10 METİN30ÂHIRETE İMAN1. Kabir Hayatı (Berzah)“Kâfirler ve âsi olan bazı mü’minler için kabir azabı haktır. Burada Özellikle “bazı” kaydının konulması, Allahü teâlâ'nın azab çektirmeyi irâde etmediği bazı (âsi) mü’minlerin, azab görmeyeceklerini belirtmek içindir. “Tâat ve ibâdet sahiplerinin kabirde, Allahü teâlâ'nın bildiği ve dilediği şekilde nimet içinde bulunmaları haktır. Bu ifade umumî olarak kelâm kitaplarında yer alan, “kabir azabı haktır”, şeklindeki nisbeten kısa olan ifadeden daha doğrudur. Nasların çoğunun cehennem azabı ile ilgili olması, kabirde azab görenlerin ekserisinin kâfirlerle günahkârların teşkil etmesi, “kabirdeki nimetin” bahis konusu edilmeden, sadece azabtan söz edilmesi için daha uygundur, şeklindeki mülâhazalara rağmen, (müellif Ömer Ne-sefi'ye ait) yukardaki ifade daha iyidir. “Münker ve Nekir'in sual sorması haktır. Münker ve Nekir, kabre girerek, insana rabbından, dininden ve peygamberinden sorgu ve sual soran iki melektir. Seyyid Ebu Şucâ, “Sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir”, demiştir. Bazılarına göre peygamberler (aleyhimü's-selâm) de onlar gibi hesaba çekilir. “Bütün bunlar, sem'î ve nakli delillerle âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerle sabittir. Ayrıca naslarda da ifade edildiği veçhiyle, doğru sözlü (olan Nebi aleyhisselâm) tarafından vukua geleceği haber verilen, (hadd-i zatında imkânsız olmadığı için de te'viî edilemeyecek olan) mümkün işlerdir. Allahü teâlâ: “Onlar sabah akşam cehenneme takdim edilirler. Kıyamet vakti gelip çattığı zaman, 'Firavun'un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun', denir” (Mu'min, 40/46). “Günahları yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular” (Nuh, 71/25), buyurur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İdrardan sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab, o yüzdendir”. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Allahü teâlâ, mü’minleri dünya hayatında ve ahirette hak bir söz üzerinde sabit kılar” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir azabı konusunda nazil oldu”, buyurmuştur. Kabire konulan ölüye, “Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?”, diye sorulduğunda, şu cevabı verir: Rabbim Allahü teâlâ, dinim İslâm ve peygamberim Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Ölü mezara konulunca, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir...”. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur...”. Kısaca bu manâda ve diğer bir çok kabir halleri konusunda rivayet edilen hadisler tek tek tevatür haddine ulaşmasa da manâ itibariyle mütevatirdir. Rafizilerden ve Mu’tezileden bazıları, “Ölü, hayata ve idrâke sahip olmayan bir cansız olduğu için, ona işkence edilmesi imkânsızdır”, diyerek kabir azabını inkâr etmişlerdir. Cevap: Allahü teâlâ'nın, ölünün bütün parçalarında veya bazılarında işkencenin acısını veya nimetin tadını idrâk edecek ölçüde bir çeşit hayat yaratması mümkündür. Kabirdeki ölünün bu nevi bir hayata kavuşması, ruhunun bedenine iade edilmesini, hareket etmesini ve kıpırdamasını veya çektiği azabın eserinin üzerinde görülmesini gerektirmez. Hatta suya batarak boğulan, hayvanlar tarafından parçalanarak yenilen ve idam sehpasında sallandırılarak havada can veren kimseler de - biz farkına varmasak bile- azab görürler. Allahü teâlâ'nın mülkünde ve melekûtundaki acaip ve hayret verici şeyler üzerinde düşünenler, kudret ve ceberûtunun garip ve akla durgunluk veren yönlerini gözönünde bulunduranlar, bu ve emsali olan şeyleri - imkânsızlığını iddia etme bir yana - yadırgamaz ve uzak bir ihtimal olarak görmezler. Şu hususa dikkat edilmelidir: Kabir halleri konusu dünya ile âhiret arasında ortalama ve bir geçiş dönemi mahiyetinde olduğu için müellif Ömer Neserî, bu konuyu özellikle dile getirdi. Daha sonra da hasrın mahiyetini, teferruatını ve âhiretle ilgili diğer hususları açıklama işi ile meşgul oldu. Bunların hepsinin delili şudur: Âhiretle ilgili olarak anlatılan konular, âyet ve hadiste anlatılan ve doğru sözlü (Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından haber verilen mümkün şeylerdir. (Bunların- hiçbiri hadd-i zatında imkânsız değildir). Onun için de hak ve sabit olur. Müellif Ömer Nesefî, bunlardan herbirinin mahiyetini açıklamak, tekid etmek ve durumlarına önem vermek için dedi ki; 312. Kıyametten Sonraki HallerBa's öldükten sonra dirilmek, haktır.Ba's, öldükten sonra dirilmek, aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhları da buna iade ederek, Allahü teâlâ'nın ölüleri mezardan çıkarmasıdır. Ba'sın naklî delili: “Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz” (Mü'minûn, 23/16), “De ki: onu, yani ölü cesetleri, onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir” (Yasin, 36/79). Cesetlerin haşr edileceğini ve diriltileceğim kesinlikle ifade eden bunun gibi daha pekçok nass mevcuttur. “Yok olan bir şeyin aynen tekrar var edilmesi (ma'dunıun ayniyle iadesi) imkânsızdır”, diyen filozoflar, cisimlerin hasrım inkâr etmişlerdir. Filozofların, ciddi sayılacak bir delilleri bulunmadığı gibi (bu konuda ileri sürdükleri fikirler naslarla sabit olan esas) maksat için de zararlı (olabilecek kuvvette ve inandırıcılıkta değil) dir. Zira bizim maksadımız şudur: Allahü teâlâ (öldükten ve çürüdükten sonra dünyadaki insan bedenine ait) aslî cüzleri bir araya getirir ve ruhu buna iade eder. Buna ister; “yok olanı aynen iade” adı verilsin, isterse verilmesin fark etmez, eşittir. Bunun için, “Yenilen, yiyenin bir parçası olacak şekilde bir insan diğer bir insanı yese, yenilen parçalar ya her iki bedende birlikte haşr ve iade edilir -ki bu imkânsızdır - veya birinde haşr ve iade edilir. Bu takdirde diğeri bütün bölüm ve parçalarıyla iade ve hasredilmiş olmaz”, diyen filozofların görüşleri yukarda söz konusu edilen prensiple itibardan düşer ve geçersiz hale gelir. Bunun sebebi de; “iâde ve haşr olunan şeylerin, ömrün başından sonuna kadar varlığı devam eden aslî cüzlerin (ve genlerin) olmasıdır. Yenilen parçalar, yiyende mevcud olan attıklardır, aslî parçalar değildir. İtiraz: Bu, (ba's denilen şey aslında) tenasuha inanmaktır. Zira ikinci beden, ilk beden değildir. Çünkü, hadiste, “Cennetliklerin yüzleri tüysüz ve sakalsızdır, teni tazedir. Cehennemliklerin dişi Uhud dağı kadardır”, buyrulmuştur. “Hiç bir mezhep yoktur ki,tenasüh akidesinin içine ayağını iyice basmış olmasın”, diyenler işte bu noktadan hareket etmişlerdir. Cevap: Şayet ikinci beden birinci bedene ait aslî parçalardan (ve genlerden) yaratılmış olmasaydı, o zaman tenasüh lazım gelirdi. Şayet anlattığımız manadaki haşre ve ba'se de tenasüh denilecekse; bu, (manâya ve esasa değil) sadece lafza dayanan bir tartışmadan ibaret olur. (Aslî cüzlerden yaratılan) böyle bir bedene ruhun iade edilmesinin imkânsızlığını gösteren herhangi bir delil mevcut değildir. Aksine, ister tenasüh ismi verilsin isterse verilmesin, böyle bir haşrin ve ba'sın hakikatini ispat eden deliller mevcuttur. Amellerin tartılması, haktır.