazı (refleks) hareketlerde değil de, bir şeyi yakalama hareketi gibi bazı fiillerin vukua gelmesinde insan kudretinin ve irâdesinin tesirli olduğu da zaruret (ve bedahet) yolu ile sabit olmuştur. Durum bu olunca, (yani iki prensip çatışınca), bu sıkıntıdan (ve çıkmazdan) kurtulmak için: “Allahü teâlâ Hâlık, insan kasibtir (kazanan)” deme ihtiyacını duyduk.

24

1. Halk-Kesb

Bunun tahkiki ve mahiyetinin izahı şudur: İnsanın kudretini ve irâdesini bir iş yapmaya sarfetmesi “kesb” (kazanmak)dir. Bunun peşinden Allahü teâlâ'nın fiili ve işi icad etmesi “halk” (yaratmak) tır. Buna göre bir makdûr, iki kudretin dahilinde ve tesiri altında bulunmaktadır. Ama yönleri değişiktir.

Fiil, icad yönünden Allahü teâlâ'nın makdûru, kesb cihetinden ise insanın makdûrudur, (Çıkmazdan kurtulmak için, Allahü teâlâ Halik, kul kasibtir, denecek kadar ve) bu ölçüdeki manâ zarurîdir. Beşerî kudret ve irâde (ve bunların tesiri) bulunmakla beraber, insan fiilinin Allahü teâlâ'nın halkı ve icadı ile olması meselesinin hakikatim açıklamak için ifadeyi bundan daha fazla kısaltmaya da kadir değiliz.

(Halk nedir, kesb nedir ve) bu ikisi arasındaki fark nedir, konusunda kelâm âlimlerinin muhtelif ifadeleri (ve tarifleri) bulunmaktadır.

Meselâ:

1. Kesb âletle (ve organla) vâki (fiil) dir. Halk, ise aletsizdir.

2. Kesb, insanın kudretinin mahallinde (yani bedeninde) vâki olan bir makdûrdur. Halk ise hâlıkın kudretinin mahallinde (yani zatında) vâki bir makdûr değildir.

3. Kesb, kadirin tek başına yapması mümkün olmayan şeydir. Halk, kadirin yalnız olarak yapması mümkün ve sıhhatli olan iştir.

Soru: Böylece, Mu’tezile'ye isnad ettiğiniz “ortaklık kabul etme”, esasım siz de kabul etmiş olmuyor musunuz? (Kulun, fiilinde kasd ve ihtiyarı varsa, fiilini Allahü teâlâ'la ortaklaşa yapmış olmuyor mu?).

Cevap: Şirket ve ortaklık, iki zattan herbirinin, diğerinden ayn olarak sadece kendisine mahsus olan bir şey için bir araya gelmeleri ve toplanmalarıdır. Köy ve mahalledeki ortaklar gibi. t Yani herbirinin kendine ait şeyden bir hisse ortaya koyarak ortaklık kurmalarıdır).

İnsan, kendi fiilinin halikı, Allahü teâlâ da (insanda ve diğer şeylerde mevcut olan) sair arazların ve cisimlerin halikı kılmsa, şirk işte o zaman lazım gelir. Bir iş, değişik yönlerden iki şeye nisbet edilmekle şirk ve ortaklık lazım gelmez. Meselâ bir toprak parçası, yaratma yönünden Allahü teâlâ'nın mülküdür, fakat üzerinde tasarruf etme hakkının sübûtu yönünden insanın mülküdür. însan fiilinin yaratma yönünden Allahü teâlâ'ya, kesb yönünden insana nisbet edilmesi de aynen böyledir.

Soru: Çirkin olan bir şeyin kesbi çirkin ve sersemlik (sefeh) oluyor ayrıca yerilmeyi ve cezalandırılmayı da gerektiriyor. Peki aynı şey, (o fiilin) yaratılmasında neden söz konusu olmuyor? (Halbuki fiilin meydana gelmesinde yaratmak, kesbten daha büyük rol oynuyor).

