Geri

   

 

 

İleri

 

14 METİN

36

MELEKLERE İMAN

Melekler, Allahü teâlâ'nın emrine göre hareket eden kullarıdır.

Nitekim şu âyet-i kerîme buna delâlet eder:

Allahü teâlâ’dan önce söz söylemezler, ancak onun emri üzerine iş yaparlar”;

“... Katında olanlar ona kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar” (Enbiya, 21/27, 19).

Erkeklik ve dişilikle nitelendirilemezler. Melekler; yemezler, içmezler, uyumazlar, Allahü teâlâ'ya âsi olmazlar. İblis, meleklerden değil, cinlerden idi. Rabbının emrinin haricine çıktı. Fakat derecesinin yüksekliği ve ibadet konusu itibariyle meleklerin vasıflarını hâiz idi. İblis, melekler arasında, hâli gizli olan bir cinnî idi. Onun için tağlîb (ve ekseriyeti dikkate alma) kaidesine uyularak İblis’in âyet-i kerime’de meleklerden istisna edilmesi sahih olmuştur.

Zira bu konuda naklî bir' delil yoktur. Akıl da onların (erkek ve dişi olduklarını) göstermez. Puta tapıcıların, “Melekler Allahü teâlâ'nın kızlarıdır”, diye iddia etmeleri hem imkânsız hem bâtıldır, melekler hakkında ifrattır, aşırılıktır. Nitekim Yahudilerin, “Meleklerden biri küfür günahını işleyebilir ve bundan dolayı, Allahü teâlâ, o meleğin şeklini en kötü bir biçime sokmak suretiyle onu cezalandırır”, demeleri de melekler hakkında bir tefrit ve kusurdur. (Melekler yemezler, içmezler, uyumazlar, Allahü teâlâ'ya asi olmazlar).

Soru: Bazı meleklerin günah işlemelerinin imkânı konusunda, aslen meleklerden olan İblisin günah işlemesi (Bütün melekler Âdem'e secde etti, bir tek İblis müstesna, Bk. Bakara, 2/35 âyetinde) istisnanın sıhhatine bir delil olmaz mı?

Cevap: Hayır. İblis meleklerden değil, cinden idi. Rabbının emrinin haricine çıktı. Fakat derecesinin yüksekliği ve ibadet konusu itibariyle meleklerin vasıflarına haiz idi. İblis melekler arasında, hali gizli olan bir cinnî idi, Onun için tağlib (ve ekseriyeti dikkate alma) kaidesine uyularak İblisin meleklerden istisna edilmesi sahih olmuştur.

Harut ile Marut (Bk. Bakara, 2/102), en doğru olan görüşe göre melek idiler. Kendilerinden ne küfür ne de kebîre zuhur etmiş değildi. Azab görmeleri, tıpkı peygamberlerin sehiv ve zelleden dolayı azara maruz kaldıkları gibi, itab ve azar şeklinde idi. Harut ile Marut halka nasihat ediyor, sihir öğretiyor ve: “Biz fitneyiz sakın küfretme” (ibtila ve imtihan edilmeniz için vesileyiz) diyorlardı. Zira sihri öğretmek değil, sihre itikad etmek ve onu uygulamak küfürdür.

37

KİTAPLARA İMAN

“Allahü teâlâ'nın peygamberlerine indirmiş olduğu kitapları vardır. Emrini, nehyini, va'dini Cennetini ve nimetlerini ve vaîdini Cehennemini ve azabını burada açıklamıştır.

Bunların hepsi Allahü teâlâ'nın kelâmıdır. Allahü teâlâ'nın kelâmı vahiydir ve birdir (ilahî ve semavi kitaplar ve muhtevaları çokluk gösterirse de Allah'ın kelâmı tektir). Çokluk ve farklılık nazımda okunanda ve dinlenendedir. (Dinlenir, okunur ve ifade edilir olması yönünden Allah'ın kelâmında ta'addud ve tefavüt vardır). Bu yönden en üstün olan Allahü teâlâ kelâmı Kur’ân, sonra. Tevrat, sonra İncil, daha sonra da Zebur'dur. Nitekim Kur’ân da Allahü teâlâ'nın bir tek kelâmıdır. Bu yönden Kur’ân'daki bazı bölümlerin diğer bölümlerden daha üstün olması tasavvur edilemez. Fakat okuma ve yazma bakımından bazı surelerin diğerlerinden daha üstün olmaları câizdir. Nitekim bu husus hadislerde de ifade edilmiştir.

