13 METİNPeygamberlerin ilki Âdem aleyhis-selâm, sonuncusu Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’dir. Âdem (aleyhisselâm)'ın peygamberliği, kendisine bazı şeylerin emir, diğer bazı hususların nehyedildiğini ifade eden Kur’ân'la sabittir. Halbuki O'nun zamanında başka bir peygamberin bulunmadığı kesindir. Şu halde bu emir ve nehiyler, ona diğer herhangi bir yoldan değil, sadece vayih yoluyla gelmiştir. Ayrıca Âdem (aleyhisselâm)'ın peygamberliği, buna ilaveten hadis ve icma ile de sabittir. Bu sebeple, bazılarından naklolunduğu gibi, onun peygamberliğini inkâr etmek küfürdür Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in peygamberliğine gelince, O hem peygamberlik davasında bulunmuş, hem de mucize göstermiştir. Peygamberlik davasında bulunduğu tevatürle sabittir. Gösterdiği mucizeler ise iki nevidir: 1. Bir mucize olmak üzere Allah'ın kelâmı olan Kur’ân'ı ortaya koymuş, belagat (ve fesahat) yönünden en yüce mertebede bulunan, beliğ konuşan şahıslara ve edebiyatçılara bununla meydan okumuş, onlar da son derece arzu etmelerine (ve bu yolda hırsla gayret göstermelerine) rağmen Kur’ân'ın en kısa suresine bile muârazada bulunmaktan (ve bir mislini vücûda getirmekten) aciz kalmışlardır. Nihayet, sözle karşı koymayı (ve muârazayı) bir tarafa bırakarak kılıçla vuruşmaya girişmek suretiyle kendilerini tehlikeye atmışlardı. (Edebî alanda Kur’ân'a ve Islâmî harekete karşı koymaya güçleri yetmeyince işi zorbalığa dökmüşlerdi). Kur’ân'ın muarızlarından hiç birinin (Kur’ân'ın mislini değil) ona yakın olan bir şey bile ortaya koyduğu bize nakledilmiş değildir. Halbuki onların böyle bir işe girişmesmi gerektiren pek çok sebep vardı. Bu durum kesinlikle göstermektedir ki, Kur’ân Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in davasında hak üzere olduğu Kur’ân'la tabii bir şekilde malum olmuştur, örf ve âdete dayanan diğer tabiî bilgilerde olduğu gibi bu bilgi de aklî ihtimallerden herhangi bir ihtimal ileri sürülerek tenkit ve itiraz konusu yapılamaz. 2. Hazret-i Peygamberden harikulade hususlar zuhur ettiği naklolunmuştur. Zuhur eden mucizelerle ilgili nakiller -bu nevi nakiller her ne kadar teferruat itibariyle âhâd olsa da- ortak noktalar itibariyle tevatür haddine ulaşmıştır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ın cesareti ve Hatem (Tâî) nin cömertliği gibi. Şüphe yok ki, teferruat yönünden âhâd olsa da, bunlardan her biri tevatürle sabit olmuştur. Bunlarla ilgili hususlar siyer kitaplarında kaydohınmuştur. Basiret sahibi olan kimseler Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğuna iki şekilde daha istidlal ederler: 1. Hazret-i Peygamberin, halkı dine davet etmeden evvelki, davet esnasındaki ve daveti tamamladıktan sonraki halleri, yüce ahlâkı, verdiği hikemî (ve isabetli) hükümler, cengâverlere hücum etmesi sırasındaki kararlı ve sarsılmaz tutumu, her halükârda Allahü teâlâ'nın kendisini koruduğuna dair beslediği güven duygusu, korkunç durumlarda bile vaziyetini değiştirmemesi... öyle ki, onu kötülemek için hırsla çalışan en azılı düşmanları dahi kendisini bu durumlar itibariyle karalamaya ve yermeye imkân bulamamışlardı. Şüphesiz ki, bu gibi hususların, peygamberlerden başkasında toplanmasının imkânsız olduğuna akıl kesinlikle hükmeder. Allahü teâlâ bu nevi kemâl ve üstün halleri, kendisine iftira edeceğini bildiği bir zatta topluca bulundursun, sonra bu şahsı (kendisine iftira ettiği için cezalandırmadan) 23 sene ihmal etsin, sonra onun dinini öbür dinlere üstün kılsın, düşmanlarına karşı muzaffer kılsın, bıraktığı eseri (ve açtığı çığın) ölümünden sonra kıyamete kadar payidar kılsın... bütün bunlar olacak şeyler değildir. (Bir yalancı peygamber bu kadar mükemmel bir karaktere sahip olamaz, bu nisbette başarılı olamaz, bu ölçüde büyük bir hareketi başlatamaz ve yürütemez). 