Cevap: Hâlık olan Allah'ın hakim olduğu sabit olmuştur. O, neticesi güzel olmayan bir şey, -her ne kadar bu neticenin ne olduğunu bilmesek de -yaratmaz. Bunun içindir ki, biz kesinlikle şuna inanırız: Çirkin bulduğumuz fiillerde bir takım hikmet ve maslahatlar bulunabilir. Nitekim pis, zararlı ve elem verici cisimlerin yaratılmasında bu durum söz konusudur. Halbuki kâsibte durum böyle değildir. Zira o bazan güzel bir iş, bazan da çirkin bir iş yapar. Onun için, dinen nehyedilmiş olan çirkin bir şeyi kesbetmeyi çirkin, sefihlik, yerilmeyi ve ceza görmeyi gerektirici olarak kabul ettik.

“Güzel olan insan fiili”, yani dünyada övülme konusu ve hemen ondan sonra âhirette de sevap konusu olan fiillere “güzel fiil” denir.

Fakat “güzel fiili”, mubahı da şümulüne alması için: “yerilme ve ceza görme ile ilgisi bulunmayan fiildir” şeklinde tarif ve tefsir etmek daha iyi olur.

“Güzel olan insan fiili, Allahü teâlâ'nın rızasıyladır.

Yani bir itiraz, karşı çıkış ve men bahis konusu olmadan Allah'ın iradesiyle vukua gelir.

Çirkin olan dünyada yerilme ve âhirette azab görme durumu ile ilgili  olan insan fiili, Allah'ın rızasıyla değildir.

Zira Allahü teâlâ, bu nevi fiillere karşı çıkmış, itirazda bulunmuş, ve onları menederek, “Allahü teâlâ, kullarının küfür üzere olmalarına razı olmaz” buyurmuştur. Yani irâde, meşiyet ve takdir her nevi fiile, rızâ, mahabbet ve emir ise çirkin fiillere değil, sadece güzel amellere taalluk eder

25

2. İstitâ’at Meselesi

(İstitâ’atın fiilden evvel olduğunu iddia eden) Mu’tezilenin aksine olarak:

“İstitâ'at fiille beraber olur. İstitâ'atı, insan fiilinin oluşmasını ve meydana gelmesini sağlayan kudrettir. İstitâ'at beşerî kuvvet ve insan gücü manâsına gelir.

İstitâ’at kelimesi: Sebep, âlet ve uzuvların/organların sağlıklı ve sâlim olmalarının ismi olarak da kullanılır. Selâmet-i esbâb ve âlât ve a’zâ manâsına gelen istitâ’at fiilden önce bulunabilir. Canlılar ihtiyarî ve irâdî fiillerini bununla yaparlar.

Müellif Ömer Nesefi'nin bu ifadesinde, “îstita'at, Allahü teâlâ'nın canlılarda yarattığı bir araz olup canlılar ihtiyarî ve iradî fiillerini bu arazla yaparlar”, diyen et-Tabsire müellifinin sözüne işaret vardır. İstitâ’at fiilin illeti ve sebebidir. Cumhura göre istitâ’at fiilin illeti değil, edasının şartıdır.

İster fiilin illeti olsun, ister edasının şartı olsun, istitâ’at, sebep ve âletlerin selâmetinden sonra, insanın fiile kasd ve onu iktisab etmesi anında Allahü teâlâ'nın yarattığı, bir vasıftır. İnsan, iyi ve hayırlı bir fiile kasdederse, Allahü teâlâ iyi ve hayırlı fiilin kudretini; şer ve kötü fiile kasdederse, şer ve kötü fiilin kudretini yaratır. Bu duruma göre hayırlı ve güzel iş yapma gücünü insan kendisi zayettiği için yerilmeyi ve ceza görmeyi (zemm ve ikabı) hak eder. “(Hak olanı) dinlemeye ve işitmeye istitâ’atları yoktur,” denilerek kâfirlerin yerilmesinin sebebi budur. İstitâ’at araz olduğu için, zaman itibariyle fiille aynı anda bulunması, fiilden önce bulunmaması şart ve zarurîdir. (İstitâ’at, insan kudretinin fiile iktiramıdır, sözünün manâsı budur). Aksi takdirde (araz olan kudret iki zamanda bulunmayacağı için) fiilin istitâ’atsız ve kudretsiz vukua gelmesi lazım gelirdi. Zira, daha evvel de temas edildiği gibi, arazların bakî ve daimî olması imkânsızdır.

