Geri

   

 

 

İleri

 

15 METİN

38

HİLÂFET MESELESİ

“Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi sırası ile Ebû Bekr Sıddîk, Ömer Fâruk, Osman Zin-nûreyn ve Ali Murtezâdır.

“Peygamberimizden sonra insanların en üstünü”, ifadesi yerine “Peygamberlerden sonra...”, ifadesi kullanılsaydı daha güzel olurdu. Fakat Müellif Ömer Nesefi “sonra” sözü ile (derece ve rütbe bakımından olan sonralığı değil), zaman itibariyle olan “sonralığı” kastetmiştir. (Onun için bu ifadeden, Hazret-i Ebu Bekir Hazret-i Peygamber hariç, diğer bütün insanlardan, yani diğer peygamberlerden de üstündür, manâsı çıkmaz. Diğer taraftan} Peygamberimizden sonra da peygamber yoktur (Onun için de müellifin ifadesi sakıncalı değildir). Bununla beraber Îsa (aleyhisselâm)'ın durumunun özellikle belirtilmesi şarttır. Eğer “insanların en faziletlisi”, sözü ile, Hazret-i Peygamberden sonra varolan “bütün insanlar” manâsı kasdedilirse, Îsa (aleyhisselâm)'ın bir nebî olarak varlığı müellifin ifadesiyle bir çelişki meydana getirir. (Çünkü âhir zamandaki nüzûl-i İsa bahis konusu edilebilir).

Eğer bu ifade ile “Hazret-i Peygamber'den sonra doğan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da dört halifenin yukardaki sıraya dayanan üstünlüğü sahabeye karşı öne sürülemez. (Zira Hazret-i Peygamber'den evvel vefat eden sahabîler bu ifadenin şümulüne girmez. Şayet bu ifade ile (“Hazret-i Peygamber'in zamanında) yeryüzünde mevcut olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da bu dört zatın tabiûna ve ondan sonra gelenlere karşı üstünlükleri sözkonusu edilemez. Eğer bu ifade ile, "yeryüzünde var olan ve olacak olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zamanda yine İsa (aleyhisselâm)'ın durumu öne sürülerek bir çelişki meydana getirilebilir.

Ebu Bekir (radıyallahü anh), Nebi (aleyhisselâm)'ın peygamberliğini hiç düşünmeden tasdik etmiş, miracını tereddüt etmeden kabul etmişti (onun için de Sıddîk ismini almıştı).

Ömer Faruk (radıyallahü anh), hüküm verirken ve dava konusu olan meseleleri hallederken hak ile bâtılı ayırdettigi için ona Faruk adı verilmişti.

Osman Zinnureyn (iki nurlu) (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kızı Rukiye'yi onunla evlendirmiş, o ölünce, öbür kızı Ümmü Gülsüm'ü kendisine nikahlamıştı. O da vefat edince: “Ya Osman, üçüncü bir kızım olsaydı, onu da sana nikahlardım”, buyurmuşlardı.

Ali Murtaza (radıyallahü anh), Allah'ın kulları içinde en seçkin ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı arasında en ihlaslılarındandır. (Murtaza, Allahü teâlâ ve Resûlünün kendisinden razı olduğu veya onların rızasını kazanan zat demektir).

Selefi (yani ilk müslümanların ekseriyetini 4 halifenin üstünlük sıraları bahsinde) bu şekilde bulduk. Öyle anlaşılıyor ki, ellerinde bir delil bulunnıasaydı bu tarzda hüküm vermezlerdi.