Sözü edilen üstünlüğün mahiyeti, daha faydalı olması ve içinde Allahü teâlâ'nın zikrinin daha çok olması itibariyle Kur’ân'daki bazı bölümlerin okunmasının daha efdal olmasıdır.

Daha evvelki kitapların okunması, yazılması ve bazı hükümleri Kur’ân'la neshedilmiştir.

Mi’raç Mu’cizesi

“Allahü teâlâ’nın Resûlünün, uyanık iken bedeni ile önce semâya, sonra Allahü teâlâ'nın dilediği kadar yüceliklere mi’racı haktır.”

Meşhur haberle sabittir. Onun için de miracı inkâr eden (kâfir lmasa da) bid'atcı sayılır.

Miracı inkâr ve imkânsızlığım iddia etmek felsefî esaslara damaktadır, semâların açılması ve kapanması (yarılması ve tekrar bitişmesi hark ve iltiyam) mümkündür. (isimler birbirine benzemektedir (temasül-i ecsâm). Bundan dolayı bir cisim için doğru olan bir şey öbürü için de doğrudur. Mümkün olan her şeyi yapmaya Allahü teâlâ kâdirdir.

Müellif Ömer Nesefî'nin “uyanık iken” (yakaza halinde) demesinde, miracın rüyada vaki olduğunu iddia edenleri redde işaret vardır. Nitekim Muaviye (radıyallahü anh)'ye miraçtan sorulunca: “Bu uykuda meydana gelmiş sâdık ve salih bir rüyadan ibarettir”, demişti. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)nın: “Miraç gecesi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedeni (yatağından) kaybolmamıştı”, dediği rivayet edilmiştir. Hak teâlâ da (miraç hâdisesine işaret ederek) “Sana gösterdiğimiz rüyayı, halka fitneden başka bir şey kılmadık” (İsra, 17/60), buyurmuştur.

Bu düşünceye şu şekilde cevap verilmiştir: Rüyadan maksat, gözle görmektir. (Rüya Arapça'da hem düş, hem de görmek manâsına gelir). Hazret-i Âişe'nin “Bedeni gâib olmadı”, sözü, “Bedeni ruhundan kaybolmadı, ayrılmadı, bilâkis bedeni ruhu ile beraberdi. Miraç hem beden, hem de ruhla ilgili bir hadise idi” manâsına gelir.

Müellif Ömer Nesefî'nin: “Bedeni ve şahsı ile”, demesinde, “Miraç sadece ruha ait bir hadisedir”, (cismanî ve bedeni değil, ruhanî ve manevîdir) iddiasında bulunanları redde işaret vardır. Aşikârdır ki, rüya şeklinde veya ruhani bir biçimde miracı kabul etmek, esas itibariyle reddedilen cinsden bir şey değildir. Halbuki kâfirler, inkâr etmede azamî derecede ileri gitmişlerdi. Hatta bu sebeple bir çok müslüman irtidad etmişti. (Yani kâfirler, “miraç beden ye vücûd ile vâki oldu”, denildiği için bunu imkânsız görerek red ve inkâr etmişler, akıl almaz bir hadise olarak karşılamışlardı. Şayet, miraç ruhla veya rüya şeklinde vaki oldu denilseydi veya onlar meseleyi bu şekilde anlamış olsalardı, meseleyi bu kadar garib görmez ve inkâr etmezlerdi).

Müellif Ömer Nesefî'nin “semâya” demesinde, “Uyanık olma halindeki miraç, Kur’ân'da da ifade edildiği gibi sadece Beytu'l-makdis'e vaki olmuştu”, iddiasında bulunanları redde işaret vardır.

Müellif Ömer Nesefî'nin: “Sonra Allahü teâlâ'nın dilediği bir yüceliğe...”, demesinde, Selefin bu konudaki ihtilâfına işaret vardır. Miraç hadisesinin; Cennete, veya arşa veya arşın üst tarafına veya âlemin uc (ve bitiş) noktasına kadar vaki olduğuna dair Seleften değişik rivayetler gelmiştir,

Mescid-i Haram'dan Beyt-i makdis'e, Mekke'den Kudüs'e kadar olan îsra ve miraç kafidir, Kur’ân'la sabittir. (Bk. Îsra, 17/1).

Fakat arşdan semâya, yerden göğe vaki olan isra ve miraç meşhur haberlerle sabittir. Semâdan Cennete, arşa... vaki olan isra ve miraç ise âhâd haberlerle sabittir.