İtiraz: Arazın, beka ve devamının imkânsızlığı kabul edilse bile bir araz yok olunca, peşinden derhal onun dengi olan diğer bir arazın yeniden ortaya çıkması imkânı tartışma götürmez. Neden bir fiilin kudretsiz meydana gelmesi lâzım gelsin?

Cevap: “Fiilin vukuuna sebep olan kudret (fiilin husulünden) önceki kudret ise, o zaman fiilin istitâ’at ve kudret olmadan meydana gelmesi lazımdır, diye iddia ediyoruz. Eğer siz. (fiilin husulüne imkân veren kudreti) fiille beraber bulunan ve yenilenen kudretin misli ve dengi olarak kabul ederseniz, fiilin vücuda gelmesini sağlayan kudretin fiille beraber bulunmasının şart olduğunu zaten itiraf etmiş olursunuz (ve fiili meydana getiren istitâ’at, fiilin vücuda gelmesinden önce bulunan istitâ’at değil, onun dengi ve misli oîan, fiille beraber bulunan yenilenmiş bir istitâ’attır, demiş olursunuz).

“Fiilde tesirli olan kudret için, önceden emsal bulunması şarttır. Zira ilk defa hadis olan kudretle fiilin vukua gelmesi mümkün değildir”, diye iddia edersiniz, “Buyurun, bu iddianızı delille ispatlayın”, deriz. (İlk defa hadis olan kudret zayıf olduğundan, kuvvetlensin de onunla fiilin vukua gelmesi mümkün olabilsin, diye fiilin husulüne sebep olan kudretin emsalinin, önceden bulunması ve tekrarlanması, câiz ve mümkün değil, lazım ve zaruridir, der ve meseleyi “imkân” konusu olmaktan çıkarıp, “zaruret ve vücûp” konusu haline getirirseniz, bunu bize delille ispat ve izah edin. Zira bunun imkânını biz de kabul ediyoruz. Fakat zaruretini reddediyoruz).

Önceki kudret, fiilin vukuu zamanına kadar bakî kalır. Bu bakî kalma, ya emsalinin yenilenmesiyle veya arazların bekâsındaki istikamet ve süreklilikle olur, şeklinde bir şey farz edebiliriz, denilirse, o zaman da deriz ki: Eğer (Mu’tezile) “ilk hadis olduğu andaki ve haldeki kudretle fiilin husule gelmesi mümkündür”, derse, kendi mezheplerini terketmiş olurlar. Zira bu, duruma göre “fiilin kudretle beraber olmasını”, câiz ve mümkün görmüş oluyorlar, demektir. Eğer “bu imkânsızdır”, derlerse, delilsiz bir hüküm vermek ve bir tercih sebebi olmadan tercih yapmak (tahakküm ve tercih bi-lâ müreccih) lazım gelir. Zira ilk andaki kudret değişmemiş ve onda yeni bir manâ da hadis olmamıştır. Çünkü bu gibi şeyler arazlar için imkânsızdır.

(Fiilin ilk meydana gelen kudretle vücuda gelmesini sağlayan şey nedir? İlk kudrette bir değişiklik yoktur. O kudrete yeni bir manâ da eklenmemiştir. Zaten kudrette yeni bir manânın vücûda gelmesi de imkânsızdır. Zira kudret de manâ da hadistir, hadis hadis ile kâim olmaz. O halde kudretin ilk anında fiilin vukua gelmemesini engelleyen, sonraki durumunda meydana gelmesine âmil olan şey nedir?). Bu kudret sayesinde, ilk anda vücûda gelmesi imkânsız olan bir fiil, sonraki durumunda neden ve niçin zaruri olarak var olmuştur?

