9 METİN285. Rızık“Haram rızıkdır. Rızık, Hak teâlâ tarafından canlılara sevkedilen ve canlılar tarafından alınan gıdanın ismidir. Rızık, “Allahü teâlâ tarafından, canlılara sevkedilen ve canlılar tarafından yenilen şeyin ismidir”. Rızık bazan helâl, bazan haram olabilir. Rızkı bu şekilde tarif etmek, “rızık, canlının aldığı gıdadan ibarettir”, şeklinde tarif etmekten daha iyidir. Zira bu tarifte rızkın, Allahü teâlâ'ya nisbet ve isnad edilmesi manası yoktur. Halbuki, rızk kavramında bu manâya daima itibar edilir. Mu’tezileye göre haram rızık değildir. Çünkü onlar rızık kelimesini bazan, “Mâlik olan kişinin, mülkü olan şeyi yemesi”, şeklinde, bazan da, “istifade edilmesi men edilmemiş olan şey”, tarzında taril etmişlerdir. Bu tariflere göre sadece helâl olan şey rızık olmaktadır. Lâkin Mu’tezile'nin birinci tarifine göre, hayvanların yedikleri şeylerin nzık olmaması lazım gelir. Her.iki tariflerine göre de, bütün ömrü boyunca daima haram yemiş olan bir kimseyi, esas itibariyle Allahü teâlâ'nın nzıklandırmamış olması icab eder. (Mu’tezile tarafından ileri sürülen veî bu husustaki ihtilafa sebep olan esas ve temel şudur: Rızkın manâsında, Allahü teâlâ'ya nisbet konusuna itibar edilir, Allahü teâlâ'dan başka rızık veren yoktur, İnsan, yediği haramdan dolayı yerilmeyi ve cezalandırılmayı hak eder. Allahü teâlâ'ya nisbet edilen bir şey çirkin olmaz. Ona isnad edilen şeyi işleyen yerilmeye ve cezalandırılmaya müstahak olmaz. (Onun için de haram olan şey rızık olamaz). Cevap; (Yediği haram rızıktan dolayı) insanın yerilmeyi ve cezalandırılmayı hak etmesi, rızık konusunda kendi iradesiyle kötü sebeplere tevessül etmesindendir. “Helâl olsun haram olsun, herkes kendi rızkını tam olarak alır. Zira, insanın gıdalanması her ikisiyle de hasıl olur. “Bir kimsenin, başka birinin rızkım yemesi tasavvur edilemediği gibi başka birinin onun rızkını yemesi de düşünülemez. Zira, Allahü teâlâ'nın bir kişi için takdir ettiği rızkı, o kişinin yemesi zaruridir, bu zırkı başka birinin yemesi imkânsızdır, Fakat (Mu’tezile'nin dediği manâda başkasının rızkına) mâlik olma konusunda böyle bir imkânsızlık sözkonusu değildir. (Yani rızık mülktür, malik olunan şeyi yemektir, denirse böyle bir imkânsızlık bahis mevzuu olmaz). 296. Hidâyet-Dalâlet“Allahü teâlâ, dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini hidâyete erdirir. Burada, bu ifade ile “dalâlete düşürme ve hidayete erdirme fiilini Allahü teâlâ yaratır,” manâsı kasdedilmektedir. Zira ondan başka yaratıcı yoktur. Metinde meşiyet (dilemek, dilediğini), kaydının kullanılmasında, (Mu’tezile'nin ileri sürdüğü gibi), “hidâyet” sözü ile “Hak olanın açıklanması ve gösterilmesi”, manâsının kasdedilmediğine işaret vardır. Zira “Hak olan yolu beyan”, herkese şamildir, (mü'minlere mahsus değildir). Dalâlet, tabirinin manâsı da (Mu’tezile'nin öne sürdüğü gibi) “Allah'ın insanı dâll (sapık) olarak bulmak ve ona sapık ismini vermesinden ibaret değildir. Zira bu gibi şeyleri meşiyete ve irâdeye bağlamanın (ve bu manâda: Allahü teâlâ dilediğini dalâlete düşürür, demenin) bir manâsı yoktur. Evet, bazan sebebiyet yolu ile ve mecazen hidâyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e ve Kur’ân'a nisbet edilir. Nitekim aynı şekilde mecazi olarak ıdlâl (ve saptırma) da şeytana ve putlara isnad edilir. Kelâm âlimlerinin söz konusu ettikleri husus şudur: Bize göre hidâyet, “hidâyete erme” (ihtida), fiilinin yaratılmasıdır. “Allahü teâlâ falana hidâyet etti, ama o hidâyete ermedi”, gibi ifadeler delillik ve rehberlik yapmak, hidâyete davet etmek manâsına gelen mecazi deyimlerdir (Bk Fussılet, 41/17). (Onun için bu gibi âyetler Mu’tezile için delil olma niteliğinde değildir). Mu’tezile'ye göre, hidâyet, doğru olan yolu beyan etmek ve açıklamaktan ibarettir. “Şübhesiz ki, sen istediğine hidâyet edemezsin” (Kasas, 28/56) gibi âyetler ve “Allah'ın kavmime hidâyet et”, gibi hadisler Mu’tezile'nin görüşünü çürütür. Zira Hazret-i Peygamber, onlara doğru yolu göstermek ve kendilerini hidâyete davet etmekle beraber, bu şekilde dua