Doğru olan görüşe göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) miracda Rabbını gözü ile değil, kalbi ile (baştaki gözü ile değil, kalbteki gözle) görmüştü.

Keramet

“Velîlerin kerâmetleri haktır.

Velî, mümkün olduğu nisbette Allahü teâlâ ve sıfatlan hakkında marifet ve bilgi sahibi (ârif-i billahî olan, ibadet ve taatlara sürekli olarak riayet eden, günah ve kötülükten daimi surette kaçman, (nefsanî ve süfli arzulara, isteklere ve) nazlara, şehvet ve hırsla dalmaktan uzak kalan kişidir.

Velinin kerameti; peygamberlik davası ile ilgili bulunmamak şartiyle, ondan zuhur eden harikulade (ve tabiat kanunlarının üstündeki fevkalâde) hadiselerdir. “İman ve iyi amelle ilgisi bulunmayan kişilerden zuhur eden harikulade hadiselere istidrac, peygamberlik davasıyle ilgili olan harikulade hadiselere mucize denir.

Kerametin hakikat ve mahiyetinin delili, sahabe ve onlardan sonra gelenlerden zuhur edip te tevatür derecesine ulaşan ve onun için de inkârı imkânsız olan harikulade hadiselerdir. Bize nakledilen bu nevi hadiseler, tafsilat ve teferruat itibariyle her ne kadar âhâd senetlerle rivayet edilmişse de, özellikle bu rivayetlerin birleştikleri ortak nokta mütevatîrdir.

Ayrıca, Hazret-i Meryem'den (Bk. Ali îmran, 3/37) ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın veziri (olan Asef) ten (Bk. Necm, 27/40) (kerametlerin ve) harikulade hadiselerin zuhur ettiği açıkça ifade edilmiştir. (Böylece) vukuu sabit olduktan sonra imkânını ispat etmeye ihtiyaç yoktur. (Zira vukuu imkânına şahid ve delildir. Mümkün olmasaydı vaki olmazdı. Velilik konusunda geniş bilgi için bk: Kuşeyri risalesi, s. 368 Tere. S. Uludağ, İst. 1978).

Müellif Ömer Nesefi, bundan sonra kerameti izah etmek, aklın ciddî surette garib ve tuhaf bulduğu bazı keramet vakalarını tek tek göstermek için şu sözleri irad etmişti:

“Kerâmet, âdeti nakz bozma yolu ile normal seyri dışında tabiat kanunlarına aykırı olarak velîden zuhur eder.

(Yani tabiat kanunlarının işlerliğini durdurmak, geçerliliğini sekteye uğrutmak ve tesirliliğini geçici bir zaman için, belli kişi ve olaylara mahsus olmak üzere durdurmak suretiyle ortaya çıkan olağanüstü olaylardır).

“Az süre içinde uzun mesafe kat’etmek tayy-i mekân,

Meselâ Süleyman (aleyhisselâm)'ın adamı olan Asaf b. Berhiya'nın -meşhur olan görüş budur- göz açıp kapama süresi içinde, hatta ondan daha az bir zamanda, Belkıs'ın tahtını uzak bir mesafeden getirmesi gibi (Bk. Nemi, 27/40). (Mutasavvıflar ayrıca tayy-ı mekâna da inanırlar ve: “Allahü teâlâ zaman içinde zaman yaratır.", derler).

“İhtiyaç duyulduğunda yenecek, içilecek ve giyilecek gibi şeylerin zuhûr etmesi, kendiliğinden ortaya çıkması.

Nitekim Hazret-i Meryem hakkında bu durum söz konusudur, “Zekeriyya mihraba her gelişinde Meryem (aleyhe's-selâm)in yanında bir rızık (ve gıda maddeleri) bulur, 'Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor', der. O da:

'Allahü teâlâ tarafından', diye cevap verirdi” (Ali îmran, 3/37).

Su üzerinde yürümek.

Nitekim veli olan Selef’in bir çoğundan bu gibi hadiseler nakledilmiştir.

“Havada uçmak.

Nitekim Cafer b. Ebu Talib'ten ve Serahslı Lokman'dan bu gibi vakalar rivayet edilir. (Cafer-i Tayyar “Uçan Cafer” Hazret-i Ali'nin kardeşidir. Lokman-ı perende ”Uçan Lokman”nin Hacı Bektaş ile ilgisi vardır.)