Fakat bu son itiraza verilen cevap tartışılabilir. Zira, “İstitâ’at fiilden önce olur” diyenler, “zaman itibariyle kudretin fiille beraber bulunması imkânsızdır”,“bir fiilin meydana gelmesi için, mutlak surette zaman yönünden daha evvel kudretin bulunması şarttır”, demiyorlar. (Bunun zaruretini ve vücûbunu değil, imkânını ve cevazını savunuyorlar). O sebeple, gerekli bütün şartların bulunması halinde, kudretin ilk defa meydana gelmesi zamanında fiilin vücûda gelmesinin imkânsızlığı icab etmez.

Ayrıca, gerekli bir şart bulunmadığı için veya bir engel mevcud olduğu için ilk durumda meydana gelmesi imkânsız olan bir fiil, -her iki halde de kadirin sıfatı olan kudret, eşit olarak mevcut olmakla beraber- lüzumlu şartların tamamlanması halinde, ikinci durumda zarurî olarak var olabilir.

İşte bu noktayı (ve bu husustaki delillerin zayıflığını) göz önünde bulunduran (Fahruddin Razî gibi) bazı kelâm âlimleri şu kanâata ulaşmışlardır: İstitâ’attan maksat, fiilen tesirini göstermesi için mevcudiyeti gerekli olan şartların tümünü kendinde toplayan kudrettir. Bu manâdaki kudret behemehal fiille beraber bulunur, doğru olan da budur. Aksi takdirde istitâ’at fiilden önce bulunur. (Böylece Fahruddin Razî, Mu’tezile ile Eş'arîyeyi telif etmiş oluyor).

“Arazların bekâsının imkânsızlığına (ve bu noktadan hareketle yapılan itirazların cevaplandırılmasına) gelince, bu konunun dayandığı öncüllerin (ve mukaddemlerin) açıklanması gerçekten çok zordur. Şöyle ki:

Bu öncüller şunlardır:

Birincisi, “bir şeyin bekası, o şey üzerine zaid hakikî bir şeydir”.

İkincisi, “arazın arazla kâim olması imkânsızdır”.

Üçüncüsü, (hareket ve sükûn gibi) “iki arazın bir mahal ile kâim olmaları imkânsızdır”. (Bu öncüllerden her biri zayıftır, bunlardan çıkarılan netice de tartışma kabul etmez bir gerçek değildir. Bu üç öncülün doğruluğu ispat edilse mutlak olarak Sünnî görüşü hak olurdu, aksi halde Mu’tezile'nin görüşü daha doğru olur.

İstitâ'at fiilden evveldir. Zira insan fiilden (ve bir şey yapmadan) önce o işle mükelleftir. Kâfirin imanla mükellef olması, vakit girdikten sonra bînamazın namaz kılmakla mükellef olması zaruridir. (Fiili meydana getiren hakikî kuvvet ve kudret manâsına gelen) istitâ’at gerçekleşmemiş olsaydı, bu durumda aciz kişilerin mükellef tutulmaları lazım gelirdi. Bu ise bâtıldır, diyenlerin bu delillerine, müellif Ömer Nesefî şu cevabı ile işaret etti:

İstitâ’at kelimesi: “Sebep, âlet ve organların sağlıklı ve salim olmalarının ismi olarak da kullanılır.” (Selâmet-i esbâb ve âlât manâsına gelen istitâ’at fiilden önce bulunabilir)

Nitekim, “Kabe'ye yol bulmaya istitâ’atı olanlara Allahü teâlâ için hac yapmak gereklidir” âyetinde istitâ’at bu manâda kullanılmıştır.

Soru: İstitâ’at, mükellefin sıfatıdır. Sebep ve âletlerin selâmeti ise onun sıfatı değildir, (mükellefin dışındaki şartlar ve imkânlardır). Buna göre, istitâ’atı bu şekilde tefsir etmek nasıl doğru olur?

Cevap: Burada maksad, mükellefe ait sebep ve âletlerin selâmetidir. Mükellef, istitâ’atla muttasıf olduğu gibi, “O, sahib-i selâmet-i esbabtır” (yani sebepler yönünden selâmette olan kişidir), denmesi itibariyle, onunla da (yani sebep ve âletlerin selâmeti ile de) muttasıf olur. Ancak bu tabir mürekkeb olduğu için mahmul (yüklem) olacak bir ism-i fail, ondan türetilemez. Halbuki istitâ’atta durum bunun aksinedir. (İstitâ’attan, müstetî, şeklinde bir ism-i fail türetilebilir ve “Ali oruç tutmaya müştetî' ve muktedirdir,” gibi önermelerde bu ismi fail mahmul yani yüklem ve sıfat olarak da kullanılır. Halbuki mürekkeb bir tabir olan selâmet-i esbâb ve âlât'tan böyle bir ism-i fâil türetme imkânı yoktur).