2. O, bu büyük davayı kitap sahibi olmayan, ve hikmetten anIamayan bir kavim içinde ortaya atmış (Bk. Bakara, 2/151), onlara kitabı ve hikmeti izah etmiş, hukukî ve şer'i hükümleri öğretmiş, ahlâklarım mükemmelleştirmiş, halkının pek çoğunu hem ilmî ve hem de amelî fazilet bakımından kemâle erdirmiş, bütün âlemi iman ve iyi amelle nurlandırmiş, ve Hakk teâlâ va'd ettiği gibi onun dinini, öbür dinlerin tümüne üstün kılmıştır. (Bk. Tevbe, 9/33; Feth, 48/28; Saff, 61/9). Esasen resûllüğün ve nebiliğin bundan başka bir manâsı (ve gayesi) de yoktur. Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğu bu şekilde ispatlandıktan sonra deriz ki: Gerek Resûlüllah'ın; gerekse, O'na indirilen Allahü teâlâ'nın kelâmı (Bk. Ahzab, 33/40), Hazret-i Peygamber'in, nebilerin sonuncusu, Hâtemu'lenbiya olduğuna delâlet eder. Ve yine O bütün insanlığa gönderilmiştir, daha doğrusu ins ve cinne gönderilmiştir. Böylece peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Hıristiyanların iddia ettikleri gibi nübüvvetinin Araplara mahsus olmadığı da sabit olmuş olur. İtiraz: Hazret-i Muhammed'den sonra İsa (aleyhisselâm)'ın nüzulü konusunda hadis vardır. Cevap: Evet, Hazret-i İsa gökten yere inecek, lâkin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in şeriatına tabi olacak. Zira Hazret-i Îsa'nin şeriatı neshedilmiştir. Hazret-i Îsa'ya vayih gelmeyecek, (yeni ve aslî) hükümler de koyamayacaktır. O sadece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın halifesi olacaktır. En doğru olan görüşe göre, Hazret-i Îsa halka namaz kıldıracak, onlara imâm olacak, Mehdi de ona tabi olacaktır. Zira Hazret-i Îsa daha efdaldir, şu halde imâm olmaya (Mehdiden) daha uygundur. “Peygamberlerin sayıları, bazı hadislerde açıklanmıştır. Rivayete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e nebilerin sayıları sorulduğunda 124.000, diğer bir rivayete göre 224.000 dir, buyurmuşlardır “Cenab-ı Hakk: 'Bazı peygamberlerin hikâyelerini sana anlattık, bazılarını anlatmadık” (Gafir, 40/78) buyurduğundan, isimlendirmede bir sayı üzerinde durmamak ve belli bir rakam tayin etmemek daha doğru olur. Çünkü bir sayının tesbit edilmesi ve isimlerin belirlenmesi halinde peygamber olmayanların peygamberlere dahil edilmeleri veya peygamber olanların, peygamberlerin dışında kalmaları durumundan emin olunamaz. Eğer rakam büyük olursa nebi olmayanlar nebilere, küçük olursa nebi olanlar nebi olmayanlara dahil edilebilir. Yani haber 4 vâhid, fıkıh usûlü'nde anlatılan şartların hepsini üzerinde toplaması halinde bile, sadece zan ifade eder. İtikadı konularda ise zanna itibar edilmez. Özellikle vâhid bir haberde rivayet ihtilafı olur ve o haberi kabul etmek, Kur’ân'ın zahirine muhalefet edilmesi neticesine' ulaşmayı gerektirirse, ona hiç itibar edilmez. (Yukardaki hadiste, 124.000 mi, 224.000 mi olduğu konusunda bir rivayet farkı vardır, ayrıca bu hadis, Gâfir suresinin meali yukarda verilen 78. âyetinin zahirine de uygun düşmemektedir). Zira bu âyete göre Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatılmayan nebiler de vardır. Onun için bir nebiyi sayı dışında bırakmak veya nebi olmayanı sayıya dahil etmek sonucunu doğuran sayı tesbiti, vakıaya aykırı olabilir. Zira bir sayı, ifade ettiği manâya delâlet etmek konusunda özel bir isimdir. Onun için de fazla veya eksik olması gibi bir ihtimal taşımaz. (Nebiler 124.000 veya 224.000 dir denildi mi, bu rakamın daha fazla veya eksik sayıya delâlet etmesi ihtimali ortadan kalkar. O zaman peygamberlerin adedi bu rakamdan fazla ise bazı resuller nebi sayılmamış olur, şayet aded bu rakamdan az ise o zaman da resul olmayan bazı kişiler nebi sayılmış olur. Bu sebeple bir sayı üzerinde durulmaması daha uygundur). “Peygamberlerin hepsi Allahü teâlâ'dan aldıkları bilgileri eksiksiz olarak ümmetlerine haber vermişler ve tebliğ etmişlerdir. Zaten nebî ve resûl (haberci) olmanın manâsı da budur. “Peygamberlerin hepsi de sâdık doğru sözlü ve dürüst öğüt vericiler idiler. Risâlet ve bi'set (elçilik ve gönderme) konusundaki faydanın yok olmaması için böyle olmaları gerekir. Bu ifadede, özellikle şer'î işlerde, dinî hükümlerin tebliğ edilmesinde ve ümmetin