Geri

   

 

 

İleri

 

16 METİN

İmâmda/emîrde ma’sûm olma şartı yoktur.

Mâsûm olduğu kesin olmamakla beraber Hazret-i Ebu Bekir'in halife oluşu ile alâkalı deliller bunu gösterir. Ayrıca hilafette “ismet” i şart koşmak bir delilin bulunmasına ihtiyaç gösterir, “Şart koşmamak” da ise, ismetin şart olduğunu gösteren bir delilin mevcut olmaması kâfi gelmektedir. Bu hususta muhalif kanâatta olanlar: (Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'e, “Seni insanlara imâm/lider kılacağım”, demişti. O da “Soyumdan gelenleri de” deyince)

“Zâlimler benim ahdime nail olmazlar” (Bakara, 2/124, onları önder yapmam buyurmuştu), mealindeki âyeti delil olmak üzere ileri sürerek “masum olmayanlar zâlim olurlar. Onun için de imâm olma ahdine (ve payesine) erişemezler”, demişlerdir.

Cevap: Bu itirazı kabul etmiyoruz. Zira zâlim, adalet (ve dürüstlük) niteliğinin elden çıkmasına sebep olacak bir günahı işleyen ve sonra da buna tevbe etmeyen ve kendini düzeltmeyen kişidir. Şu halde masum olmayan bir kimsenin zâlim olması lazım gelmez.

İsmetin mahiyeti, günah işleme konusunda kuvvet ve irâde sahibi olduğu halde Allahü teâlâ'nın bir insanda günah yaratmamasıdır. Mu’tezilenin, “İsmet, irâde ve ihtiyar niteliği var olmaya devam etmekle beraber, imtihan etme halini gerçekleştirmek için Allahü teâlâ'dan gelen ve kişiyi iyi işler işlemeye, kötü işlerden uzak durmaya sevkeden bir lütuftur”, demesinin manâsı da budur. İşte bundan dolayıdır ki, Şeyh Ebu Mansur (radıyallahü anh), “İsmet, mihneti ve teklifi yok etmez”, demiştir. Onun için, “İsmet, insanın ruhunda veya bedeninde mevcut olan bir özelliktir ki, onun var oluşu, insandan bir günahın zuhur etmesini imkânsız kılar”, diyenlerin sözleri bâtıldır. Bu tarifin doğru olması nasıl düşünülebilir ki, kendisinden günah zuhur etmesi imkânsız olan bir şahsı, günahı terk etmekle mükellef tutmak ve bunun için ona sevap vermek doğru olmazdı.

“İmâmın/emîrin, zamanının en üstünü olması şart değildir.

Bunun sebebi şudur: Fazilet ve üstünlükte müsavi olan, hatta ilim ve amel yönünden daha az ve daha aşağıda bulunan bir kimse, imâmetteki maslahat ve mefsedetleri, iyi ve kötü tarafları daha iyi bilebilir, bunların gereğini yapmaya daha çok muktedir olabilir. Bu durumda olan tve mefdûl denilen) zatı imâm tayin etmek, kötülükleri defetmede ve fitne çıkarılmasını önlemede daha tesirli olacaksa, bu hal özellikle bahis konusu olur. Bundan dolayıdır ki, bazılarının öbür bazılarından daha üstün olduklarım kesinlikle bildiği halde Ömer (radıyallahü anh), yeni imâmın tayini meselesinin hallini altı kişilik bir şûra (komisyon) ya bırakmıştı.

Soru: Bir zamanda iki imâm tayin edilmesi câiz olmazken, imâmet konusunun altı kişilik bir heyete havale edilmesi nasıl doğru olur?

Cevap: Câiz olmayan şey, her birine ayrı ayrı itaat edilmesi gereken bağımsız iki imâm tayin etmektir. Zira bu durum, birbirine d hükümlere uyma gibi bir çelişki meydana getirir. Altı kişilik şûra heyeti tümüyle tek bir imâm hükmündedir.

“İmâmın/emîrin, kâmil ve mutlak bir velâyete sahib olması şarttır.

