Geri

   

 

 

İleri

 

17 METİN

Bir velî asla nebîlerin aleyhimü’s-selâm derecesine ulaşamaz.

Zira nebiler masumdurlar, sû-i hatime endişesinden ve kötü bir şekilde ölmek korkusundan emin kılınmışlardır. Vahy ve meleği görme lutfuna nail olmuşlardır. Velîlere ait kemâl halleriyle muttasıf olduktan sonra ilahi hükümleri tebliğ ve halkı irşad işiyle görevlendirilmişlerdir. Kerrâmiyeden bazılarının, “Velînin nebiden üstün olması câizdir”, demeleri küfürdür, sapıklıktır. Evet nebinin hem nübüvvet hem de velayet rütbelerine haiz olduğu, bu sıfata sahip bulunan nebinin, nebi olmayan velîden üstün olduğu kesinlikle kabul edildikten sonra, (bir nebide mevcud bulunan) nebîlik mertebesinin mi yoksa velilik rütbesinin mi daha üstün olduğu konusunda bazan tereddüt edilebilir. (Bu konu tartışılabilir. Bir nebinin velilik yönü nebilik yönünden daha üstündür, şeklinde bir mesele ortaya atılabilir)

Şuur sahibi olduğu sürece buluğ çağına ermiş,

Bir insan, kendisinden emir ve nehyin sakıt olacağı bir mevkie ulaşamaz.

Zira dinî mükellefiyetlerle ilgili olan hitaplar umumidir. Bu hususta müctehidler de icma ve ittifak etmişlerdir. Bazı Îbahiyeciler bu konuda şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: Bir insan sevgi ve aşkın son haddine ulaşır, kalbi saf hale gelir ve münafıklık bahis konusu olmadan imâm küfre tercih eder duruma ulaşırsa, emir, nehiy ve dini mükellefiyetler ondan sakıt olur. Büyük günah işledi, diye Allahü teâlâ böylelerini Cehenneme sokmaz.

Diğer bazı tbahüer de şöyle derler: Bu mertebeye ulaşan insanlardan bedenî ve zahiri ibadetler düşer, böyle kimselerin ibadeti tefekkürden ibaret olur.

Bütün bunlar küfür ve dalâlettir. Çünkü mahabbet ve iman konusunda insanların en mükemmel olanları peygamberler, özellikle Allah'ın sevgilisi Peygamberimizdir. Bununla beraber onlar için de eksiksiz ve mükemmel bir mükellefiyet hali bahis konusudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in: “Allahü teâlâ bir kulu sevdi mi, günah ona zarar vermez”, demesi,“O kulunu günahtan korur da onun zararı kendisine bulaşmaz” manâsına gelmektedir.

Âyet ve hadis nevinden olan naslar zahirî manâlarına hamledilir.

Kesin bir delil, naslardaki zahirî manâlarının dışına çıkarılmasını icab ettirmediği sürece durum böyledir. Cihet, cismiyet ve bunlar gibi manâlar iş'ar ve ima eden naşlarda böyle yapılır. Yani zahirî manânın dışına çıkılır. “Bir çeşit âyetler nass değil, müteşabihtir” denemez. Çünkü buradaki nass tabiri, zahir, müfesser ve muhkemin mukabili olan nass manâsına gelir, demiyoruz. (Âyet ve hadisler açıklık derecelerine göre, zahir, nass, müfesser ve muhkem, kapalılık durumlarına göre hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih nevilerine ayrılır. İbarede geçen nass deyimi bu tasnifteki nass manâsmda değildir). Aksine buradaki nass deyimi malum olan nazım ve ifade şekillerinin hepsini şümulüne almaktadır.

Nasların zahirlerini bırakıp ehl-i bâtının Ta'lîmiyye’nin iddia ettikleri manâlara sapmak, ilhaddır ve küfürdür.

