12 METİN2. İmanın Artması-EksilmesiFıkıh, hadis ve kelâm âlimlerinden cumhûrun mezhebi, “iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla icradır”, (tasdîkun bi'l-cenan, ikrârun bi’l-lisân ve amelun bi’l-erkân), şeklinde tarif ettiklerinden, Müellif Ömer Nesefî, bunu redde işaret ederek dedi ki: “Amel ve tâatlar ibâdet ve ibâdet nev’inden olanlar, esas itibariyle artış gösterir, azalır ve çoğalırlar. Halbuki îman, ne artar, ne de eksilir. Burada iki husus söz konusudur: 1. Ameller iman (ve akîde kavramın)a dahil değildir. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi imanın hakikati ve mahiyeti tasdiktir. Bunun diğer sebepleri de şunlardır: a) Kur’ân'da ve hadislerde amel imanın üzerine atfedilmiştir. Misâl: “İman eden ve iyi amel işleyen kimseleri Cennetlerimize koruz” (Nisa, 4/57). Atıf, matuf ile matufun aleyhin başka başka olmalarını ve birinin öbürüne dahil olmamasını gerektirir. Bu husus kesindir. b) İman, amelin sıhhatinin şartı kılınmıştır. Misâl: “Kim imanlı olduğu halde iyi ameller işlerse zulme uğramaktan ve hakkının yenmesinden korkmaz” (Taha, 20/112); Enbiya, 21/94). Meşrut şarta dahil değildir. Zira bir şeyin, kendisinin şartı olması imkânsızdır. (Şartla meşrut arasında bir ayrılık ve gayrılık vardır). Bu husus da kafidir. c) Amellerden bazılarını terkedenlerin imanlarının mevcut olduğundan bahsedilmiştir. Misâl: “Eğer mü’minlerde iki grup birbirleriyle cenk yaparsa..” (Hucûrat, 49/9). Yukarda da geçtiği gibi, rüknü ve temel unsuru olmadan bir şey gerçekleşmez, var olmaz. Bu da kesindir. (Birbirini öldürenlere mü’min denildiğine göre, haram olan adam öldürme fiili insanı mü’min olmaktan çıkarmamaktadır, demektir). Aşikârdır ki, bütün bu izahlar, “amel ve taat, imanın hakikatı-mn ve mahiyetinin şartıdır. Bunları terkedene mü’min denilmez”, diyenlere karşı delil olmak üzere ileri sürülebilir. Nitekim Mu’tezilenin (ve Haricîlerin) görüşü budur. “Amel ve taat, imanın tam ve kâmil olmasının şartıdır. Ameli ve taatı terkeden imanın hakikatinin ve mahiyetinin dışına çıkmaz”, görüşünde ve mezhebinde olanlar için yukârdaki izahlar delil diye öne sürülemez. Ameli, kâmil imanın şartı olarak gören de İmâm Şafii'dir. Mu’tezilenin tutunduğu deliller; cevaplarıyle birlikte daha evvel geçmişti. 2. İmanın hakikati ve mahiyeti ne artar ne de eksilir. Nitekim daha evvel de geçtiği gibi, “iman, cezm ve iz'ân (kesinlik ve boyun eğerek kabullenme) haddine ulaşan kalbi bir tasdiktir”. Bu manâdaki imanda fazlalık ve eksiklik tasavvur edilemez. Hatta, imanın hakikatini elde eden bir kimse, ister ibadet ve taat işlesin, isterse günah işlesin müsavidir, tasdiki hali üzere bakîdir, esas itibariyle bu tasdikte bir değişiklik olmaz. (“Allah'ın âyetleri okunduğu zaman onların imanları artar”.(Enfal, 8/21)mealinde olup da) imanın ziyadeleşeceğine delâlet eden âyetler, Ebu Hanife (radıyallahü anh)nin zikrettiği manâya hamlolunur, te'vil edilir. Şöyle ki: Sahabe Hazret-i Peygamber'e ve Kur’ân'a esas itibariyle icmaîen (toptan) iman etmişti. Sonra farz olan bir hükmün gelişini diğer bir farz takib etmekte, onlar da bu farza özel olarak inanmakta idiler. (îcmalen anlatılan bir husus tafsil edilince, teferruata inanmak suretiyle imanları fazlalaşmakta idi). Ebu Hanife özetle demek ister ki, iman edilmesi farz olan hususlar arttıkça iman da artar. Bu ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in asrından başka bir