11 METİNGünahların AffıAllahü teâlâ, kendisine şirk koşulmasını affetmez. “Allahü teâlâ, kendisine şirk koşulmasını affetmez” (Nisa, 4/48, 116) Bu konuda (bütün) müslümanların icmaı vardır. Fakat İslâm uleması (şer'an ve dinen mağfiret edilmesi câiz olmayan) “şirk günahını Allah'ın affetmesi acaba akıl yönünden câiz midir, değil midir” konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre, şirkin affedilmesi aklen câizdir. Affedilemiyeceği sadece sem'î ve şer'i delillerle bilinmektedir. Diğer bazıları bunu imkânsız görür ve derler ki: İyi ile kötü arasında fark görmek hikmetin gereği ve hükmüdür. Küfür, işlenen cinayetlerin ve günahların en büyüğüdür. Prensip itibariyle küfürden haram olma hükmünü kaldırıp mubah kılma ihtimali yoktur. Şu halde bu günah konusunda af ve sorumluluktan kurtulma ihtimali yoktur. Bir de kâfir, küfrün hak ve doğru bir şey olduğuna itikad etmekte ve bu günahın mağfiretini ve affını talep etmemektedir. Onun için kâfirin affedilmesi hikmete de Uygun değildir. Ayrıca küfür; ebedî ve daimî bir itikaddır. Onun için cezanın da müebbed ve sürekli olması lazım gelmektedir. Fakat diğer günahlarda bu durum yoktur, aksi vardır. Allahü teâlâ, şirk hariç dilediği kimselerin büyük-küçük günahlarını af eder. Günah işleyen kişi, ister tevbe etsin, ister etmesin. Günah işleyen kişi, ister tevbe etsin, ister etmesin. Fakat bu fikre Mu’tezile karşı çıkmıştır. Bu hüküm bu şekilde takrir ve ifade edilirken zikredilen (Nisa sûresinin 48.) âyetin affa delâleti mülahaza edilmiş ve dikkate alınmıştır. Bu manâya gelen daha pek çok âyet ve hadis vardır. Mu’tezile bu nevi naslan küçük günahlara ve bir de sonradan tevbe edilen, pişmanlık duyulan büyük günahlara tahsis eder. (Nasların umumî olan şümulünü daraltır ve daha özel hale getirir). Mu’tezile bu konuda iki nevi delile sarılır: 1. (“Allahü teâlâ'ya ve Resulüne asi olanlar Cehennemde ebedî kalırlar”, (Cin, 72/23) “Kasten bir müslümanı öldürenin cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır”, (Nisa, 4/93), gibi) âsiler hakkındaki vaıd ve tehdidle ilgili âyet ve hadisler. Cevap: “Bu gibi naslardaki hükmün umumî olduğu kabul edilse bile, bunlar vücûba değil, vukua delâlet eder. (Allah'ın kebire sahibini Cehennemde yakması mümkün ve vakîdir, ama mutlaka şart ve zaruri değildir). Kaldı ki, af konusunda da pek çok nas vardır. O sebeple, affa uğrayan günahkârları, vaîd ve tehdidin şümulünden istisna etmek gerekir. Bazılarının iddiasına (yani Eş'arîlere) göre, vaîd ve tehdidden caymak keremdir, fazilettir. Allahü teâlâ hakkında bu câizdir. Muhakkikler (ve dinî hakikatları daha iyi bilenler) bu kanâati kabul etmemişlerdir. Bu rîasil câiz olur? Çünkü bu, “Sözü değiştirmektir” (tebdil-i kavldır). Halbuki Allahü teâlâ: “Bizim katımızda söz değişmez”, (ben kullara zulmetmem, Kaf, 50/29) buyurmuştur. 