Çünkü Cenab-ı Hakk: “O gün vezn, yani amellerin tartılması haktır” (A'raf, 7/9), buyurmuştur. “Mizan (amellerin tartılması ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini temin eden şeyden ibarettir”. Akıl, bu terazinin ve tartılmanın keyfiyetini (ve mahiyetini) idrâk etme gücüne sahip değildir. (Buradaki terazi sözünü çoğunluk iki kefesi, iki kolu ve bir dili olan terazi şeklinde anlamış, hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır. Fakat aslında bu terazinin şekli ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve elektrik gibi cisim ve arazları ölçen âletler vardır. Amelleri ölçen terazi de bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü âletidir. Bu âleti tecessüm ettirmeye ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur. (Bu konuda bk. Gazali, İhya, I, 97; Irakî, el-Muğnî, I, 97). Mu’tezile, “Ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir). îâdesi mümkündür, desek bile tartılması ve ölçülmesi imkânsızdır. Zira ameller Allahü teâlâ tarafından bilinmektedir. Onun için de (miktarı malum olan bir şeyin) tartılması abestir”, diyerek amellerin tartılmasını inkâr etmiş (ve bu konudaki nasları da te'viî etmiş) tir. Cevap: Hadiste geçtiği gibi, tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil bir şey yoktur, Allahü teâlâ'nın fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve bazı hikmet ve sebepleri bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey şudur: Amellerin ölçülmesindeve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız bazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri bilemeyişimiz, tartılma işinin abes olmasını gerektirmez. Amel defterleri, haktır.Buradaki defter (kitap) sözünden maksat, insanlara ait sevap ve günâhların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Bu defterler mü’minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir (îsra, 17/11; Hakka, 89/19, 25; İnşikak, 84/10). Bu konudaki âyetler: “Kıyamet günü, insana açılmış olarak bulacağı defteri önüne çıkarırız” (îsra, 17/13); “Defteri sağ tarafından verilenler, kolay bir hesaptan geçirileceklerdir” (înşikak, 84/7,8). Müellif Ömer Nesefi'nin hesap meselesini söz konusu etmemesi ve bu bahiste sükût etmesi amel defterlerini anlatmakla yetindiği içindir. (Zira defter hesab görmek için tutulmaktadır). (Yapılan işlerin Allahü teâlâ tarafından bilindiğini, bilenen bu amellerin ayrıca kağıtlar üzerine yazılmasının), abes olduğunu ileri süren Mu’tezile, “Amel defterlerini” de (bu konudaki nasları te'vil ederek) inkâr etmiştir. Mizan ve amellerin tartılması bahsinde Mu’tezileye verdiğimiz cevap, bu inkâr için de cevaptır. Sual, haktır.Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, Allahü teâlâ (kıyamet günü) mü’min kuluna yaklaşarak (şefkat) kanatlarını üzerine gerer. Ve onu örter. Sonra buyurur ki: - Ey kulum (işlediğin) şu, şu günahları biliyor musun? - Evet ya Rabbî. Böyle böyle Hakk teâlâ onun tüm günahlarını bir bir sayar. O kadar ki, kul, 'artık ben mahv ve helak oldum', kanâatına varır. Bundan sonra Allahü teâlâ, “Bu günahları dünyada iken örtmüş ve gizli tutmuştum. Bu gün de af ve mağfiret ediyorum”, der. Bunun üzerine, sorgusu yapılan kişiye “sevaplarını ihtiva eden defteri verilir”. Hakk teâlâ kâfirlere ve münafıklara, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: “Rabların yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkâat! Allah'ın lâ'neti zalimlerin üzerine olsun!”. Havz-ı kevser, haktır.Zira Allahü teâlâ: “Biz sana kevseri verdik” (Kevser, 108/1), buyurmuştur. Peygamber (aleyhisselâm) de şöyle buyurmuştur: “Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha edebiyyen susamaz”. Bu konuda pek çok hadis mevcuttur. Sırat, haktır.Sırat, cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler. Cehennemlikler üzerinden geçerken ayakları sürçer (ve cehenneme yuvarlanırlar). “Böyle bir köprüden geçmek imkânsızdır. Geçmenin mümkün olduğu farz edilse bile; bu, müslümana eziyettir”, diyen Mu’tezilenin ekseriyeti sıratı inkâr'etmiştir. (Nassda geçen sırat, köprü manâsına değil, yol manâsına gelir). Cevap: Allahü teâlâ; böyle bir köprüden geçmeyi müslümanlara mümkün kılmaya ve kolaylaştırmaya kadirdir. Hatta bazı mü’minler bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları rehvan at üzerine binmiş kişiler gibi, vs. geçerler. Nitekim hadiste bu hususlara temas edilmiştir. “Cennet ve Cehennem, haktır.Çünkü bunların varlığını açıklayan âyet ve hadisler, kimse için gizli kalmayacak kadar apaçıktır ve miktarı da sayılmayacak kadar çoktur. İtiraz: Cennetle Cehennemi inkâr edenler şu gibi delillere sarılmışlardır: Cennet, “Eni yerin ve göklerin eni kadar” (Bk. Ali îmran, 3/132), diyen.nitelendirilmiştir. Unsurlar âleminde ve maddî dünyada bu genişlikte bir cennetin mevcut olması imkânsızdır. Felekler âleminde veya onun dışında diğer bir yerde mevcut olması mümkündür, denebilir ama; bu, hark ve iltiyamı (yani semâların delinmesini ve delinen yerlerin tekrar kapanmasını) gerektirir ki, bu da bâtıldır (Cennetle Cehennemin var olduğunu, fakat bunların hissi ve maddî değil, ruhani ve manevî olduklarını ileri süren filozoflar bu ve benzeri delillere dayanırlar). Cevap: Bu itirazın temeli, dayandığınız fâsid ve bâtıl esaslardır. Bu meselede (yukarıda ve) yerinde konuşmuş (ve bilgi vermiş) tik. “Cennet ve Cehennem mahlûk yaratılmış ve şu anda mevcuttur. Bu ifade tekrar ve te'kid içindir. Mu’tezilenin ekserisine göre Cennet ve Cehennem, amellerin karşılıklarının görüleceği (duruşmaların ve hesaplaşmaların yapılacağı kıyamet) günü yaratılacaktır. Delilimiz, Âdem ve Havva kıssası ve bunların Cennette iskân edilmeleridir. (Bk. Bakara, 2/35; A'raf, 7/19). “Cennet, müttekiler için hazırlandı” (Ali Imran, 3/133; Hadis, “57/21), “Cehennem kâfirler için hazırlandı” (Bakara, 2/24; Ali İmran, 3/131), gibi âyetlerin zahirinden anlaşılan ve Cennetle Cehennemin hazırlanmış bir halde bulunduğunu ifade eden manâ da bizim için delildir. Zira bu gibi âyetlerin zahirî manâlarını terketmek için bir zaruret yoktur. Buna karşı, “O âhiret yurdunu, yeryüzünde kibirlenmeyen ve fesad çıkarmayanlar için yaratırız” (Kasas, 