zaman için düşünülemez. Fakat bu tartışılabilir bir konudur. Çünkü farzların tafsilatına (peyder pey) "vâkıf olmak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in asrından başka zamanlar için de mümkündür. îcmalen ve özet olarak bilinene icmalen, tafsilatlı olarak bilinene tafsilatlı olarak iman etmek farzdır. Aşikardır ki, tafsilatlı olan iman (icmalî olandan) daha fazla ve hatta daha da mükemmeldir. “İcmâli iman, tasdik derecesinden aşağı düşmez”, demeleri, imanın aslı ile muttasif olma itibariyledir. (İmanın artacağına delâlet eden âyetler hakkında şöyle de) denilmiştir: İmanda sabit ve daim olma her an iman üzerine ziyadeliktir. Bu sözün de özeti şudur: Zamanın artmasıyle iman da artar. Çünkü iman arazdır, ancak emsalinin yenilenmesi suretiyle bakî ve dai-ttti olur. (Zira bir araz iki zamanda bakî olmaz). Bu da tartışılabilir bir konudur. Zira bir şey yok olduktan sonra onun dengi olan diğer bir şeyin vücûda gelmesi, o şeyde bir ziyadelik ve fazlalık sayılmaz. Cismin siyahlığı örneğinde durum budur. Şöyle de denilmiştir: İmanın artması meyvesinin, nurundaki parlaklığın ve kalb içindeki ışığın ziyadeleşmesi manâsına gelir. Şüphesiz ki (bu manâda iman) amellerle artar ve günahla eksilir. “Amel imandandır”, kanâatında olanlara göre, imanın fazlalık ve eksiklik kabul edeceği açıktır. Bundan dolayı, imanın artması ve eksilmesi meselesi, amel ve taatm imandan bir parça olup olmadığı konusunun bir dalıdır, denilmiştir. Muhakkiklerden biri (olan Adudiddin İcî)nin kanâatına göre, “tasdikin hakikati ve mahiyeti fazlalık ve eksiklik kabul etmez”, kaidesi kabul ve teslim edilemez. Aksine tasdik, kuvvet ve za'f yönünden değişiklik gösterir. Zira kesinlikle bilinmektedir ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in (Allahü teâlâ, melekleri...) tasdiki, ümmetten, birinin tasdiki gibi değildir. Bundan dolayı (Hazret-i İbrahim, “Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster”, deyince Hakk teâlâ “yoksa iman etmiyor musun, ya İbrahim”, demiş, işte o zaman) İbrahim (aleyhisselâm) “Evet iman ettim, ama kalbim tatmin olsun, diye bunu istiyorum” (Bk. Bakara, 2/260) demişti. Lakin bu durumda diğer bir mesele daha ortada kalmaktadır. Bazı Kaderîler “İman bilgidir” (marifet), demişler buna karşı ulema yekvücûd olarak bu görüşün fâsid olduğunu ifade etmişlerdir. Ve delil olarak da şü gibi hususlardan bahsetmişlerdir: Kitap ehli olanlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyor ve biliyorlardı. (Bk. Bakara, 2/146). Bununla beraber, kendilerinde tasdik bulunmadığı için kesinlikle kâfir sayılmakta idiler. Kâfirlerden bazıları, hak olanı yakînen bilmekte, tanımakta, fakat sırf inad ve kibirlenme sebebiyle onu red ve inkâr etmekte idi. Hakk teâlâ bu konuda: “Kalbleri kesin olarak kabul ettikleri halde kibir ve zalimlikleri sebebiyle Onu (Kur’ân'ı) inkâr ettiler” (Nemi, 27/14), buyurmuştur. Bu noktada, dini hükümleri tanımak ve yakînen bilmekle, onları tasdik etmek ve onlara itikad etmek arasındaki farkın izah edilmesi zarureti ortaya çıkmaktadır. Böylece birinci şıkkın değil, ikinci şıkkın iman olduğu doğru bir şekilde anlaşılmış olur. Bazı kelâm âlimlerinin eserlerinde iman şöyle tarif edilir: “Tasdik Haberci'nin haberinden anlaşılan ve bilinen şeye, insanın kalbini rabt etmesinden ve gönül bağlamasından ibarettir”. Kalbi rabt etme işi, tasdikcinin irâdesi ve ihtiyarı ile sabit olan kesbi bir şeydir Tasdik