Bize gelince, her iki tarafın ( yani Sünnilerle Şiilerin) delillerini çatışır durumda (ve tearuz) halinde bulduk. Bu meselenin amelle (ve fiiliyatla) ilgili bir yönünü bulamadık. Bu konuda duraklamak (tevekkuf etmek ve bir hüküm vermekten sakınmak) da farz olan hiç bir şeyi ihlâl etmez. (Zira Sünnilere göre, halife seçilecek zatın, insanların en üstünü olması esasen şart değildir). Selef, Hazret-i Osman'ın Hazret-i Ali Murteza'ya olan üstünlüğü konusunda tevekkuf etmişler ve: “Tafdil-i şeyheyn ve mahabbet-i Hateneyn (Hazret-i Ebu Bekir'le Hazret-i Ömer'in üstünlüğünü, Hazret-i Ali ile Hazret-i Osman'ın sevgisini) Ehl-i sünnetin şiarı ve alâmeti saymak suretiyle bu kanâatlarını ortaya koymuşlardı. (Hateneyn iki damad, Şeyheyn: iki kayın peder demektir). Hatta Seleften bazılan Hazret-i Ali'nin Hazret-i Osman'dan daha faziletli olduğuna meyletmişlerdi).

Bu konuda insafla verilecek hüküm şudur: Eğer, “daha üstün” olmaktan maksat, sevap çokluğu ise, tevekkuf etmek (ve kesin bir hüküm vermekten sakınmak) için bir sebep vardır. (Kimin sevabının daha çok olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir). Şayet “daha üstün” olmaktan maksat, akl-ı selim sahibi kimselerin fazilet kabul edecekleri meziyetlerin fazlalığı ise, tevekkuf için sebep yoktur. (Zira onlara ait fazilet ve meziyetler, o zamanda yaşamış olan insanlarca bilinmekte idi. Bu gibi hususlar bize de nakî ve rivayet yolu ile gelmiştir. (Sahabenin üstünlüğü konusunda bk. îbn Hazm, el-Fısal, IV, 87. el-Müfadala bahsi).

Bütün ümmet fertlerine ittiba vâcib olacak şekilde Allahü teâlâ Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) niyabet manâsına gelen,

“İlk dört halifenin hilafetleri de bu tertîb üzeredir.

Yani Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sonra halife olma (hak ve ehliyeti evvela) Ebu Bekir'e, sonra Ömer'e, sonra Osman'a ve daha sonra da Ali (radıyallahü anh)'ye aittir.

Buna sebep de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın vefat ettiği gün sahabe Benû Saide sakifesinde toplanmış, bir takım tartışmalardan ve müşaverelerden sonra Ebu Bekir'in halife olması hususunda görüş birliğine ulaşmış ve bu konuda icnıa ve ittifak etmişlerdi. Kendi iradesiyle (altı ay kadar) bir süre tevekkuf eden ve geri duran Ali (radıyallahü anh) daha sonra, bir çok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hazret-i Ebu Bekir'e biat etmiş (ve halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiş) ti. Şayet halifelik Hazret-i Ebu Bekir'in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmez, Ali (radıyallahü anh), Muaviye (radıyallahü anh) ile kavga durumuna girdiği gibi, onunla da çekişme durumuna girerdi. Şayet Şîîlerin iddia ettikleri gibi Hazret-i Ali'nin halife olması gerektiğine dair (Hazret-i Peygamber'den bir nas ve) açık bir beyan bulunsaydı, Hazret-i Ali bu nassı sahabeye karşı delil olarak öne sürebilirdi. Hazret-i Peygamber'den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sahabesi hakkında nasıl düşünülebilir?

Başka bir delil de şudur: Ebu Bekir, yaşamaktan ümit kesince, Osman (radıyallahü anh)'ı çağırdı ve Hazret-i Ömer'i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırarak altını mühürledi. Sonra bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmeleri teklif edildi, onlar da teklifi kabul ettiler. Sıra Hazret-i Ali'ye gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dedi.

Hulasa Hazret-i Ömer'in halifeliği de ittifakla sabit olmuştur. Sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd b. Ebu Vakkas (radıyallahü anh) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (Seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyle Hazret-i Ömer oğlu Abdullah'ı da bu komisyona dahil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O'nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hazret-i Osman'ı seçerek ashab huzurunda O'na biat eyledi. Sahabenin biati da O'nun biatini takib etti. Hazret-i Osman'ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O'nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hazret-i Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada bırakmıştı.