etmişlerdir. Meşhur olan tarife göre, Mu’tezile hidâyeti, “Maksada ulaştıran rehberliktir”, şeklinde anlamıştır. Bize göre hidâyet: “Gayeye ve maksada vusul ve ihtida ister hâsıl olsun, ister olmasın, maksada ulaştıran yola varmak için yapılan rehberliktir”. “İnsanın maslahat ve menfaatine en uygun olan şeyi yapmak Allahü teâlâ üzerine vâcib değildir”. Kul için eslâh en iyi ve en uygun olan, Allahü teâlâ üzerine vâcib değildir. Aksi takdirde, Allahü teâlâ'nın, hem dünyada hem de âhirette azab çeken fakir kâfirleri yaratmaması gerekirdi. (Yaptığı ihsan ve ikramdan dolayı) kulların üzerinde Allah'ın minneti, hidâyete erdirdiği ve türlü türlü nimetler lütfettiği için şükür edilme hakkı bulunmaması icabederdi. Zira (Mu’tezile'nin bu prensibine göre ikram ve ihsanda bulunmakla Allahü teâlâ), üzerine vâcib olanı, yani vazifesi olan şeyi yapmış olur. Hakk teâlâ'nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e karşı minnette bulunması ve verdiği nimetleri dile getirmesi, Ebu Cehil'inkinden fazla olmaması lazım gelirdi. Çünkü bu takdirde, Allahü teâlâ gücünün yettiği son hadde kadar her ikisi için de en uygun olanı yapmıştır. Yine bu prensibin kabul edilmesi halinde, Allahü teâlâ’dan ismet, tevfik (günahtan koruma, başarıya ulaştırma), zararı defetme, bollukta ve genişlikte daha çok talepte bulunma gibi hususlarda dua etmenin (ve dileklerini yerine getirmesini istemenin) bir manâsı olmaması icab ederdi. Çünkü bu duruma göre, Allah'ın, herbir kişi için yapmadığı şey, aslında onun için zararlı ve kötü olduğu için yapmamıştır. Onun için bu gibi şeylerin yapılmasını terketmek Allahü teâlâ üzerine vâcib olmuştur. Ayrıca insanların maslahat ve menfaatma nazaran, Allah'ın kudretinden bir şeyin kalmaması (ve gücünü sonuna kadar sarf etmesi) de lazım gelirdi. Zira o, (eksiksiz olarak üzerine) vâcib olan şeyi ifa etmiştir. (îşte, insan için eslah olanı yaratmak Allahü teâlâ üzerine vaciptir, sözünden bu kadar çok yanlışlıkların ortaya çıkması gerekirdi). Allahü teâlâ'ya yemin olsun ki bu prensipteki yanlışlıklar, yani “însan için eslah olan şeyi yaratmanın Allahü teâlâ'ya farz olması” esası ve hatta Mu’tezile'nin, diğer prensiplerinin çoğundaki hatalar, hiçbir yönü gizli kalmayacak kadar apaçıktır, sayısı da sayılamayacak kadar çoktur. Bu gibi şeyler, Mutezilî olanların, ilahî bilgilerle ilgili düşüncelerinin eksikliğinden ve “gaibi şahide, kıyas etme, görünmeyeni görünene benzetme”, prensibinin düşüncelerine ve tabiatlarına iyice yerleşip kök salmasından ileri gelmektedir. Mu’tezile'nin bu hususta tutulabileceği en son (ve en sağlam) delil, “Eslah olanı terk etmek cimrilik ve sefihliktir”, sözünden ibarettir. (Mu’tezile'ye göre, insan için en uygun olanı varken, o kadar uygun olmayan ve hatta zararlı olanı yaratmak Allah'ın cimri olmasını ve fiillerinde bir hikmetin bulunmamasını gerektirir. însan için daha faydalı olan şeyi ve öyle bir dünyayı yaratmak mümkünse bu neden olmamıştır? “Mevcut âlemden daha güzelini yaratmak imkân dahilinde değildir”, diyen Gazali, Mu’tezile'nin bu prensibini benimsemiş görünmektedir). Cevap: Allahü teâlâ'nın kerem, hikmet, lütuf ve işlerin akibeti hakkında bilgi sahibi olduğu kesin delillerle sabit bulunduğundan, bir şeyi vermemek hakkına sahip olan bir zatın, o şeyi vermemesi adalet ve hikmetin ta kendisidir. “Bir şeyi yapmanın, Allahü teâlâ üzerine vâcib oluşunun manâsı nedir? Doğrusu bunu merak ediyorum! Bir işi yapmanın, bir zata vâcib ve farz olması, onu yapmadığı zaman yerilmeyi ve ceza görmeyi hak etme manâsına gelmez mi? Bunun başka bir manâsı var mıdır? Bu '(manâda bir şeyi yapmanın Allahü teâlâ'ya vâcib olmayacağı) açıktır. Serinlik, bilgisizlik, abes ve cimrilik v.s. gibi imkânsız olan şeyleri gerektirir, diye, aksini yapmaya muktedir olamayacak şekilde fiillerin Allahü teâlâ’dan sudur etmesi lüzumundan da bahsedilemez. Çünkü bu, “Allahü teâlâ, hür bir irâdeye sahip olan bir varlıktır”, (mucibun bi'z-zât değil, faü-i muhtar'dır) prensibini reddetmek ve bozuk oluşu aşikâr olan felsefenin görüşüne meyletmek olur. |