edenin sevap almasının ve bunun ibadetlerin başı sayılmasının sebebi de bu (tasdikin iradî oluşu) dur. Halbuki marifet (tanımak ve biimek) böyîe değildir. Zira marifet ekseriya insanın irâdesi ve kazanması söz konusu olmadan vücûda gelir. Meselâ bir kimsenin gözü bir cisme raslar, hemen bunun peşinden o cismin duvar veya taş olduğu konusunda (irâde ve kesble alakalı olmaksızın) bir marifet, yani bilgi hasıl olur. Söz konusu farkı, muhakkiklerden bazıları (meselâ et-Tavzih müellifi gibi) şu şekilde anlatmışlardır: Tasdik, irâde ve ihtiyarınla haberi getirene doğruluk nisbet etmektir. Hatta, bu nisbet etme işi, iradesiz olarak kalbte vücûda gelse -bu, marifet olsa bile- tasdik olmaz. Bu izah tarzı müşkildir, anlaşılması zordur. Çünkü tasdik ilmin ve bilginin nevilerindendir. Bilgi ise ihtiyarî ve iradeli bir fiil değil, psikolojik bir keyfiyettir. Şöyle ki: Biz iki şey arasındaki nisbeti ve bağı tasavvur eder ve sonra o konuda müsbet veya menfi bir hüküm verme hususunda şüpheye düşer, daha sonra müsbet hüküm vermemiz gerektiği delille ispatlanırsa, bizim için hasıl olan şeye, onu iz'an ve kabul etmek (gönüllü olarak benimsemek ve ona teslim olmak) denir. Tasdik, hüküm, ispat ve ika'ın manâsı budur. (Bu, gayr-ı iradî psikolojik bir keyfiyettir). Evet bu psikolojik keyfiyeti elde etmek, sebeplerine tevessül etmek, nazarı ve düşünceyi o yöne çevirmek, engelleri ortadan kaldırmak... vs. gibi iradî ve ihtiyari şeylerle olur. İnsan, imanla mükellef kılınırken bu gibi şeyler nazar-ı itibara alınmıştır. îman ve tasdikin kesbî ve ihtiyarî oluşundan maksat budur. Bunun için bilgi (marifet) yeterli değildir. Çünkü marifet, bazan bu gibi iradî ve kesbi şeyler olmadan da hasıl olur. Tabii (bu duruma göre) irâde ile kazanılan kesin bilginin tasdik olması lazım gelmektedir. Fakat bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Farsça “girevîden” (inanmak, boyun eğmek ve tapmak) kelimesi ile ifade olunan manâ, bu takdirde vücûda gelmektedir. Zaten iman ve tasdik de bundan başka bir şey değildir. İnadcı ve kibirli kâfirler için o manâda bir iman-ve tasdikin meydana gelmesi ve hasıl olması mümkün değildir. Mümkün olduğunu kabul etsek bile, dilleriyle inkâr etmeleri, inad ve gururlarında direnmeleri kâfir sayılmalarına kâfi gelmektedir. Bu ikisi, yani dil ile inkâr, kibir ve inadda ısrar tekzib ve inkârın alâmeti bulunmaktadır. İman ile İslâm, bir ve aynı şeydir. Zira islâm, (hak dinin önünde saygı ile) eğilmek ve itaat etmektir. Bu ise, dinin hükümlerinin kabul edilmesi ve samimiyetle benimsenmesi manâsına gelir. Yukarıda da geçtiği gibi tasdikin mahiyeti ve hakikati da zaten budur. Şu âyet imanla İslâmın aynı manâya te'yid etmektedir: “Bunun üzerine suçlu kavimler arasında bulunan mü’minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan sadece bir tek ev halkım bulmuştuk” (Zariyat, 51/35), (Bu âyette mü'min ile müslüman aynı manâda kullanılmıştır). Hulasa, herhangi bir kimseye, “Mü’mindir ama müslüman değildir” veya “Müslümandır lakin mü’min değildir”, demek şer'an doğru değildir. îman ile islâm birdir, dediğimiz zaman, bundan başka bir şey kasdetmiyoruz. (Yoksa bu iki kelime müradif, eşanlamlıdır, demek istemiyoruz). Öyle anlaşılıyor ki, kelâm âlimleri “iman ile İslâm birbirinden başka şeyler değildir”, sözü ile, “bunlardan birini diğerinden ayırmak mümkün değildir”, manâsını kasdetnıişlerdir. Yoksa mefhum ve kavram itibariyle