Muhacir ve Ensarın büyükleri toplanıp Ali (radıyallahü anh)'ın yanma gittiler, halifeliği kabul etmesini kendisinden rica ettiler. Teklifi kabul edince de O'na biat ettiler. Zira o zaman mevcud olan şahısların en üstünü ve halife olmaya en çok ehil olanı O idi. Daha sonra ortaya çıkan kavgalar ve savaşlar, O'nun hilafeti ve hilafetinin meşruluğu üzerindeki çekişmelerden değil, ictihaddaki hatadan ileri gelmişti.

Ehl-i sünnetle Şiîler arasında bu konuda vaki olan ihtilaflar, gruplardan her birinin imâmet ve hilafet meselesinde nass bulunduğunu iddia etmeleri, karşılıklı olarak sorular sormaları ve cevaplar vermeleri bu meseleye dair geniş bilgi veren hacimli eserlerde anlatılmıştır.

Hilâfet, otuz senedir, ondan sonrası mülk ve imamlıktır/emirliktir.

Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Benden sonra halifeliğin müddeti otuz senedir. Sonra iş ısırgan bir melikliğe dönüşecektir”.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın vefatından sonraki 30. yılın başında şehid edilmişti. Şu halde Muaviye ve ondan sonra gelenler, melik ve emir idiler, halife değillerdi. Diğer taraftan bu, müşkii bir meseledir. Zira ehl-i hail ve akd adı verilen büyük din âlimleri, bazı Abbasî halifeleri ve Ömer b. Abdülaziz gibi - meselâ bazı Mervanî (yani Mervan'nı soyundan gelenilerin halifelikleri (ve hilafetlerinin meşruluğu) konusunda ittifak" etmişlerdi. Herhalde burada,biattan sapma ve muhalefet şaibesi bulunmayan “kâmil manâdaki hilafet” kasdedilmektedir.) Hilafet 30 senedir. Ondan sonrasında (anlatılan manâda bir hilafet) bazan mevcut olur, bazan mevcut olmaz.

Bir halife (ve devlet başkanı) tayin etmenin vâcib olduğu konusunda icma ve ittifak vardır. İhtilaf konusu olan husus şundan ibarettir: Halifeyi ve imâmı nasb ve tayin etmek Allahü teâlâ üzerine mi, yoksa halk üzerine mi vâçibtir? Eğer imâm tayini vâcib ise sem'î ve nakli delille mi, yoksa aklî ve mantıkî delille mi vâçibtir?

Ehl-i sünnet mezhebine göre, halife tayin etmek, halk üzerine ve naklî delillerin gereği olarak vâcibtir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Bir kimse, zamanının imâmını bilmeden ölürse, cahiliye devrinde ölmüş gibi ölür”, buyurmuşlardır.

Ayrıca ümmet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in vefatından sonra, en önemli iş olarak imâm (emir) ve halife tayin etme işini görmüşlerdi. Hatta imâm tayin etme işini, (Hazret-i Peygamber'i) defnetme işine takdim etmişlerdi. Daha sonra vefat eden her imâmdan sonra da durum böyle olmuştur.

Ayrıca şer'î vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi halifeye bağlı olduğu için, müellif Ömer Nesefi buna işaret ederek dedi ki:

Müslümanlar için bir imâma halifeye, siyasi lidere mutlak surette ihtiyaç vardır. Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infâzı, cezaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların zekâtların toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyanın zabt u rabt altına alınarak cezalandırılması, Cuma ve Bayram namazlarının ifa edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kâim olan şahitliklerin kabulü, velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi gibi önemli hususlar, imâm sayesinde icra edilir.

Bunlara benzeyen ve ümmete mensup fertler tarafından ifa edilemeyen diğer işler için de durum budur.

Soru: Her bölgede, o bölgeye hükmeden ve güçlü bir otoritesi bulunan bir hâkim (derebey) ile iktifa edilmesi mümkün değil midir? Genel bir başkan tayin etmenin lüzumu ve zarureti nereden gelmektedir?