26

3. Teklif-Teklif-i Mâ-lâyutak

“Teklîfin sıhhati bir kişinin mükellef olması, bu istitâ'ata onda var olması gerekli olan güce dayanır. O teklifi yerine getiremeyecek acz içinde olmamalıdır.

Yani teklifin sıhhatinin şartı, ilk manâdaki, istitâ'ata değil, sebep ve âletlerin selâmette olması demek olan ikinci manâdaki istitâ'attır.

“Acz” sözü ile, birinci manâdaki istitâ’atın olmayışı kasd ediliyorsa, bu manâda istitâ’atın olmayışından, âciz kişilerin mükellef tutulmalarının imkânsız olacağını kabul etmeyiz. Eğer, “âcizin mükellef tutulması lazım gelir,” sözü ile, ikinci manâda istitâ’atın olmayışı kasdediliyorsa, “bu görüşten böyle bir netice ortaya çıkar” sözünü kabul etmiyoruz. Zira mümkündür ki, fiilin vücûda gelmesinde esas olan kudretin hakikati husule gelmese bile fiilden önce sebep ve âletlerin selâmette olması manâsına gelen kuvvet ve kudret husule gelebilir.

Bazan (Mu’tezile'nin itirazına şu şekilde de) cevap verilir: İmâm-ı A'zam (radıyallahü anh)a göre:

Kudret (sevap ve günah gibi) iki zıdd fiil için elverişlidir. (Yani her ikisini de gerçekleştirmeye uygun olan bir güçtür). Hatta küfür için sarf edilen kudret, tıpa tıp iman için sarfolunan kudretin aynısıdır. Taalluk ve ilgi durumları hariç aralarında hiç bir-fark yoktur. Taalluktaki farklılık ise, kudretin zatında ve kendisinde bir ayrılığın mevcut olmasını gerektirmez.

Şu halde kâfir iman etmeye kadir olup bununla mükelleftir. Ancak o, kudretini küfre sarfetmiş, gücünü imana sarfetme imkânını kendi iradesiyle yitirmiş, onun için de yerilmeyi ve cezalandırılmayı hak etmiştir.

Aşikârdır ki, bu cevapta, “kudretin fiilden evvel olması”, prensibini (yani Mu’tezile'nin görüşünü) kabul etmek vardır. Çünkü küfür halinde iman etmeye kadir olmak, mutlaka iman etme halinden önce bulunur.

İtiraz: Fakat bu itiraza şu şekilde karşı bir itirazla cevap verilmiştir; Burada sözü edilen kudret her ne kadar “iki zıdd” için elverişli ise de, ikisinden birine taalluk etmesi itibariyle (fiilen) sadece (iki zıddan) biri ile bulunur. Öyle ki, fiille birlikte bulunması lazım gelen kudret, fiile taalluk eden kudretin kendisidir. Terkte beraber bulunan kudret de, terke taalluk eden kudretin kendisidir. Kudretin zatı ve kendisi ise, bazan iki zıdda taalluk edecek şekilde önceden mevcut olur.

Cevap: Bu konuda ihtilâf ve farklı görüşlerin varlığı tasavvur bile edilemez. (Zira Mu’tezile de Sünnîler de bir işi fiilen ve doğrudan doğruya meydana getiren kudret, fiille birlikte bulunur, konusunda ittifak etmişlerdir. Fakat, fiilin vukuuna imkân veren mücerred kudret acaba fiilden evvel mi, yoksa sonra mı bulunur, hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebu Hanife'ye ait olarak nakledilen görüş ittifak edilen nokta ile ilgili olduğu için bu konudaki sözler lüzumsuzdur ve) hatta boştur, düşün!