28/83) gibi âyetler ileri sürülürse, deriz ki: Bu gibi âyetlerin devamlılığa, hale ve şimdiki zamana (da, istikbâle ve gelecek zamana da) delâlet etmesi muhtemeldir. (Bizim dayandığımız âyetlere karşı bu mealdeki âyetler ileri sürülebilir). Biz bunu bir an için kabul etsek bile Âdem (aleyhisselâm)'ın kıssasına karşı ileri sürülecek âyetler yoktur. İtiraz: Cennet ve Cehennem şu anda var olsalardı, Cennetteki yemişlerin helak, mahv ve yok olmaması câiz ve mümkün olmazdı. Zira Allahü teâlâ: “Cennetin yemişleri daimîdir” (Ra'd, 13/35) buyurmuştur. Fakat “Bir Allah'ın vechi ve zatı müstesna herşey helak (mahv ve fani) olucudur” (Kasas, 28/88) mealindeki âyete göre “Cennetteki yemişlerin helak olacağı” neticesini çıkarmanın bâtıl olması lazım gelmektedir. (Yani Cennet ilerde ve gelecekte yaratılmalıdır ki, daimî olduğu bildirilen yemişlerinin helak ve mahvolması neticesi ortaya çıkmasın). Cevap: Aşikârdır ki, Cennetteki yemişlerin aynen devamı mümkün değildir. Buradaki daimilikten maksat, bir yemiş bitince yerine diğerinin getirilmesidir. Bu ise (yani söz konusu şekildeki devamlılık) bir anlık ve lahzalık helake ve mahvolmaya aykırı değildir. Helak fenayı da gerektirmez, sadece “istifade edilir”, olmaktan çıkarır. (Helakten fenanın lazım geleceğini bir an için) kabul etsek bile “her mümkün hadd-i zatında mahv ve helak olucudur.” âyeti ile, imkân esasına dayanan bir varlık, vücûb ve zaruret esasına dayanan bir varlığa nisbetle (masiva Allahü teâlâ'ya nazaran) yok hükmündedir, gibi bir manâmn kasdedilmiş olması câiz ve mümkündür. “Cennet ve Cehennem bâkî ve dâimîdir, oradakiler de fâni değillerdir. Yani Cennetle Cehennem daimidir, yokluk onlara arız olmaz. Süreklidir. Zira Cennet ve Cehennemdekiler hakkında Allahü teâlâ: “Hâlidîne fihâ ebedâ” (onlar orada ebediyyen daimîdirler) (Beyyine, 96/8), buyurmuştur. Bu konuda, “Sadece Allah'ın zatı müstesna, her şey helak ve mahvolmaya mahkumdur” (Kasas, 28/88) mealindeki âyetin manâsını gerçekleştirmek için, velev bir an ve lahza için olsun, Cennetle Cehennem de helak olur, diyenler olmuştur. Fakat beka bu manâya aykırı olmaz (bir anlık ve lahzahk yokluk bekaya ve devamlılığa engel değildir). Kaldı ki, âyette fenaya delâlet eden bir şeyin bulunmadığını da öğrenmiş (helak fenayı gerektirmez, meselesini bellemiş) bulunuyorsun. Cehmiye (ve Cehm b. Safvan), “Cennet ve Cehennem de, burada bulunanlar da fanidir,” kanaatma varmıştır. Bu, Kur’ân'a, hadise ve icmaa aykıiı olan bâtıl bir sözdür. Delile dayanması bir yana, bir şüphe ve itiraz değerinde bile değildir. 32Kebîre“Kebîre (büyük günah)” Bu konuda değişik rivayetler vardır. İbn Ömer (radıyallahü anh) den büyük günahların dokuz olduğu rivayet olunmuştur: 1. Allahü teâlâ'ya şirk koşmak, 2. Haksız yere adam öldürmek (katl) , 3. Namuslu kadına iftira etmek, 4. Savaştan firar etmek, 5. Sihir (yapmak veya yaptırmak), 6. Yetim malı yemek, 7. Müslüman olan anne ve babaya itaatsizlik etmek, 8. Mescid-i haram'da günah, işlemek, 9. Ebu Hureyre (radıyallahü anh) buna riba, yani faiz yemeyi, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ise hırsızlığı ve şarap içmeyi eklemişlerdir. Zararı, yukarda sayılan günahlar kadar veya daha büyük olan her günah kebîredir, diyenler de olmuştur. Şeriat sahibi (olan Allahü teâlâ ve