2. Günahkâr kişi, günahından dolayı cezalandırılmayacağını bilirse; bu, onun günah üzerinde olmasını takrir ve tasvib etmek, başkasını da o günahı işlemeye teşvik etmek manâsına gelir. Bu ise peygamber göndermedeki sır ve hikmete aykırı olur. Cevap: Sırf affı câiz ve mümkün görmek, “ceza görülmeyecektir”, şeklinde bir zannın bile ortaya çıkmasını icab ettirmez. Bu konuda kesin bir bilginin ve kanâatin ortaya çıkmasına neden sebep olacak? Böyle bir zan ve kanâat nasıl ortaya çıkar ki, vaid ve tehdid, konusundaki naslar son derece korkutucudur, her bir şahsa göre azabın vaki olacağı ihtimalini kuvvetlendirmekte (ve galib bir zan haline getirmekte)dir. Zecr, (men, tehdid ve müeyyide)nin bu kadarı yeterlidir. Sağıre işleyen kişi, büyük günahlardan ister sakınsın ister sakınmasın, “küçük günahlardan dolayı ceza görmesi câizdir” Zira bunlar da: “Allahü teâlâ, şirk hariç öbür günahları dilerse affeder” (Nisa, 4/48,116); “Küçük-büyük, zabtetmedik hiç bir günah bırakmamıştır” (Kehf, 18/49) gibi âyetlerin şümulüne girer. Son âyetteki “zabt” (i h s â ) sadece sorguya çekmek ve yapılanın karşılığını vermek için söz konusu olur. Bu konuda daha başka âyet ve hadisler de vardır. Mu’tezileye göre, büyük günahlardan kaçman bir kimsenin küçük günahlardan dolayı azab görmesi câiz olmaz. Fakat bu, “ceza görmesi akıl yönünden imkânsızdır”, manâsına gelmez. Aksine bu, sem'i ve naklî deliller ve naslar mevcut (ve Allahü teâlâ bu konuda teminat vermiş) olduğu için “küçük günah işleyenlerin azab çekmeleri” vaki ve câiz olmaz, manâsına gelir. Meselâ Cenab-ı Hakk “Eğer menedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızın üzerini örter ve onları bağışlarız” (Nisa, 4/31), buyurmuştur. Cevap: Mutlak kebire küfürdür. Çünkü eksiği olmayan en büyük günah odur. Âyette “kebîre” kelimesinin “kebireler” ( kebâir) şeklinde çoğul olarak getirilmesi, hüküm itibariyle hepsi bir bile olsa, (putperestlerin küfür tarzı, Mecusilerin küfür şekli, Hıristiyanların kâfir olma biçimi gibi) nevilerine nisbetledir. Veya kâfir olan muhataplardan ve fertlerden birinde mevcud olan küfre nazaran kebîre kelimesi çoğul yapılmıştır. Bir çoğulun diğer bir çoğul ile karşı karşıya getirilmesi (ve, “eğer kaçınırsanız, kebîrelerden” denilmesi, bu cemiler içinde var olan ferdierin ve) teklerin de teklere bölünmesini gerektirir. Meselâ, “topluluk bineklerine bindiler” ve “elbiselerini giyindiler” cümlelerinde olduğu gibi. (Buradaki cemiler topluluk içindeki her ferdin birden fazla bineği ve elbisesi olduğu manâsına gelmez, çoğul olan binekler ve elbiseler, yine çoğul olan topluluk içindeki fertlere teker teker taksim olunur. Âyette “kebîreler” denilmesi de böyledir, muhataplar arasında birer birer bölüşülür, bir ferdin birden başka kebîresi, yani şirk ve küfür günahı olmaz). Küçük günahtan dolayı azab görmek mümkün olduğu gibi büyük günahların affedilmesi de câizdir. Biraz evvel müellif Ömer Nesefî bu hususu söz konusu etmişti. Ancak “işlenen günahtan ötürü kınanmamak ve sorguya çekilmemek” için af tabiri kullanıldığı gibi, aynı husus için mağfiret tabiri de kullanılır. Bu hususun bilinmesi için ifadeyi tekrar etmiştir. Aynca af konusunun şu ifadesiyle de ilgili olmasını istemiştir: Allahü teâlâ, günahları, helâl sayılarak işlenmediği takdirde affeder. İşlenen günahı ve kebâiri helâl saymak, küfürdür. Çünkü, helâl saymak, kalbteki tasdike aykırı olan tekzib manâsına gelir. Âsilerin ve günahkârların Cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eden naslar işte bu esasa göre tevil edilir veya onlara iman ve mü’min ismini vermemekle izah ve tefsir edilir. (Yani büyük günah işleyenler, şayet işledikleri şeyin helal olduğuna inanırlarsa, o zaman Cehennemde ebedi kalırlar, denilmek suretiyle naslar, tevil edilir, yorumlanır veyahut da “bu nevi büyük günahları işleyenler, esasen imanı olmayan kimselerdir”, denilmek suretiyle kendilerine iman ve mü’min ismi verilmez, “Onlar Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe iman ettik derler ama, esasen mü’min değillerdir”, [Bakara, 2/8] âyetinde olduğu gibi kebîre sahibi mü’minler, kebîre sahibi kâfirlerden istisna edilmiş olur). 