Buradaki bâtın ehli sözü ile kasd edilenler mülhidlerdir. “Naslar zahirî manâlara göre anlaşılamaz, bunların, sadece muallim (ve talimde bulunan batını reisinin) tarafından anlaşılan manâları vardır ve esas olan da budur”. (Ta'limiye), iddiasında bulunanlara Ehl-i bâtın adı verilmiştir. Bunların bu iddiadan maksatları, şeriatı kökünden reddetmektir.

İlhad, İslâm'dan ayrılma ve sapma anlamına gelir. Zahirî manâları terk etmenin küfür ve ilhad oluşu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den geldiği kesinlikle bilinen bir şey konusunda Nebî'yi tekzib manâsına gelmesindendir.

Hakka vâkıf olan bazı şahısların,

Naslarda esas olan zâhirî manâlar olmakla beraber, sülük ehli için malûm olan bir takım ince manâların aralarını te'lif etmek mümkündür.  

Böyle davranmak, îmânın kâmil ve irfanın hâlis oluşunun neticesidir.

Kur'ân ve hadisten getirilen kesin naslarla sabit bulunan, meselâ cesed ve bedenlerin haşrı gibi dini hükümlere delil teşkil eden:

Nasları reddetmek, küfürdür.

Zira bu, Allahü teâlâ ve Resulünü açıkça yalanlamak, demektir. Şu halde Hazret-i Aişe'ye zina isnad eden kâfir olur.

İster küçük olsun ister büyük olsun günah oluşu kesin delille sabit olan bir

Ma’sıyyeti günahı helâl saymak, küfürdür.

Bu husus, daha evvel de izah edilmişti.

Günahı önemsememek ve Şeriatla Müctehid ehl-i sünnet âlimlerinin âyet-i kerime ve hadislerden çıkardıkları hükümlerle alay etmek, küfürdür.

Zira bu da tekzib alâmetlerindendir.

el-Fetâva ye el-Vakıat' (isimli eserler) de bahis konusu edilen şu hususlar, anlatılan esaslarla ilgilidir: Haram olan bir şeyin helâl olduğuna itikad eden bir kimse, eğer bu haram li-aynihi (ve bi-zatihî) haram ise, haram oluşu da kesin delillerle sabit bulunuyorsa kâfir sayılır: (Domuz eti ve necaset yemenin helâl sayılması gibi). Aksi halde tekfir edilemez. Yani li-gayrihî haram olan (gasb ve hırsızlıkla elde edilen şeyler) veya haram oluşu zannî delille sabit bulunan (Besmelesiz kesilen hayvanın etinin yenmesi gibi) şeyleri helâl sayan kafir olmaz.

Li-aynihi haram olanla li-gayrihi haram olan arasında bir fark görmeyen ulemadan biri şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in dininde haram kılındığım bildiği halde haramı helâl sayan, nikah düşmeyen kadınlarla evlenmeye, bir zaruret hali bulunmadan domuz eti ve ölü hayvan eti yemeye, şarab içmeye mubah diyen kimse kâfir olur. Helâl saymamak şartıyla bu gibi günahları işleyenler fâsık olur. Sarhoşluk edecek ölçüdeki nebizi helâl sayan kâfir olur. Bir kimse, satmak istediği bir şeye rağbeti artırmak için haram olan bir şeye “bu helâldir1 dese veya aynı sözü bilgisizlik eseri olarak (helâl veya haram olduğunu bilmediği bir şey konusunda) söylese kafir olmaz.

Bir kimse “şarab haram olmasaydı” veya kendisine güç geldiği için “ramazan orucu farz olmasaydı”, diye temenni etse, kâfir olmaz. Bu durumun aksine olarak, “zina haram olmasa” veya “haksız yere adam öldürmek haram olmasa”, diye temennide bulunsa kâfir olur. Zira bunların haram oluşu hikmet esasına muvafık olarak bütün dinlerde mevcuttur. Hikmetin dışına çıkmak isteyen, Allahü teâlâ'nın hikmetine uymayan hükümler koymasını istemiş olur. Bu ise, bu nevi temennilerde bulunan kişilerin Rabları hakkındaki bilgisizliklerinin eseridir.