Yani imâm, müslüman, hür, erkek, akıllı ve buluğ çağına ermiş olacak. Mü’minler üzerinde kâfirlerin velayet hakkına sahip olmalarının yolunu, Allahü teâlâ kâfirler için kapatmıştır. Köle ise efendisine hizmet etmekle meşguldür, ayrıca halk nazarında da hakir görülmektedir. Kadınların ise aklı ve dinî eksiktir. Hissi hareket ederler, fazla yürekli değillerdir. Hayız ve nifas gibi durumlarda farz ibadetleri ifa edememektedirler. Camide cemaata imâm olup namaz kıldıramamaktadırlar). Sabi ve deliler işleri sevk ve idareden, amme hizmetleriyle ilgili tasarruflarda bulunmaktan acizdirler. (Bazı îslâm devletlerindeki deli ve çocukların halife ve padişah tayin edilmesinin îslâmî hükmünü burada hatırlamakta fayda vardır).

“İmâm/emîr, sâis sevk ve idare edicidir/yöneticidir.

Yani görüşünün ve düşünüşünün kuvveti, şevket ve kudretinin yardımı ile müslümanların işlerinde tasarrufta bulunma (ve onları sevk ve idare etme) ehliyetine sahip bulunmalıdır.

“İmâm/emîr güçlüdür. İlmi, adâleti, yeterliliği, cesaretiyle dinî hükümleri tatbik etmeye ve kanunları uygulamaya, İslâm ülkesinin sınırlarını korumaya, hak sahibinin hakkını haksızdan almaya muktedirdir.

Zira bu niteliklerden birinin bulunmaması, imâm tayin etmekten elde edilmek İstenen faydaları ve gayeyi gerçekleştirmez, aksine aksatır.

Allahü teâlâ'ya itaat halinin haricine çıktı ve

Fâsık ve zâlim oldu diye imâm azledilmez.

Buradaki zâlim olmak, cevr ve cefa etmek, Allahü teâlâ'nın kullarına haksızlık etmek manâsına gelir. Hulefa-yi râşidîn, ilk dört halifeden sonra imâmlardan fısk ve günah zuhur etmiş, cevr ve cefa yayılmış olduğundan bu durum câiz görülmüştür.

Selef, bu nevi imâmlara itaat eder ve boyun eğerlerdi. Onların izni ile cuma ve bayram namazlarını kılarlar ve kendilerine karşı isyan edilmesini (ve bir hurûc ve ihtilal hareketine girişilmesi) kanâatini taşımazlardı. Ayrıca, başlangıç ve tayin itibariyle imâmetin, şartlarından olmayan ismetin imâmetin devamı itibariyle şart olmayacağı aşikârdır. Fısk ve cevr sebebiyle imâmın azl olunmuş sayılacağı, bütün hâkim ve valiler için de durumun böyle olduğu görüşü îmam Şafiî'den nakledilmiştir.

Meselenin esası şudur: İmâm Şafii'ye göre fâsık velayete ehil değildir. Çünkü kendisine bakmamakta (haline, menfaatına ve maslahatına uygun olan davranış biçimini beni msem emekte) dir. Şu halde bu durumdaki bir kimse başkasına nasıl bakacaktır? Ebu Hanife (radıyallahü anh)ye göre fâsık velayet ehliyetine sahiptir. Hatta fâsık olan bir babanın, küçük yaştaki kızını evlendirmesi sahihtir. Şafiî kitaplarında “fısk sebebiyle hâkim azlolunmuş sayılır, fakat imâmda durum böyle değildir”, diye yazılmıştır. Aradaki fark şudur: İmâmın azledilmiş sayılması ve yerine yenisini tayin etmenin farz olması fitne çıkmasına sebep olur. Zira imâmın gücü (şevket) vardır. Halbuki hâkim için bu durum bahis konusu değildir.

(Hanefîlerin) Nevadir (isimli fetva kitapların) daki bir rivayete göre üç imâma, yani Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, “fâsık hâkimin hükmü câiz değildir”. Bazı fıkıh hocaları şöyle der: Fâsık bir kimsenin hâkimliğe tayini başlangıçta (ve prensip itibariyle) sahihtir. Fakat âdil (ve dürüst olarak bilinen bir) kişi, hâkimliğe tayin edildikten sonra fışkı sebebiyle görevinden azledilir. Bunun sebebi şudur: Bu kişiye hâkimlik görevini veren zat, onun adaletine (ve dürüstlüğüne) güvenmiştir, bu vasfı taşımadan hüküm vermesine razı olmamıştır.