33Şefaat“Kebîre sahipleri hakkında peygamberlerin ve hayırlı mü’minlerin şefâatta bulunma yetkileri vardır. Bu husus, meşhur hadislerle sâbittir.” Mu’tezile bu konuda Sünni görüşüne muhalefet etmiştir. Bu ihtilaf, biraz evvel temas edildiği gibi “şefaat sözkonusu olmadan (Allah'ın kulunun günahını) af ve mağfiret etmesi câiz olunca, şeraatla câiz-olacağı, çok daha fazla tabiîdir”, şeklinde temel görüşe dayanmaktadır. Mu’tezile onu câiz görmediği için bunu da câiz görmemiştir. Delillerimiz: “İmanlı erkekler, kadınlar ve kendi günahın için af dile” (Muhammed, 47/19). (Hazret-i Peygamber'in mü’minler için af dilemesinin faydası yoksa, bu âyetin manâsı nedir?) “Onlara (yani kâfirlere) şefâatçıların şefaati fayda vermez” (Müddessir, 74/48). Bu cümlenin üslûbu ve ifade şekli esas itibariyle' şefaatin var olduğunun delilidir. Aksi halde hallerini kötülemek ve içinde bulundukları sıkıntılı durumun mahiyetini ortaya koymak için, “kâfirlere, hiç bir şefaatçinin şefaatinin faydası olmaz” demenin manâsı olmazdı, Bu gibi yerlerde kullanılan bu nevi ifadeler, sadece kâfirlere mahsus olan alâmetleri ifade eder, onlarla başkaları arasında müşterek olan nitelikleri göstermez. (Şefâatcıya sahip olmama sadece kâfirlerin özelliğidir), Buradaki hükmün kâfirlerle ilgili olmasından maksad, onlardan başkası da “şefâatcıya sahip olmaz” (ve kâfirlerin haricinde kalan kimselerin şefâatcıları da kendileri için faydalı olamaz) demek değildir. Onun için bu âyet, “muhalif mefhuma” inananları reddetmek için de delil değildir. (Şâfiîlere göre muteber olan mefhum-i muhalefet Hanefîlere göre muteber değildir. Onun için bu âyetle, “mademki şefaatin kâfirlere faydası yoktur, o halde mü’minlere faydası vardır”, şeklinde şefaat için delil getirilmemiştir. Tersine şefâatın cevazı bu âyetin üslûbundan ve ifade tarzından çıkarılmıştır: Ey kâfirler, siz öyle kötü ve zor bir. durumdasınız ki, herkese faydası olan şefâatın bile size menfaati olmaz!, denmek istenmiştir.) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in: “Şefaatim, ümmetimden kebîre sahipleri içindir”, buyurması da şefaat için bir delildir. Bu meşhur bir hadistir. Hatta bu konudaki hadisler mânâ yönünden mütevatirdir. Mu’tezilenin delilleri: “Hiç bir kimsenin, diğer bir kimseden faydalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği... günden korunun.” (Bakara, 2/48), “Zalimlerin ne bir dostu, ne de itaat edecekleri bir şefâatcıları vardır” (Gâfir, 40/18), gibi âyetler. Cevap: Bu ve benzeri nasların bütün şahıslara, zamanlara ve hallere delâlet eden umumî bir ifade olduğunu kabul etsek bile (ki önce bunu kabul etmeyiz, ama kabul ve teslim ettiğimiz farzedilse dahi) birbirine muarız bulunan ve âyet ve hadis neviden olan) delilleri telif etmek için bu çeşit nasları kâfirlere tahsis etmek gerekmektedir. Af ve şefâatm esası, Kur’ân, hadis ve icmaa dayanan kesin delillere istinad ettiği için