İmâm Serahsi, Kitabu'l-hayz'da.- “Bir kimse, âdet gören eşi ile cinsi münâsebette bulunmayı helal saysa, kâfir olur”, diye yazmıştır. en-Nevadir'de İmâm-ı Muhammed (radıyallahü anh)den: “Bu durumdaki kimse kâfir olmaz”, dediği nakledilmiştir. Doğrusu da budur. CBu konuda mevcut olan iki farklı görüşten) Daha doğru olanına göre eşi ile livata yapmayı helal sayan kimse kâfir olmaz.

Allahü teâlâ’yı, şanına lâyik olmayan bir şeyle vasfeden veya onun isimlerinden bir isimle veya emirlerinden bir emirle alay eden veya Allah'ın va'dıni veya vaidini inkâr eden kimse kâfir olur. Hafife almak ve düşmanlık kaseliyle, “peygamberlerden hiç bir peygamber olmasa”, diye temennide bulunsa yine durum böyledir. Küfür söyleyen bir kimseye razı olduğunu göstermek için gülen kişinin hükmü de budur.

Bir kimse yüksek bir yere otursa, etrafında toplanan kimseler ona soru sorsalar ve gülüşseler. sonra da adamı yastıklarla dövseler, (âlimi ve etrafında toplananları aşağılamak kasdıyle böyle mukal-lidhkler yapsalar) hepsi kâfir olur.

Bir kimse, diğer bir kimseye, “Allahü teâlâ'ya küfret”, diye emretse, veya böyle bir emir vermeye azmetse kâfir olur.

Bir kimse, kocasından ayırmak ve boşanmasını sağlamak için bir kadına “kâfirdir”, diye fetva verse, kâfir olur. (Kocasından boşanmak isteyen veya karıyı kocasından ayırmak isteyen bir kadına “kâfirdir”, diye fetva verilir. Bir müslümanla bir kâfirin evlenmesi câiz olmadığından talak ve boşanma hadisesi vaki olur. Sonra kadın tevbe eder. Bu bir hile-i şer'iyedir. Küfrü gerektirir).

Şarab içerken veya zina yaparken Besmele çeken kâfir olur.

Kasten, kıbleden başka bir cihete doğru veya abdestsiz olarak namaz kılan kimse kâfir olur, tesadüfen kıble tarafına yönelmiş olsa bile.

İnanarak değil de hafife alarak kelime-i küfür söyleyen kâfir olur. Diğer tâli ve fer'i konularda da durum böyledir. (İnanarak küfrü gerektiren bir söz söyleyen zaten kâfirdir.)

Allahü teâlâ'nın rahmet ve affından ümit kesmek, küfürdür.

Çünkü “Allah'ın (af ve) rahmetinden ümit kesmeyiniz. Doğrusu, kâfirlerden başkası Allah'ın (af, lütuf ve) rahmetinden ümit kesmez” (Yusuf, 12/87) buyrulmuştur. (Ye's haramdır, küfürdür, müslüman daima ümitli ve iyimserdir).

Allahü teâlâ’nın cezalandırmasından ve mekrinden emin olmak (emniyet ve güven içinde olmak) küfürdür.

Zira, “Onlar Allah'ın mekrinden emn halinde midirler yoksa? Allah'ın mekrinden ancak hüsranda kalan kavimler emn durumunda olur” (A'raf, 7/99), buyrulmuştur. (Burada emn itimad, emniyet ve güven; mekr ise hile ve oyun manâsına gelir. Bir kimsenin, yüzde yüz Cennete gideceğine ve azab görmeyeceğine inanması, sanki Cenneti garantilemiş gibi hareket etmesi haramdır, küfürdür, mutlak iyimserlik İslâm'da yoktur. Esas olan beyne’l-havf ve'r-reca, korku ile ümit hali arasında yaşamaktır).