Fetava-yı Kadihan'da denilmiştir ki: “Bir hâkim rüşvet alsa, rüşvet aldığı dava ile ilgili olan hükmü geçerli olmaz. Bir adam hâkimlik görevini ve makamım rüşvetle ele geçirse hâkimliği muteber değildir, verdiği hükümler de geçerli olmaz”.

Sâlih olsun fâcir olsun herkesin arkasında namaz kılmak câizdir.

Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); “İyi ve kötü herkesin ardında namaz kılınız”, buyurmuşlardır. Bu ümmetin âlimleri, tenkit ve inkâr konusu yapmaksızın fâsıkların ve hevâ ve bid'at ehlinin arkasında (cemaat olup) namaz kılarlardı. Seleften bazı zevatın, fâsık ve bid'atcıların ardında namaz kılmaktan müslümanları menetmeleri, kerahete hamledilir. Fâsık ve bid'atcının peşinde kılınan namazın keraheti konusunda söz yoktur. (Fakat kerahet cevaza engel değildir). Lâkin bütün bunlar bir fâsıkm fışkı ve bid'atcının bid'atı küfür sınırına varmadığı sürece bahis konusu olur. Fısk ve bid'at, kişiyi küfür sınırına getirdi mi, böylesi birinin peşinde kılman namazın câiz olmayacağı hususunda da söz yoktur. Mu’tezile, her ne kadar fâsık ve faciri, (yani büyük günah işleyen mürtekibi kebîreyi) mü’min, saymıyorlarsa da, onların peşinde namaz kılmayı câiz görmektedirler. Çünkü onlara göre imâmette şart olan tasdik, ikrar ve amelin hep birlikte var olması manâsına gelen imanın mevcudiyeti değil, küfrün yok olması halidir. (Mu’tezileye göre fâsık mü’min olmaktan çıkmışsa da kâfir olmuş değildir, iki menzile arasındadır, kâfir olmadığı için ardında namaz kılınır).

39

DİĞER KONULAR

“İster iyi, ister kötü olsun Müslüman bilinen herkesin cenaze namazı kılınır.

Zira bu konuda icma vardır. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Kıble ehlinden olup ta vefat eden bir kimsenin cenaze namazını kılmamazIık etmeyin”, buyurmuşlardır.

İtiraz: Bu gibi konular, sırf furû-i fıkıh denilen ilimle ilgilidir. Bu nevi meseleleri, kelâm ilminin esasları arasında bahis konusu etmenin izahı yoktur. Eğer bundan maksad, “bahis konusu meselelerin hakikatına itikad vaciptir”, demekse, o zaman da deriz ki, “zaten fıkıh ilminin bütün meseleleri böyledir”. (Sadece bir kaç konuyu anlatmanın ne manâsı vardır?).

Cevap: Müellif Ömer Nesefî kelâm ilminin maksadını, Allah'ın zatı, sıfatlan, fiilleri, âhiret günü, nübüvvet konusu ve imâmet meselesi gibi hususları İslâm kanunu ve esaslarına Ehl-i sünnet ve'l-cemaatm yoluna uygun bir tarzda inceleyip bitirdikten sonra, Ehl-i sünneti öbür mezheblerden ayıran mevzulara bir nebze işaret etmeye gayret etti. Bu gibi konularda Mu’tezile veya Şia veya felsefe veya mülhitler veyahut da diğer Ehl-i bid'at ve neva olan mezhepler Ehl-i sünnete muhalefet etmişlerdir. Bu gibi meselelerin furû-i fıkıhtan veya itikatla ilgili diğer cüzî meselelerden olması müsavidir.

“Sahâbe-i kirâm, sadece hayırla anılır. Bunun dışında kendilerinden bahsetmekten kaçınılır.