Mu’tezile, “mutlak olarak küçük günahların, tevbeden sonra da büyük günahların affını kabul etmiş” ve, “şefaat (günahların affına vesile değildir, sadece) sevabın artmasını temin eder”, demiştir. Fakat bunlar hatalı görüşlerdir. Birinci şıkkın yanlış oluşu, şundandır: Mu’tezileye göre büyük günahtan tevbe eden veya büyük günahlardan kaçınmak şartiyle küçük günahları işleyen, esasen onlara göre azabı hak etmiş değildir. Onun için de affın manâsı yoktur, İkinci şıkka gelince, naslarda bahis konusu edilen şefaatin; işlenen cinayet ve günahtan af taleb etmek manâlına geldiği (ve sevabı artırmaktan ibaret olmadığı) hususunda şübhe yoktur. Tevbesiz vefat etmiş olsalar dahi, kebîre sahibi olan Müslümanlar, Cehennemde ebedî olarak kalmazlar. Delilleri: “Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görecektir” (Züzal, 99/7). İmanın kendisi hayırlı bir ameldir; “Cehenneme girmeden evvel (Cennette) bunun karşılığı görülür, sonra ebedî olarak yanmak üzere Cehenneme girilir,” demek mümkün değildir. Zira bunun bâtıl olduğu konusunda icmâ ve ittifak vardır. Şu halde geriye, (işlenen günah miktannca ve Allah'ın dilediği zamana kadar) Cehennemde kaldıktan sonra oradan çıkmak şıkkı kalır. “Allahü teâlâ, mü’min erkeklere ve kadınlara, altından ırmaklar akan Cennetler vaad etmiştir” (Tevbe, 9/73), “İman edip salih ve iyi amel işleyenlerin ağırlanacakları yer Firdevs Cennetidir” (Kehf, 18/107). Müslümanların cennetlik olduklarına delâlet eden bunlar gibi daha pek çok nas vardır. Ayrıca, günah sebebiyle bir müslümanın iman dairesinden çıkmayacağı, yukarıda kesin delillerle gösterilmişti. Bir de şu var: Cehennemde ebedî kalmak, cezaların en büyüğüdür. Onun için Cehennemde ebedî kalmak, en büyük cinayet ve günah olan küfre karşılık kılınmıştır. Bu büyük ceza ile kâfir olmayanlar (günahkâr müslümanlar) da cezalandırılırsa, cezanın cinayetten ve suçtan fazla olması lazım gelirdi. Bu ise adalete sığmaz. Mu’tezileye göre, Cehenneme girenler orada ebedî olarak kalırlar. Zira Cehenneme ya kâfir veya tevbesiz ölen kebire sahibi girer. Günahsız olanlar, veya günahına tevbe edenler veyahut da kebîreden sakınmak şartıyla küçük günah işleyenler esasen Cehennemlik değillerdir. Nitekim bununla ilgili Mu’tezilenin dayandığı esâslar anlatılmıştı. Mu’tezileye göre, kâfirin Cehennemde ebedî kalacağı konusunda icma ve ittifak vardır. İki bakımdan kebire sahibi de aynı durumda- 1. Kebîre sahibi azaba müstehak olmuştur, Azab, daimî ve hâlis zarar demektir. Şu halde bu manâdaki zarar ve azab daimî ve halis menfaat demek olan sevabı hak etmeye aykırıdır. Cevap: Azabın tarifindeki “daimî” kaydını kabul etmiyoruz. Hatta onların kasdettikleri manâda “müstehak olmak” veya “hak etmek” kavramlarım da kabul etmiyoruz. Çünkü onların “istihkak” ve “hak etmek”ten anladıkları isticabdır, yani amelin karşılığını zaruri olarak almaktır. Halbuki sevap Allah'ın bir fazlı ve lütfudur, azab da adaletidir. Bundan dolayı Hakk teâlâ kebîre sahibine dilerse azab eder, dilerse bir süre azab ettikten sonra Cennete sokar. 