irşadiyle ilgili konularda; peygamberlerin yalancılıktan masum (korunmuş, hatasız ve günahsız) oldukları hususuna işaret vardır. Bu gibi konularda peygamberlerin kasten yalancılıktan (ve günahtan) masum olduklarına dair icma vardır. Ekseriyetin kanâatma göre sehiv konusu olan hususlarda da durum böyledir. (Kadı Ebu Bekir, tebliğle ilgili konularda bir sehiv ve nisyan eseri olarak onlardan kizbin vukuunu câiz görmüştür). Diğer günahlardan masum olduklarına dair bir takım teferruatlı görüşler vardır: 1. Peygamberler, kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da küfür ve şirk günahından masumdurlar. Bu konuda icma ve ittifak vardır. 2. Cumhura göre peygamberler kasten büyük günah işlemekten de masumdurlar. Fakat bu konularda Haşeviyye aksi kanâattadır. İhtilaf konusu olan husus, peygamberlerin kasten büyük günah işlemelerinin aklen mi yoksa şer'an mi imkânsız olduğu konusudur. (Nebilerin büyük günahları kasten işlemeleri, Eş'arilere göre din, Mu’tezileye göre akıl yönünden imkânsızdır). 3. Sehven işlenen günahlar: Ulemanın ekseriyetine göre nebilerin sehven büyük günah işlemeleri mümkündür. 4. Cumhura göre nebilerin küçük günahları kasdet işlemeleri de mümkündür. Fakat Cübbaî ve ona tabi olanlar aksi kanâattadırlar. 5. Nebilerin küçük günahları sehven işlemeleri ittifakla mümkün görülmüştür. Bazıları bu nevi günahlara ve hatalara ze11e adını verir. Sadece aşağı ve düşük karakter sahibi olmaya delâlet eden fiiller bir istisna teşkil eder. Bir lokma yiyecek çalmak, tartıda ve ölçüde bir tane eksik çıkarmak gibi. Fakat muhakkik: olan kelâm âlimleri, işlenen günahlar konusunda nebilerin uyarılacaklarını, bunun üzerine günahtan vazgeçeceklerini şart koşmuşlardır. (Allahü teâlâ onları uyarınca, bundan vazgeçerler). Bütün bu anlatılanlar vahiyden sonrası içindir. Kendilerine vahiy gelmeden evvel nebilerden kebîrenin sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösteren bir delil mevcut değildir. Mu’tezile vahiyden önce kebîre işlemelerini de imkânsız görmüştür. Çünkü onlara göre, önceden işlenen kebîre, halkın kendilerine tabi olmalarına engel olan bir nefret (ve güvensizlik duygusunun) meydana gelmesini gerektirir. Böylece peygamber göndermedeki maslahat ve menfaat ortadan kaybolur. Doğrusu şudur: Anne ile zina etmek, fücur, seciyenin düşüklüğüne delâlet eden küçük günahlar gibi nefreti gerektiren günahları, nebilerin vahye mazhar olmadan evvel işlemeleri de mümkün değildir. Şiilere göre ne vahiyden evvel ne de sonra nebiler büyük ve küçük günah işlemezler. Fakat Şiîler, nebilerin takiye icabı küfür izhar etmelerini câiz ve mümkün görmüşlerdir. Bu husus böylece ifade edildikten sonra deriz ki: Nebî (aleyhi’s-selâm)den yalan veya günah olduğu kanâatini ve hissini veren bir şey naklolunduğunda; şayet bu nevi haberler âhâd yollardan bize gelmişse reddolunur. Tevatür yoluyla naklolunmuşsa, bu takdirde mümkün olursa zahirî manâları te'vil olunur. Bu mümkün olmazsa “terk–i evla” (Daha iyi olanı terketme. Aslında nebilerin yaptıkları işler günah değildir, fakat daha doğru olan hareket tarzını tarkettikleri için Allahü teâlâ tarafından kınanmışlardır) formülü ile mesele halledilir. Veya bu günahın vahiy gelmeden evveline ait olduğu ileri sürülür. Bu gibi hususlar hacimli eserlerde daha teferruatlı olarak izah edilmiştir. “Nebilerin peygamberlerin aleyhimü’s-selâm en üstünü, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’dir. “Siz, halka iyi olanı emir, kötü olanı nehyetmek için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Ali îmran, 3/110) âyeti bunun delilidir. Şüphesiz ki, bir ümmetin en hayırlı olması, dindeki kemâl ve olgunlukları itibariyledir. Bu ise, kendisine uydukları peygamberin kemâline tabidir. Hazret-i Peygamber'in “Övünmek için söylemiyorum ama âdemoğlunun Efendisi benim”, hadisinin delil gösterilmesi zayıf bir istidlaldir. Çünkü bu hadis, Hazret-i Peygamber'in Âdem'den üstün olduğuna delâlet etmez, ama onun evlatlarından daha üstün olduğuna delâlet eder. |