Cevap: Böyle bir durum hem dünya hem de din işlerim aksatacak çekişmelere ve kavgalara sebep olur. Nitekim zamanımızda bu durumu müşahade etmekteyiz.

Soru: İster imâm olsun isterse olmasın otorite sahibi genel bir başkanla yetinilemez mi? Türklerin zamanında olduğu gibi, nizam bu yoldan da sağlanamaz mı? (Devlet laik olamaz mı?, cengiz tüzüğü ve yasası gibi).

Cevap: Evet, dünya ile ilgili bazı işler bu yoldan nizama konulabilir. Fakat en mühim gaye ve en büyük umde olan din işleri aksar.

Soru: Anlattıklarınıza göre, Hulefa-yı râşidin denilen ilk dört halifenin hükmettikleri 30 senelik müddetten sonraki zaman imâmsız geçmiş, onun için bütün ümmet fertleri asi ve günahkâr olmuş, bu sebeple de cahiliye döneminde ölen şahıslar gibi vefat etmiş olmazlar mı?

Cevap: Yukarda anlatıldığı gibi 30 senelik halifelikten maksat “kâmil manâdaki hilafet”tir. (Mutlak hilafet kastedilmiş değildir), İtirazın doğruluğunu kabul etsek bile, mümkündür ki, hilafet dönemi biter, ama imâmet dönemi bitmez. Zira imâmet daha genel bir kavramdır. (Hadiste de imâmdan bahsedilmiştir). Fakat kelâmcılar arasında böyle bir ıstılahın ve izah şeklinin var olduğuna raslamadım. Tam tersine, bazı Şiilere göre halifelik imâmlıktan daha genel bir tabirdir. Bundan dolayı Şiîler ilk üç devlet başkanının halife olduğunu söylerler, ama imâm olduğunu söylemezler. Fakat Abbasi halifelerinden sonrası için durum müşkildir.

(Burada şu şekilde izahlar öne sürülmüştür:

a) Müslüman halk, gücü yettiği halde imâm tayin etmezse, o zaman mesul olur.

b) Bir kişi otorite tesis edip disiplini temin etti mi, ona itaat vacip olur, zira o hükmen imâmdır.

c) Hadis sadece imâma itaat edilmesine teşvik için söylenmiştir. Osmanlı dönemi için de aynı şeyler söylenebilir. Bu izah şekli, fiilî durumuna nazarî olarak bir meşruiyet kazandırır).

“İmâmın/emîrin zâhir ve açıkta olması gerekir.

Kendisine müracaat edilince maslahatın ve işlerin görülmesi ve imâm tayin etmedeki maksadın hasıl olması için imâmın böyle olması (Şiilerin iddia ettikleri gibi gâib olmaması) lazımdır.

Zâlimlerin galebe çalması ve düşman korkusu sebebiyle imâmın halkın gözünden

İmâm, gizli ve beklenen değildir.

Şiîlikte olduğu gibi, imâm (mahfî ve mestur) olmaz. Zuhur ve hurûc etmek için, zamanın düzelmesi, şer ve fesad vasıtalarının ortadan kaldırılması, zâlim ve inatçıların haksızlıklarının halledilmesi vaktini bekleyen kişi de (imâm) değildir. (İmâm-ı müntazar, gelişi beklenen imâm, Şiîlikte var, Sünnîlikte yoktur).

Şiilerin, Özellikle İmâmiyenin ve Ca'feriyenin, “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra hak ve meşru imâm, Ali (radıyallahü anh), sonra oğlu Hasan, sonra onun kardeşi Hüseyin, sonra onun oğlu Ali Zeynelâbidin, sonra onun oğlu Muhammed Bakır, sonra onun oğlu Cafer Sâdık, sonra onun oğlu Musa Kazım, sonra onun oğlu Ali Rıza, sonra onun oğlu Muhammed Takî, sonra onun oğlu Ali Nakı, sonra onun oğlu Hasan Askeri, sonra onun oğlu Kaim Müntezar Mehdî (radıyallahü anhüm)”, şeklindeki iddiaları doğru değildir.