2. Kebîre sahibinin 'Cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eden naslar: “Kim, bir mü’mini kasden öldürürse, cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır” (Nisa, 4/93), “Kim Allahü teâlâ'ya ve Resulüne âsi olur ve onun hududuun tecavüz ederse, Allahü teâlâ onu ebedî kalmak üzere Cehenneme sokar” (Nisa, 4/14. Muhalled fi'n-nâr, hulûd), “Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, ebedî olmak üzere Cehennemliklerdir” (Bakara, 2/81). Cevap: Bir müslümam, sırf müslüman olduğu için, kâfirden başkası katletmez. Allah'ın cizdiği bütün sınırları tecavüz eden... ve günahı her taraftan kendisini çeviren ve kuşatan... kişi için söylenecek söz de aynıdır. (Sırf Allahü teâlâ çizdi, diye bir sınırı, kâfirden başkası aşmaz). Hulûd'dan, asli ve lafzi manânın kasdedildiği kabul edilse bile, hulûd bazan, bir yere uzun süre kalmak manâsında da kullanılır: “Sicnûn muhaledün (müebbed hapis) sözünde olduğu gibi. “Hulûdun daima” “ebedilik' manâsına geldiği kabul edilse bile bu sefer, hulûda ve ebediyete de'âlet eden naslar (kebîre sahibi için) hudûd ve ebedîlik olmadığına delâlet eden âyetlere muarız olur, (onlarla çatışır ve çelişir. Onun için de hulûda delâlet etmeyen naslar esas alınarak öbürleri buna göre te'vil edilir ve yorumlanır, böylece aradaki çatışma ve çelişme hali ortadan kaldırılır. Hulûda delâlet eden âyetler kâfirlere tahsis e/dilerek nasların arası telif edilir). 34İMAN MESELESİ1. İmanın MahiyetiLügatte iman; tasdik etmek, yani haberi veren zatın anlattığı hükme gönüllü olarak boyun eğerek onu kabul etmek ve o hükmü doğru saymaktır. İman, “if‘al” vezninde, “emn” kökünden gelir. “Ona iman etti” demenin hakikati, “onu (dinî akideleri) yalanlamadan ve (ilahî hükümlere) muhalefetten emin kıldı”, manâsına gelir. “Âmane” fiili “l” ve “b” harf-i cerleriyle müteaddi olur: “Sen bizim için inanıcı değilsin” (bi-mü'minin lenâ (Yusuf, 12/171), yani bizim için tasdik edici değilsin (bize inanmazsın, bizi tasdik etmezsin) demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: “el-îmanu en-tü'mine bi'llah...” (İman Allahü teâlâ'ya... iman etmendir), yani tasdik etmendir buyurmuştur. (Âyette, “âmene” l, hadiste 'b' harf-i çeri ile müteaddi olmuştur). Tasdikin hakikati ve mahiyeti, gönüllü olarak benimseme ve kabul etme sözkonusu olmaksızın, haberin ve haber verenin doğruluğu ile ilgili olarak kalbte (ve zihinde) meydana gelen bir nisbet (şu haber doğrudur, şu haberi veren sâdıktır şeklinde bir hüküm) değildir. Aksine, “tasdik” “teslim olmak” denilecek şekilde ve ölçüde bu nisbeti iz'an, yani gönüllü olarak benimsemek ve kabul etmektir. Nitekim İmâm Gazali (radıyallahü anh) bu hususu açıkça ifade etmiştir. Kısaca iman ve tasdik farsçada: “girevîden” (inanmak, tasdik etmek, boyun eğmek, tabi olmak, doğurmak) kelimesiyle ifade edilen manâdır. Mantık ilminin baş tarafında, “ilim ya tasavvur veya tasdik olur”, denilmek suretiyle ifade edilen ve tasavvura mukabil olan tasdikin manâsı da budur. Bu hususu mantıkçıların ve filozofların reisi îbn Sina açıkça ifade etmiş (ve mantıktaki tasdikin, “gireviden” ile aynı olan lügat manâsında kullanıldığım belirtmiş) tir. Bu manâ bazı kâfirlerde mevcut olsa, “üzerinde tekzib ve inkâr alâmeti ve emmaresi”, bulunması yönünden o nevi kimselere kâfir adı verilir. Farzedelim ki, bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in getirdiği ve haber verdiği her şeyi tasdik ve ikrar etmiş, ayrıca ona göre de amel etmiştir. Fakat bununla beraber ihtiyarî olarak zünnar (dinleri icabı papazların