ikisi birdir demek istememişlerdir. Kifâye müellifi (Sabunî)nin: “İman, emir ve nehiylerden olmak üzere Allahü teâlâ'nın haber verdiği şeyleri tasdik etmektir”, “İslâm, Hakk teâlâ'nın ulûhiyeti önünde saygı ile eğilmek ve boyun bükmek (hudu' ve inkiyad) tir”, demesi iman ile İslâm'ın mefhum itibariyle bir olmadığını gösterir. İnkıyad ve hudû' ise emir ve nehiyleri kabul etmeden gerçekleşmez. Şu halde iman hüküm yönünden İslâm'dan ayrı düşünülemez. Onun için de birbirinden başka değillerdir. Bir kimse çıkar da, “İman ile İslâm başka başka şeylerdir”, derse ona denilir ki, “O halde iman edip de İslâm olmayanın veya aksine müslüman olup da mü’min omlayanm hükmü nedir?”. Bu iddiada bulunan bir kimse, ikisi arasında farkın bulunduğunu, birinde mevcut olan hükmün öbüründe bulunmadığını bize ispat ederse (ki bunu ispat etmesi imkânsızdır) sözünü kabul ederiz. Aksi takdirde iddiasının bâtıl olduğu ortaya çıkar. İtiraz: “Bedeviler dediler ki: îman ettik. Sen de ki, iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz” (Hucurat, 49/14). Bu âyet iman olmadan İslâmın tahakkuk edeceğini açıkça ifade eder. Cevap: Şeriatce muteber olan İslâm, iman olmadan gerçekleşmez. Âyetteki, “İslâm” kelimesi, içten bir bağlılık ve kabullenme söz konusu olmadan sadece zahiri bir itaat ve boyun eğme halini ifade etmektedir, tıpkı iman konusunda, tasdik olmadan kelime-i şahadetin söylenmesi gibi. İtiraz: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İslâm, “Allahü teâlâ’dan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür, diye şahadette bulunmak, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucun ututmak ve güç yetmesi halinde haccetmektir” buyurmuştur. Bu hadis gösterir ki, îslâm ameldir, kalbin tasdiki değildir. Cevap: Hadiste, îslâmın meyvesini, neticesini ve alâmetlerini fiile getirme maksadı gözetilmiş tir. Bu hadis, aynen şu hadislere benzer: 1. Huzuruna gelen bir heyet üyelerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sorar: “Tek bir Allahü teâlâ'ya iman etmenin ne olduğunu bilyior musunuz?”. Onlar da: “Allahü teâlâ ve Resulü bunu daha iyi bilir”,derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, “Allahü teâlâ’dan başka tanrı bulunmadığına, Muhammedin Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek ve ganimet olan malların beştebirini vermektir”, buyurur. 2. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “İman yetmiş küsur şubedir. Bunun en a'lası Lâ ilahe illAllahü', demek, en aşağısı da insanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır”, buyurmuştur. (Bu iki hadiste imanın mahiyeti değil, alâmeti ve semeresi dile getirilmiştir). 3. İmanda İstisna Meselesi“Bir insanda tasdik ve ikrar bulundu mu, “ben şüphesiz mü’minim”, demesi doğru olur. Zira artık iman gerçekleşmiştir. Allahü teâlâ dilerse mü’minim “= inşallah mü’minim” demesi uygun olmaz.” Eğer bu son ifadenin sebebi şüphe ise, o kimse behemahal kâfir olur. Fakat böyle konuşmak; edebe riayet ederek işleri Allahü teâlâ'nın irâdesine havale etmek veya içinde bulunulan hal ve anla ilgili değil de akıbet ve neticedeki şüpheyi (ve ölüm zamanındaki kaygıyı) dile getirmek, veya “înşaAllahü” demek suretiyle Allah'ın zikri ile teberrük etmek veya nefsi temize çıkarmaktan veyahut da durumunu beğenmekten uzak durmak gibi mülâhazalardan ileri geliyorsa, bu takdirde bile “İnşaAllahü mü’minim” sözünü kullanmamak daha iyidir. Çünkü bu ifade