“Cansız varlıkların ve hayvanların konuşmaları.

Cansız maddelerin konuşmasına misâl: Rivayet olunur ki, Ebu Derda ile Selman-ı Farisî'nin önlerinde bulunan bir sahan teşbih etmiş (Subhanellah, demiş) onlar da bu sesi işitmişlerdi.

Gelen belâyı defetme ve önemli sayıdaki düşmana karşı üstün gelme.

Hayvanların konuşmasına misâl:

a) Köpek, Ashab-ı kehfle konuşmuştu,

b) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle dediği rivayet olunur:

“Adamın biri, bir sığırın sırtına yük vurmuş ve önüne katıp götürüyordu. Bu esnada, sığır adama bakmış ve, 'Ben bu iş için yaratılmadım, sadece çift sürmek için yaratıldım', demişti. Hazret-i Peygamber bu hadiseyi anlatınca, orada bulunan topluluk, hayret ederek, 'Sübhanellah.' Sığır da mı konuşurmuş? demişlerdi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem),

“Ben buna inanıyorum! (Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma) da inanırlar, buyurmuştu”.

“Ve buna benzer şeyler.

Medine'de minberde bulunan Ömer (radıyallahü anh)'in Nihavend'deki orduyu görmesi gibi. Hazret-i Ömer'in ordu komutanı olan zata, “Ya Sâriye el-cebele!” (Dağa sığın, dağa!) diye seslendiği, böylece orada bulunan ve arkadan çevirme harekâtına girişen düşmanın harb oyununa karşı komutanına taktik verdiği hikâye edilir. Mesafenin uzunluğuna rağmen komutan Sâriye'nin Hazret-i Ömer'in sesini işitmesi (daha doğrusu Hazret-i Ömer'in orduyu görüp sesini komutanına işittirmesi) keramettir. Hazret-i Halid (radıyallahü anh)'in içtiği zehirden zarar görmemesi, Hazret-i Ömer'in gönderdiği bir mektup üzerine, o sırada suları azalan Nil nehrinin taşması ve benzeri hadiseler gibi sayılmayacak pek çok keramet vakası vardır.

“Harikulade hadiselerin velilerden de zuhur etmesi mümkün olsaydı, o zaman kerametle mucize birbirine karışırdı, bunun neticesinde de peygamberi, peygamber olmayandan ayırdetmek mümkün olmazdı”, gibi delil ve düşüncelerle; Mu’tezile, evliyanın kerametini inkâr ettiği için, Müellif Ömer Nesefî, buna işaret ederek dedi ki:

“Bu kerametler, bir ümmete mensup fertlerden biri olan bir velîden zuhûr eden harikulâde hadiseler, kendisinden keramet zuhûr eden ferdin bağlı bulunduğu ümmetin peygamberine ait bir mu’cize olarak kabul edilir. Çünkü bu keramet sayesinde o şahsın velî olduğu zahir olur. Bir kimse dindarlığında hak üzere ve dine bağlılığında samimi ve sâdık olmazsa velî olamaz. Velînin dindarlığı ise, lisan ve kalble tâbi olduğu Resûlün peygamberliğini ikrar etmek, bununla beraber bütün emir ve nehiylerinde kendisine itâat etmek ile olur.

(Cüneyd'in kerameti Hazret-i Peygamber'in mucizesidir). Onun içindir ki, peygamberlere tâbi olmak söz konusu olmadan bizzat ve müstakillen velî olduğunu iddia eden bir veli aslında velî sayılmaz, kendisinden bu gibi harikulade halle (istidrac olmak üzere meydana gelir, ama katiyen keramet olmak üzere) zuhur etmez.

Velhasıl, ister kendisinden zuhur etsin, isterse kendisine bağlı olan ümmet fertlerinden bir zattan zuhur etsin, harikulade bir hadise peygamberlere nisbetle mucize, velîye nisbetle keramettir. Zira kendisinden harikulade bir hadise zuhur eden şahıs, peygamberlik davasında bulunmamaktadır. Netice olarak, peygamberlerin nebî olduğunu kesinlikle bilmeleri, harikulade bir şey göstermeye kasd ve azmetmeleri, mucizenin gereğine göre hükmetmeleri (ve ona göre davranarak, “Ben peygamberim” demeleri) şarttır. Halbuki velî için bunlardan hiçbiri söz konusu değildir, onda durum bunun tam aksinedir.