bellerine bağladıkları kuşak) kuşanmış ve iradesiyle putlara tapınıştır. Bu nevi fiilleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i tekzib ve inkâr alâmeti kıldığından biz o kimseyi kâfir sayarız. Anlatılan sözlerin hakikatim ve mahiyetini kavramak, iman meselesinde ortaya çıkan bir çok müşkil konuların halledilmesi yolunu açar ve bunların çözümünü kolaylaştırır. Tasdikin manâsının hakikati ve mahiyeti bu şekilde bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, malum olsun ki, şeriatta vs dini manâda: “İman, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem’in Allahü teâlâ'dan getirdiği şeyleri tasdîk ve ikrar etmektir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in Allahü teâlâ tarafından getirdiği zarurî ve kesin olarak bilinen şeylerin tümünü icmalen (toptan, kısaca ve özet olarak) kalb ile tasdik etmektir. (Buna göre lügatteki tasdik umumî, şer'i tasdik hususîdir). îmanın hakkını ödemek (ve bununla ilgili sorumluluktan kurtulmak) için bu kadarı kâfidir. Şu halde Allah'ın varlığını ve sıfatlarım tasdik eden bir müşrik, şer'î manâda değil de, sadece lügat manâda mü’min olur. Zira, müşrik tevhidi ihlâl etmiştir. (Kelime-i tevhidin sadece Allahü teâlâ kısmını kabul edip peygamber kısmını kabul etmediği için imâm eksiktir). Allahü teâlâ; “Onların çoğu, sadece şirk koştukları halde Allahü teâlâ'ya iman ederler.” (Yusuf, 12/106) âyetinde buna işaret etmiştir. İkrar, tasdik edileni dil ile ifade etmektir. Ancak tasdik (hiçbir zaman ve hiçbir şekilde) sakıt olması ihtimali bulunmayan bir şart iken, bazan ikrarın düşmesi ihtimal dahilindedir. Nitekim ikrah ve cebir halinde bu durum söz konusu olur. (Dilsizler için de durum böyledir). İtiraz: Gaflet ve uyku halinde olduğu gibi, bazı durumlarda tasdikde baki ve daimî olmamaktadır. Cevap: Tasdik kalbte bakîdir. Zühul, sadece kalbte var olan tasdikle ilgilidir. Yani tasdik kalbte vardır da insan bazan bunun farkında değildir. Bu itirazı biran için kabul etsek bile, bu sefer de şöyle deriz: Şârî (olan Allahü teâlâ ve Resulü), “Gerçekleştirilen ve ondan sonra da kendisine zıddı Colan küfür ve inkâr) arız olmayan kalbin tasdikini, bakî ve daimî olan tasdik hükmünde tutmuştur”. Onun içindir ki, mazide veya halde iman edip te, kendisine tekzib alâmeti arız olmayan herkese mü’min ismini verilmektedir. Müellif Ömer Nesefî'nin, imanı “tasdik ve ikrardır”, şeklindeki tarifi ulemadan bazılarının mezhebi ve görüşüdür. Şemsul-eimnıe ve Fahrul-islâm da bunu tercih etmişlerdir. Muhakkik olanların cumhuruna (ve özellikle Eş'arilere) göre; iman, kalb ile tasdikten ibarettir. İkrar, sadece dünyevi (ve hukukî) hükümlerin tatbik edilmesi için şart kılınmıştır. Çünkü kalbteki tasdik gizli bir iştir, bu tasdikin açıkta bir alâmetinin bulunması şarttır. Bu duruma göre kalbi ile tasdik edip te bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyevî (ve hukukî) hükümler itibariyle mü’min olmasalar bile Allahü teâlâ nezdinde mü’mindirler. Münafıklarda olduğu gibi, diliyle ikrar edip te kalbiyle tasdik etmeyenler için ise aksi bir durum vardır. Şeyh Ebu Mansur Maturidi (radıyallahü anh)nin tercihi de budur. Naslar bu kanâatta olanları desteklemektedir: “Allahü teâlâ, işte bunların kalbine imanı yazmıştır” (Mücadele, 58/22), “Kalbi imanla dolu olduğu