Zira sahabelerin menkıbeleriyle (yâni iyi hal ve hareket sahibi kimseler olmaları) ve kendilerine dil uzatmaktan sakınmanın vâcib oluşuyla ilgili olarak sahih hadisler rivayet edilmiştir. Meselâ Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şu hadisleri bunlardandır:

1. “Ashabıma sövmeyiniz, sizden biriniz şu Uhud dağı kadar altın sadaka verse, onların verdiği bir kilo hatta yarım kilo sadakadan aldığı sevaba yetişemez, nail olamaz”,

2. “Sahabeme ikramda bulununuz, çünkü en hayırlınız onlardır...”.

3. Allahü teâlâ, Allahü teâlâ! Ashabım konusunda Hakk teâlâ'dan korkunuz da onları benden sonra hakir görmeyiniz (ve husumet oklarının hedefi haline getirmeyiniz). Sahabeyi seven bir kimse, beni sevdiği için onları sevmiş olur. Onlardan nefret eden, benden nefret ettiği için onlardan nefret etmiş olur. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Beni inciten Allahü teâlâ’yı incitmiş olur. Kim ki, Hakk teâlâ'ya eza eder, Allahü teâlâ onu (cezalandırmak ve azab etmek için) yakalayıverir”.

Bundan başka Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyn ve diğer büyük sahabelerden “radıyallahü anhüm” herbirinin menkıbeleri hakkında sahih hadisler vardır. Sahabelerin kendi aralarında vaki olan kavga ve savaşları yorumlama ve değerlendirme (mehamil ve te'vilât) şekli vardır. Bunlardan dolayı, sahabeye sövmek ve onları kötülemek, şayet kesin delillere aykırı düşüyorsa, küfürdür. Âişe (radıyallahü anhe)ye yapılan iftira gibi (Bk. Nur, 24/11). İfk hadisesi, Hazret-i Âişe'ye yapılan iffetsizlik iftirasının asılsız olduğu bu âyetle sabit bulunmaktadır). Eğer (sahabeye sebb ve şetm) kesin delillere dayanmıyorsa, bu da bid'at ve fâsıklıktır.

Özet olarak, Selef müctehidlerinden ve takva sahibi âlimlerden Hazret-i Muâviye ve taraftarlarının lânetlenmesinin câiz olduğu konusunda bize bir şey nakledilmiş değildir. Bunların davranışları hakkında verilecek en ağır ve en son "hüküm şudur: “Hadlerini tecavüz etmişler (bâğî ve âsi olmuşlar, meşru) imâma karşı ayaklanmışlardır”. Bu hareket ise, kendilerine la'net okunmasını gerektirmez.

Alimler, sadece Hazret-i Muaviye'nin oğlu Yezid hakkında ihtilaf etmişlerdir. Hatta el-Hulâsa'da ve diğer eserlerde şöyle dahi denilmiştir: “Yezid'e ve Haccac'a lânet etmek uygun değildir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Namaz kılanların ve Ehl-i kıblenin lânetlenmesini yasaklamıştır'. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, kıble ehlini lânetlediğine dair rivayet edilen hadisleri, 'O, başkalarının bilemedikleri - insanlara ait - halleri bilmekte idi (Onun için de tel'in edilmeyi hak edenleri lânetlemekte idi) tarzında izah etmek gerekmektedir”.