Caferîlere göre Mehdî, düşman korkusundan gizlenmiştir. Yakın bir gelecekte zuhur edecek (sahib-i zuhur) cevru cefa ve zulm ile dolan dünyayı adalet ve hakkaniyetle dolduracaktır. Îsa, Hızır (aleyhisselâm) ve daha başkalarında da görüldüğü gibi, Mehdi’nin ömrünün uzun olması ve günümüze kadar hayatının uzayıp gelmesi imkânsız bir şey değildir.

Malumdur ki, imâmın mevcudiyetinden beklenen maksatların gerçekleşmesi yönünden gizli imâmın varlığı ile yokluğu birdir. Bir imâmın, düşmanlardan korkması (anka kuşu gibi) “İsmi var, cismi yok”, denecek şekilde saklanmış olmasını gerektirmez. Olsa olsa, imâmlık davasını gizli tutmasını icab ettirir. Nitekim halk arasında gezip dolaşan, fakat imâmet davasında bulunmayan Mehdî'nin ataları hakkındaki durumu budur. Ayrıca zaman bozulduğu, (tehlikeli boyutlara ulaşan) görüş ayrılıkları ortaya çıktığı ve zorbalar hâkimiyet kurduğu zaman halkın imâma olan ihtiyacı daha fazla olur. Böyle vakitlerde ona daha kolay itaat edilir. (Onun için imâmın ye Mehdi'nin gizli ve saklı olmasına ihtiyaç yoktur).

“İmâmın/emîrin Kureyş'ten olması gerekir. Başkalarından olması câiz değildir. Fakat Hâşim oğullarından ve Hazret-i Ali'nin evladından radıyallahü anh olması da şart değildir.

Yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) “İmâmlar Kureyş'ten olur”, buyurduğu için imâmın Kureyş'ten olması şarttır. Gerçi bir konudaki haber, vâhid haberdir. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) bu hadisi Ensara karşı delil olmak üzere ileri sürünce kimse bunu inkâr etmemişti. Onun için de bu konuda bir icma ve ittifak hasıl olmuştu. Bu ittifaka, Haricîlerle Mu’tezilelerden bazılarından başkası da muhalefet etmemişti.

İmâmın Haşimi veya Alevî (Ali evladı veya Fatımî, Fatma'nın neslinden) olması şart değildir. Haşimoğullarından olmayan fakat Kureyş'ten olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman (radıyallahü anh)'ın halifelikleri delille sabittir. Kureyş, Nadr b. Kinâne'nin soyundan gelen kişilerin ismidir. Hâşim ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in dedesi olan Abdülmuttaüp'in babasıdır.

Resûlüllah'ın şeceresi: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmutta-lip b. Haşim b. Abdülmenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Luey b. Galip b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b, îlyas b. Mudar b. Nezâr b. Muadd b. Adnan.

Alevîlerle Abbâsiler (Hazret-i Ali ile amcası Hazret-i Abbas'ın neslinden gelenler) Haşimoğullarındandırlar. Zira Abbas ile (Hazret-i Ali'nin babası) Ebu Talib, Abdülmuttalib'in oğullarından idiler.

Ebu Bekir (radıyallahü anh) ise Kureyşî idi. Şeceresi de şöyledir: Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe b. Osman b. Âmir b. Ömer b. Ka'b b. Lüey...

Ömer (radıyallahü anh)'ın durumu da böyledir. Şeceresi: Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b. Abduluzzâ b. Rebâh b. Abdullah b. Kurt b. Bizah b. Adî b. Kaib...

Osman (radıyallahü anh)'ın durumu da böyledir. Şeceresi: Osman b. Affan b. Ebu Âs b. Ümeyye (Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve torunu Yezid de bu zatın soyundan gelir ve onun neslinden gelenlere Emevî veya Ümeyye oğulları adı verilir), Abduşşems b. Abdülmenâf... (Soy itibariyle ilk dört halifenin Hazret-i Peygambere yakınlık sıralan: Ali, Osman, Ömer ve Ebu Bekir yani hilafetlerindeki sıranın tersidir).