halde, zor ve cebir altında tutulan kimse müstesna, iman ettikten sonra küfredip kalbini kâfirliğe açanlara Allah'ın katında bir gazab vardır; büyük azab da onlar içindir” (Nahl, 16/106), “İman henüz kalblerinize girmedi” (Hucûrat, 49/14) gibi âyetler bu fikri kuvvetlendirir. Peygamber (s,a.) şöyle dua ederdi: “Allah'ın, kalbimi dinin ve taatin üzerinde sabit kıl. “La ilahe illallahü”, demesine rağmen (kâfirdir, diye) bir kişiyi öldüren Üsame'ye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (kelime-i tevhidi söylediği halde onu niçin öldürdün? diye sormuş, “bunu söylemesi ölümden kurtulmak içindi”, cevabını alınca, bunu nereden biliyorsun?) “kalbini açıp baktın mı?”, buyurmuştu. İtiraz: Evet iman tasdiktir, bu doğrudur. Lakin, lügat ehli (ve Arapça konuşanlar), iman sözünden, (kalbin değil, sadece) dilin tasdikinden başka bir şey anlamıyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, bir kimsenin mü’min olması için kelime-i şahadeti söylemesini yeterli görüyor, kalbindekinin ne olduğunu sormadan ve araştırmadan onun imanının muteber olduğuna hükmediyorlardı. Cevap: Aşikârdır ki, tasdikte muteber olan (dilin değil) kalbin ameli ve hükmüdür. Hatta tasdik kelimesinin bir manâya karşılık olarak ortaya konulmadığını ve kullanılmadığım veya bu kelimenin “kalbin tasdiği”nden başka bir manâ için ortaya konulduğunu ve kullanıldığını farzedelim. O zaman lügat ve örf ehlinden, yani bir dili anlaşarak konuşan kimselerden hiçbiri «saddaktü» (tasdik ettim) kelimesini söyleyen bir kimsenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i tasdik ettiğine ve ona iman ettiğine hükmedemezdi. (Onun için dil ile tasdik ve iman kalbteki kabulün ifadesi sayılmıştır. Yani dilin fiili ve ameli olan tasdik ve iman, kalbin fiili ve ameli olan tasdike ve imana delâlet etmezse, örf ve lügat yönünden iman ve tasdik sayılmaz). Bundan dolayıdır ki, dil ile ikrarda bulunanlardan bazılarının imanını reddetmek sahih ve doğru olmuştur: Allahü teâlâ buyurur ki: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe imân ettik derler, halbuki onlar mü’min değillerdir” (Bakara, 2/8). (Şu halde iman dilin tasdiki değildir). “Bedeviler, iman ettik", dediler. De ki, iman etmediniz ama îslâm olduk, deyiniz” (Hucurat, 48/14). (Yani iman ettik demekle zahirî bir teslimiyet gösterdiniz, gönülden iman etmiş olmadınız). Sadece dil ile ikrar eden bir kimsenin lügat (ve örf) yönünden mü’min adını alacağı ve zahirine bakılarak imanla ilgili hükümlerin kendisine uygulanacağı hususunda ihtilaf yoktur. Tartışma konusu olan husus, böyle bir kimsenin Allahü teâlâ ile kendisi arasındaki münasebetler yönünden mü’min olup olmaması konusudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ondan sonra gelenler kelime-i şahadet getirenlerin mü’min olduklarına hükmettikleri gibi münafıkın da kâfir olduğuna hükmederlerdi. Bu durum, iman konusunda sadece dilin fiilinin yeterli olmadığını gösterir. Ayrıca, “kalbi ile tasdik eden, bu tasdiki dil ile ikrar etmeye karar veren, fakat dilsizlik gibi bir engel sebebiyle bunu yapamayan bir kimsenin mü’min olduğu konusunda”, icma akdedilmiştir. Çok açık olarak görülmektedir ki, Kerramiyenin zannettiği gibi, imanın hakikati ve mahiyeti “iki şahadet kelimesinin sadece dil ile söylenmesinden ibaret”, değildir. |