Peygamberi) nin, özellikle tehdidde bulundukları (ve karşılığında ceza koydukları) her şey kebîredir, denilmiştir. İnsanın, üzerinde ısrar ettiği her günaha kebîre denir, af ve istiğfar konusu yaptığı her günaha s a ğ î r e (küçük günah) denilmiştir. Kifaye müellifi (Nureddin Sabuni) şöyle der: “Doğru olan odur ki kebîre ve sağire izafi ve nisbi iki isimdir. Zatları itibariyle ne oldukları bilinemez. Bir günah, daha büyük bir günaha nisbetle sağîre (ve küçük günah) tır. Aynı günah, kendisinden daha küçük olan bir günaha nazaran kebîredir. Mutlak kebîre küfür ve şirktir. Zira ondan daha büyük bir günah yoktur. Fakat burada kebîreden maksat, küfrün dışında kalan büyük günahlardır”. “Kebîre büyük günah, bir mü’mini imân dairesinin dışına çıkarmaz. Zira imanın hakikati olan tasdik, mü’minde bakîdir, devam etmektedir. “Kebîre sahibi ne mü’mindir, ne de kâfir”, diyen Mu’tezile bu noktada da aksi bir kanâata sahip olmuştur. îki menzile arasında bir menzile dedikleri şey budur. Amelin imandan bir parça olduğu inancından ve temel görüşünden hareket eden Mu’tezile bu sonuca ulaşmıştır. “Kebîre, imânlı bir insanı küfre sokmaz. Halbuki Haricîlere göre kebîre sahibi kâfir olur. Zira onlara göre kebîre, hatta sağire işleyenler kâfirdirler. Çünkü onlara göre küfürle iman arasında orta bir derece yoktur. Bu konudaki bizim delillerimiz şunlardır: 1. İlerde görüleceği gibi, imanın hakikati kalbin tasdikidir. O halde iman vasfını taşıyan bir insan, bu vasfa zıd olan bir şeyi (inkâr, redd) kendinde bulundurmadığı sürece mü’min olmaktan çıkmaz. Sırf şehvetin, nefsanî arzuların, kıskançlığın, çekememenin ve tenbelliğin galebe çalması ve şevkiyle günaha teşebbüs eden ve kebîre işleyen kimsenin bu hali kaîbteki tasdike aykırı olmaz. Özellikle bu nevi davranışlar ceza görme korkusu, affedilme ümidi ve günahtan tevbe etme azmi ile beraber yapılırsa, kalbteki tasdike hiç muhalif olmaz. Evet, bu gibi günahlar, “haramı helâl sayma veya haram ve helâli hafife alma”, suretiyle işlenirse, küfür olur. Çünkü bu gibi şeyler tekzib alâmetidir. Şâri, yani Allahü teâlâ ve Resulü, bazı günahları tekzib (ve İsîâmı yalanlama) alâmeti kılmıştır, bu konuda tartışma yoktur. Bunun böyle oluşu da şer'i delillerle malum olmuştur. Puta tapmak, mushafı necis olan şeylerin içine atmak, küfür olan sözler söylemek... vs. gibi. Bu gibi şeylerin küfür olduğu delillerle sabittir. “îman; tasdik ve tasdik edileni ikrardan ibaret olunca, tekzib ve şüphe içinde bulunma durumu gerçeklik kazanmadığı sürece, tasdik ve ikrar edici durumda bulunan bir şahsın, küfür cinsinden olan herhangi bir fiil ve söz sebebiyle kâfir olmaması uygun olur”,, şeklinde ileri sürülen söz ve iddia da böylece halledilmiş olur. 2. Âyet ve hadisler âsi ve günahkâr olan şahıslara mü’min ismini vermekte ve bu ismin verilebileceğini ifade etmektedir. Misal: “Ey iman edenler, adam öldürme hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı” (Bakara, 2/178); “Ey iman edenler, Allahü teâlâ'ya nasûh tevbesiyle (ve samimi bir şekilde) tevbe ediniz” (Tahrim, 66/8); “Eğer mü’minlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz...” (Hucurat, 49/9). Bu manâya gelen daha pek çok âyet vardır. 3. Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin isteneceği konusunda Peygamber (aleyhisselâm)'in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet icma etmiştir. Halbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde yine ümmet ittifak halinde bulunmaktadır. Mu’tezilenin delilleri: 1. Kebîre işleyenin fâsik olduğu hususunda ittifak eden îslâm ümmeti (ve âlimleri); a) Mü’min, b) kâfir, c) münafık olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir, (a) şıkkı Ehl-i sünnetin, (b) şıkkı Haricîlerin, (c) şıkkı Hasan Basrî'nin mezhebidir. Bu durum karşısında biz, ihtilaflı olan hususu bir yana bırakarak, üzerinde ittifak edilen hususu esas alarak, “o fâsıktır; mü’min kâfir ve münafık değildir,” dedik. Cevap: Bu, Selefin, “iki menzile arasında bir menzile yoktur” konusundaki icmaına aykırı olarak ortaya atılan bir görüş olduğu için bâtıldır. 2. Kebîre işleyen mü’min değildir. Zira, “Mü’min olan fâsık olan gibi midir? Bunlar eşit olmazlar” (Secde, 32/18) buyrulmuş, burada mü’min fâsıkâ mukabil (ve ona zıd bir şekilde) zikredilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Zina eden bir kimse, zina ettiği sırada mü’min değildir” ; “Emaneti olmayan ve ona riayet etmeyenin imanı da yoktur”, buyurmuştur. Kebire sahibi kâfir de değildir. Zira büyük günah işleyenlerin idam edilmedikleri, irtidat edenlere mahsus olan hükümlerin onlara tatbik edilmediği ve öldükleri zaman müslümanların kabristanına gömüldükleri konusundaki ümmetin icmaı tevatüren nakledilmiştir. Cevap: Âyetteki fâsiktan maksat kâfirdir. Çünkü küfür fâsiklı-ğm en büyüğüdür. (Her kâfir fâsıktır ama her fâsık kâfir değildir). Hadisler insanları günahlardan menetmede mübalağa ve tağliz (insanı kebîreden vaz geçirmede abartmalı ve sert bir ifade kullanmak) yolunda irâd edilmiştir. Fâsıkın, mü’min ve kâfir olduğunu ifade eden âyet ve hadisler bunun delilidir. Hatta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), soru sormada mübalağa ederek direnen Ebu Zer'e, (imâm olan bir kimse): “Zina da etse, hırsızlık da yapsa, Cennete gidecektir, Ebu Zer'in burnu yerde sürtse de” buyurmuştur. Haricîlerin delilleri: Haricîler fâsıkm kâfir olduğunu ifade eden nasların zahirlerini delil getirmişlerdir. Hakk teâlâ şöyle buyurur. “Allah'ın indirdiği (dini hükümler) ile hükmetmeyenler kâfirdirler” (Maide, 5/44, 45, 47); “Bundan sonra kâfir olanlar yok mu, işte fâsık onlardır” (Nur, 24/55) (Sünnî olduğunu söyleyen bugünün Haricileri de müslümanlara kâfir derken bu âyetlere dayanırlar). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “Kasten namazı terkeden kafir olur.” buyurmuştur. (Âhiretteki) azabın kâfirlere mahsus olduğunu ifade eden naslar vardır. Hakk teâlâ buyurur ki: “Şüpyesiz ki, azab, yalanlayan ve yüzçevirenedir”. (Taha, 20/48, Hak olana yalan diyen ve ondan yüz çeviren üzerine azab vardır). “Cehennem ateşine yalanlayan ve yüz çeviren en şaki kimseden başkası yaslandırılmaz” (Leyi, 92/16), (Nahl, 16/27) vs. Cevap: Bu nasların “Şüphesiz ki, bugün rezil-rüsvay olmak ve kötülük kâfirler üzerinedir”zahirî manâları terkedilmiştir (nazar-i itibara alınmaz). Zira kebîre sahibinin kâfir olmadığı konusunda kesin naslar bulunmaktadır. Ayrıca, yukarıda da işaret edildiği gibi, kebîre sahibinin kâfir olmadığı meselesinde icma akdolunmuştur. Haricîler, esasen akdolunan icmam haricinde kaldıkları için onlara ( ve görüşlerine) itibar edilmez. |