şüphelenme vehmini ve izlenimini meydana getirebilmektedir. İşte bu gibi düşünceler sebebiyle müellif Ömer Nesefi, “câiz olmaz” demedi, sadece “uygun olmaz”, dedi. Zira “İnşaAllahü mü’minim”, ifadesi şüpheyi ifade için kullanılmazsa, “câiz değildir”, demenin bir manâsı yoktur. Kaldı ki, sahabe ve tabiûna varıncaya kadar, selefden pek çok kimse bu ifadenin kullanılmasının câiz olduğuna kani olmuşlar (ve hatta bizzat kullanmışlar) dır. “İnşaAllahü mü’minim”, demek, “inşaAllahü teâlâ gencim”, demek gibi değildir. Çünkü gençlik kazanılan fiillerden değildir. Akıbet ve netice itibariyle de baki ve daimî olması düşünülemez. Bu, nefsi aklamak ve beğenmek gibi bir sonuç doğuran ifadelerden de değildir “İnşaAllahü mü’minim”, cümlesi, “inşaAllahü zahidim, takva sahibiyim” cümlesine benzer. (Zira her ikisi de irâdeye ve kazanmaya dayanan fiillerdendir). (Îmamu'l-Harameyn gibi) bazı kelâm âlimleri şu kanâata ulaşmışlardır: İnsan için hasıl olan, onu küfürden çıkaran tasdikin hakikati ve mahiyetidir. (Fiilen mü’minin kendisinde bu manâda bir tasdik vardır ve bu hususta şüphe edilemez). Lakin hadd-i zatında tasdik kuvvetli ve zayıf olmaya kabiliyetli ve müsaittir. “Hakikaten mü’min olanlar işte bunlardır. Onlar için Rabları katında mağfiret ve nefis rızık vardır” (Enfal, 8/4), âyetinde işaret edilen (Cehennemden ve Allah'ın gazabından) kurtarıcı tam ve kâmil tasdikin husulü, sadece Hakk teâlâ'nın meşiyetinde ve iradesindedir. (Onun için bu manâyı kasdederek, “inşaAllahü mü’minim”, demekte bir sakınca yoktur. Asgari derecedeki iman için, ben hakikaten mü’minim, azami ve kemâl mertebedeki bir iman için inşaAllahü mü’minim denebilir). Bazı Eş'arîlerden, “inşaAllahü mü’minim”, sözünü söylemenin sahih ve doğru olduğu nakledilmiş, bunun gerekçesi de şöyle açıklanmıştır: İmanda, küfürde, Cennetlik ve Cehennemlik olma (sâadet ve şekavet)de hatimeye ve neticeye itibar olunur. Hatta Cennetlik mü’min, ömür boyu küfür ve isyan üzere yaşasa ela iman ile ölen (ve hüsn-i hatime ile vefat edeiı) kişidir. Cehennemlik olan kâfir, hayatı boyunca tasdik ve taat durumunu muhafaza etse de - Allahü teâlâ bizleri korusun - küfür üzere ölen (ve sû-i hatime ile giden) kişidir. Şeytan'dan bahseden: “O, kâfirlerden oldu” (Bakara, 2/34), âyet-i kerimede buna işaret edilmiştir. (İblisten. çok Allahü teâlâ’yı bilen ve ona ibadet eden yoktu, ama neticede kafir oldu). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Cennetlik olan kimse, daha annesinin karnında iken Cennetliktir. Cehennemlik olan kimse daha ana rahminde iken Cehennemliktir” hadisiyle de aynı hususa dikkati çekmiştir. Bu durum karşısında Müellif Ömer Nesefi, bazı Eş'arîler tarafından ileri sürülen bu görüşün (yani “inşaAllahü mü’minim”, demenin sıhhati ile ilgili kanaatin) bâtıl olduğuna şu sözü ile işaret etti: Allahü teâlâ korusun imandan sonra irtidad etmek suretiyle, “Sa’îd/Cennetlik olan kimse, bazan şakî/Cehennemlik olur. Küfürden sonra imana gelmek suretiyle de Cehennemlik olan bir kişi, bazan Cennetlik olur. Seâdet ve şekâvet Cennetlik ve Cehennemlik olma üzerinde değişiklik olur ama, Cennetlik kılma ve Cehennemlik kılma/is'âd ve işkâ’ konusunda olmaz. Çünkü is'âd ve işkâ’ Allahü teâlâ'nın sıfatlarındandır. Zira is'âd saadeti tekvin etmek ve yaratmak; işkâ’ şakâveti halk ve tekvin etmek manâsına gelir. (Allah'ın tekvin sıfatı ise değişmez). “Allahü teâlâ’nın zâtı ve sıfatları üzerinde herhangi