Diğer bazı âlimler, Yezid'e lânet etmenin mutlak olarak câiz olduğunu söylemişler, Hazret-i Hüseyin'in katledilmesini emretmekle Yezid'in kâfir olduğunu buna gerekçe olarak göstermişler ve bunlar Hazret-i Hüseyin'i katleden veya katledilmesini emreden veya bunu câiz gören veyahut da buna razı olan kişilerin lânetlenmesinin câiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. İşin doğrusu şudur: Yezid, Hüseyin (radıyallahü anh)'in öldürülmesine razı olmuş, katledilmesi haberini alınca neşelenmiş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın Ehl-i beytini aşağılamıştır. Bu gibi hadiselerin tafsilatı âhâd olsa da manâsı mütevatir olan haberler hükmündedir. Onun için biz, onun durumunu tayin ve tesbitte tereddüt etmeyiz, hatta imansızlığı konusunda bile böyle hareket ederiz, Yezid'e de, yardımcılarına da, yoldaşlarına da Allahü teâlâ lanet eylesin.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem “Cennetliktir”, diye müjdelediği aşare-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen 10 kişi)nin Cennetlik olduklarına şahadette bulunuruz.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ebu Bekir Cennetliktir, Ömer Cennetliktir, Osman Cennetliktir, Ali Cennetliktir, Talha Cennetliktir, Zübeyr Cennetliktir, Abdurrahman b. Avf Cennetliktir, Sa'd b. Ebu Vakkâs Cennetliktir, Sa'd b. Zeyd Cennetliktir, Ebu Ubeyde b. Cerrah Cennetliktir”, buyurmuşlardır, Fatıma, Hasan ve Hüseyn (radıyallahü anhüma)ın Cennetlik olduklarına dair şehadette bulunmak da böyledir. Sahih bir hadiste, “Cennetteki hanımların reisi Fatma'dır, Cennetteki gençlerin beyi Hasan ve Hüseyn'riir”, buyrulmuştur. Öbür sahabeler de sadece hayırla yad edilirler. Cennetlik olan öbür mü’minler için ümid edilenden çok (hayır ve mükâfat) onlar için ümit edilir. Bunların dışında muayyen ve belli bir şahsın Cennetlik olduğuna dair şehadette bulunulamaz. Umumî bir şekilde, “Mü’minler Cennetliktir, kâfirler Cehennemliktir”, diye şehadette bulunulur.

“Seferde olsun, hazarda olsun mest üzerine mesh yapmanın câiz olduğu kanâatına sahip olunur.

Her ne kadar mesh konusu Kur’ân'a ziyade kılınmış bir hüküm ise de, bu husus meşhur haberle sabit olmuştur. Hazret-i Ali'ye mest üzerine mesh yapmaktan sorulunca, “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun müddetini mukim için bir, misafir için üç gün olarak tayin etmiştir”, demişti. Abdestli olarak mest giyen kimse, bu kadar süre mest üzerine mesh yapabilir.

Hasan Basrî (rahmetüllahi aleyh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından yetmiş kişiye ulaştım, bunların hepsi de mest üzerine mesh yapmanın câiz olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı, Ebu Hanife (radıyallahü anh), “Gün gibi açık deliller elde etmedikçe, meshin câiz olduğuna kanâat getirmedim”, demiştir.

Kerhî, “Mest üzerine mesh yapmanın câiz olmadığına kani olanların kâfir olmalarından korkarım, çünkü bu konuda nakledilen eserler ve haberler tevatür hükmündedir”, demiştir.

Hulasa, mest üzerine mesh yapmanın câiz olmadığı kanâatmda' olanlar bid'at ehlidir. Hatta Enes b. Mâlik, “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kimdir”, şeklindeki bir soruya, “İlk iki halifeyi seven, ondan sonraki iki damad halifeyi karalamayan ve mest üzerine meshi câiz görendir”, (Hubb-ı şeyheyn, 'adem-ı ta'n-ı hâteneyn ve mesh ale’lhuffeyn).

“Hurmadan yapılan nebizi meşrubatı haram saymayız.

Hurma veya kuru üzüm suda ekşitilir, sonra bir küpün içine konularak bir yanıklık hasıl olacak derecede köpürtülür. Neticede mayhoş bir meşrubat meydana gelir ki, buna nebiz denir. Muhtemelen, bu meşrubat şarab yapmaya tahsis edüen küpler içinde yapıldığı için İslâmın ilk zamanlarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu men etmiş, sonra da bu nehy neshedilmişti. Onun için, Rafizîlerin aksine, nebizin haram olmaması Ehl-i sünnet ve’lcemaatm kaidelerinden ve esaslarındandır. Fakat ekşiliği artıp sarhoş edici hale gelen nebizin hükmü böyle değildir. Zira bu nitelikteki nebizin azının da çoğunun da haram olduğu Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çoğunluğu tarafından ifade edilmiştir.(Fakat bazı imâmlar bu evsaftaki az miktarda nebizin mubah olduğunu söylemişlerdir).