bir değişiklik olmaz. Bunun sebebi de evvelce geçtiği gibi, “kadîm ve ezeli varlık hadis şeylere konu olmaz”, (kadîm havadise mahal olmaz) kâidesidir. Hakk olan şudur: (“Allahü teâlâ dilerse mü’minim” sözünün) manâsında iftilâf yoktur. Zira eğer iman ve saadetle mücerred manânın husulü kasdediliyorsa, o manâ zaten şu anda mevcuttur. Eğer iman ve saadet tabirleriyle bunlar üzerine terettüp eden kurtuluş ve semereler kasdediliyorsa, o da Allahü teâlâ'nın meşiyetinde ve iradesindedir. Şu anda onun husule geldiği kestirilemez. Şu anda imanın ve saadetin mevcut olduğunu kesinlikle ifade edenler ilk manâyı ve izah şeklini kasdetmektedirler. Bu konuda işi Allah'ın meşiyetine ve irâdesine havale edenler, ikinci manâyı ve izah şeklini kastetmektedirler. (Kısaca ihtilaf manâ ile değil, lafızla ilgilidir). 35PEYGAMBERLERE ÎMAN1. Peygamberlik ve Peygamberlere Îman“Peygamber göndermede hikmet vardır. Rusül, resul kelimesinin çokluk şeklidir. “Feûl” vezninde bir kelime olan resul, risâ1et kökünden gelir. Risâlet, Allahü teâlâ. teâlâ ile, onun mahluklarından akıl sahibi olan (temyiz ve rüşd çağına ulaşan) insanlar arasında (peygamber olan bir) insanın sefirlik yapmasıdır. Allahü teâlâ, bu sefaretle, insanların dünya ve âhiretteki çıkarlarıyla ilgili olan, fakat mahiyetini kavramaya düşünceleri kafi gelmeyen illetleri ve kusurları giderir. Resul ve nebinin ne olduğunu bu eserin baş tarafında görmüş bulunuyoruz. Hikmet, maslahat ve iyi neticeye denir. Bu ifadede, “Peygamber göndermek vâcibtir”, konusuna işaret vardır. Fakat buradaki “vâcib olma”, Allahü teâlâ üzerine vaciptir (vücûb ale'İlah), manâsına gelmemektedir. Aksine bu, “hikmetin hükmü ve gereği bunu icab ettirir. Zira bunda hikmetler, maslahatlar ve menfaatlar vardır”, manâsına gelmektedir. Peygamber gönderme Brahmanların ve Sümeniyye (veya Semeniyyenin) iddia ettiği gibi imkânsız da değildir. Peygamber göndermek -bazı (Eş'arî) kelâm âlimleri tarafından benimsendiği gibi- iki tarafı birbirine eşit olan (yani olması ve olmaması, gönderilmesi veya gönderilmemesi yekdiğerine müsavi olan) bir mümkün de değildir. Bundan sonra müellif Ömer Nesefî, peygamber gönderme hadisesinin vukuuna, faydasına, sübût yollarına ve peygamberliği sabit olanlardan bazılarının belirlenmesine işaret ederek der ki: Îman ve tâat sahiplerini Cennet ve sevapla “müjdelemek”, kâfirleri ve günahkârları Cehennem ve ceza ile “korkutmak” için Allahü teâlâ insanlardan insanlara resûller ve nebîler göndermiştir. Bu gibi hususlara ulaşmak ve onları kavramak konusunda akı! için yol yoktur. (Hangi işlerin insanı Cennete, hangilerinin Cehenneme götüreceğini akıl idrâk edemez). Akıl için (bunlardan bazılarını) idrâk etmek mümkün olsa bile, bu tek-tük kimselerden başkasının başaramayacağı çok ince düşünceler sayesinde kabil olur. “Allahü teâlâ, insanlara, dünya ve din işleriyle ilgili olarak ihtiyaç duydukları hususları açıklasınlar diye peygamberler göndermiştir. Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Bunların birinde mükâfatı, diğerinde cezayı hazırladı. Bunların halleriyle ilgili tafsilatı; birincisini elde etme, ikincisinden sakınma konusu, aklın yalnız başına anlayamayacağı işlerdendir. Bunun gibi Allahü teâlâ his ve aklın müstakil olarak mahiyetini kavrayamâyacağı faydalı ve zararlı (helâl ve haram olan) maddeler yaratmıştır. Bundan başka, öyle kaziyeler (ve dinî hükümler) ortaya koymuştur ki, bunlardan bir kısmı hadd-i zatında mümkün olmakla beraber, mümkün olan iki şıktan birini kestirmeye akıl için yol yoktur. (Akşam namazının 2 veya 4 rekât olması aslında mümkündür. 3 rekât olması gerektiğini şeriat bildirmeseydi akıl bilemezdi). Bu hükümlerden bir kısmı vâcib ve zaruri veya muhal ve imkânsız olmakla beraber; akıl bunların böyle olduğunu mükemmel bir araştırma ve sürekli bir düşünme neticesinde anlayabilir. İnsan bu neticeye varmak için o kadar vakit ayirsa, işlerinin çoğu muattal olur, görülmeden kalır. O sebeple, bu gibi hususları acıklasınlar diye Allahü teâlâ lütfunun ve rahmetinin eseri olarak göndermiştir. Nitekim Hakk teâlâ: “Biz seni, sadece rahmet olasın, diye gönderdik” (Enbiya, 21/107) buyurmuştur. 2. Mucize“Allahü teâlâ, onları peygamberleri, âdetleri nakzeden mucizelerle tabiatta var olan kanunları değiştirerek insanı acze düşüren delillerle teyid etmiş kuvvetlendirmiştir. Mucize kelimesinin çoğul şekli mücizâttır. (Kur’ân'da mucize yerine daha çok delil ve delâil, Kelimeleri kullanılmıştır). Mucize, inkarcıların benzerini getirmekten âciz kalacakları şekilde, münkirlerin meydan okumaları halinde peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına (ve tabiat kanunlarının aksine) olarak zuhur eden (harikulade ve fevkalâde) bir iştir. Bunun sebebi şudur: Peygamberler mucize ile te'yid edilmemiş olsalardı, sözlerini kabul ve kendilerini tasdik etmek vâcib olmazdı. Peygamberlik davasında sâdık ile kâzib olan, doğru ve samimi olanla yalancı olan yekdiğerinden ayırd edilemezdi. Mucize zuhur edince, peygamberin doğru söylediği tabii bir şekilde ve kesinlikle anlaşılmış olur. Zira Allahü teâlâ mucizenin zuhur etmesinin ardından, peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi yaratır. Fakat bu bilginin yaratılmaması da hadd-i zatında mümkündür. (Mucizeden sonra ilmin meydana gelmesi şöyle olur:) Bir cemaatın huzurunda bir adam gelip: “Ben şu kralın size gönderdiği bir elçiyim”, dese; sonra bu krala dönerek, “Eğer beni elçi tayin etmede sâdık isen, âdetine muhalefet et, üç defa yerinden kalk”, dese, kral da bunu yapsa, o topluluk için o adamın doğru söylediği hakkında örf ve âdete dayanan zarurî bir bilgi hasıl olur. Her ne kadar bu hususta o adamın yalancı olması hadd-i. zatında imkân dahilinde ise de. “Bir işin akıl yönünden mümkün olması”, manâsına gelen “zatî imkân”, kesin bir bilginin hasıl olmasına engel değildir. Meselâ, hadd-i zâtında- mümkün olmakla beraber Uhud dağının altın haline dönüşmediğini bilmemiz (ve bu bilginin kat'i olması) böyledir. Aynen bunun gibi, âdetin gereği olarak peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi hasıl olur. Çünkü âdet de his gibi bir bilgi edinme yoludur. (Mucize ile hâsıl olan kesin) bilgi konusunda, “Mucizenin Allahü teâlâ'dan başkasından olması veya tasdik maksadı için olmaması veyahut yalancılığı tasdik için olması... imkânı vardır”, gibi akla dayanan ihtimaller, bir itiraz ve tenkit olarak ileri sürülemez. Nitekim “Ateşin sıcak olmaması mümkündür”, denilmek suretiyle, ateş hakkındaki hisse dayanan zarurî bilgi de itiraz ve tenkit konusu yapılamaz. Buradaki “Ateşin sıcak olmaması mümkündür” cümlesi, “Sıcak olmadığı farzedilse, bundan bir imkânsızlık ortaya çıkmaz”, manâsına gelmektedir. (Kelâmcılara göre tabiat kanunları hadd-i zatında mümkündür, vücûb ve zaruretlerini Allahü teâlâ’dan almaktadırlar. Onun için de vâcib li-gayrihîdir. |