İtiraz: “Günahkâr Cehennemliktir” diye kestirip atmak Allahü teâlâ'dan ümit kesmektir. “îtaat halindeki müslüman Cennetliktir”, diye kesin bir hükme varmak da Allahü teâlâ'dan emn hali içinde olmaktır. Bu duruma göre ister mutî, ister asî olsunlar Mu’tezilenin kâfir olması gerekir. Zira Mu’tezile ya emn veya ye's halinde bulunur. (Muti ise emn, âsi ise ye's halindedir). Halbuki Ehl-i sünnetin kaidelerinden biri de şudur: “Kıble ehli olan hiç bir kimseye kâfir denilemez” (Onun için de Mu’tezile tekfir edilemez).

Cevap: Bu konuda Mu’tezile ye's ve emn halinde sayılmaz. Zira Mutezili, günahkâr olması halinde, Allahü teâlâ'nın kendisini tevbe ötmeye ve iyi amel işlemeye muvaffak kılacağından ümit kesmez. İtaat ve ibadet vaziyetinde olması halinde Allahü teâlâ'nın kendisini hızlana -düşüreceğinden, sapık adam haline getireceğinden ve böylece günah kazanan kişi olacağından emin olmaz. “Mutezili olan bir kimsenin, büyük günah işlerse, Allahü teâlâ'nın rahmetinden ümit kesmesi ve kâfir olduğuna itikad etmesi sebebiyle kâfir olması lazım gelir” diye ileri sürülen itirazlara verilecek cevap böylece açıklığa kavuşmuş olur. Çünkü biz, “Mutezilinin Cehenneme girmeyi hak ettiğine itikad etmesi, ye'se düşmesini gerektirir”, iddiasını kabul etmiyoruz. Amel bulunmadığı için, “îman, tasdik - ikrar - amelin toplamıdır” manâsına gelen imanın kendisinde mevcut olmadığıma inanan bir Mutezilinin, bu anlayışının küfrü icab ettireceğini teslim etmiyoruz.

Bununla beraber Sünnîlerin, bir yandan: “Kıble ehlinden olan hiç bir kimse tekfir edilemez”, demeleri, öte yandan “Kur’ân Allahü teâlâ tarafından yaratılmıştır”, “Rü'yetullah imkânsızdır”, diye inanan ve ilk iki halifeye söven veya onlara lanet eden kâfirdir, demeleri ve daha buna benzer birtakım sözler söylemeleri müşkildir.

Gaybden haber veren kâhini tasdik etmek, küfürdür.

Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):“Bir kimse gider de verdiği haber konusunda kâhini tasdik ederse, Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur”, buyurmuştur. Kâhin, gelecek zamanda vukubulacak hadiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kişidir. (Kâhinin yaptığı işe kehanet denir). Araplarda, olacak işleri bildiklerim iddia eden kâhinler vardı. Kâhinlerden bazıları: “Benim gördüğüm cinler var, onlar bana tâbi olur, hizmetimde bulunur, bana haber getirirler”, diye iddia ederlerdi. Diğer bazıları ise, “Bana verilen bir anlayış (zekâ ve sevgi gücü) sayesinde (olacak) hadiseleri ve işleri bilir ve kavrarım”, diye iddia ederlerdi. İlerde vukua gelecek hadiseler hakkında bilgi sahibi olduğunu iddia edince, müneccim de kâhin hükmünde olur.

Hulasa gayb hakkında bilgi sahibi olmak sadece ve sadece Hakk teâlâ'ya mahsustur. Allahü teâlâ’dan bir bildirme veya mucize ve keramet (vahiy ve) ilham veya -mümkün olan konularda - emmare ve alâmetlerle istidlal suretiyle bir irşad hali hariç, bu yol insanlar için kapalıdır. Bundan dolayı el-Fetâva'da şöyle yazılmıştır: “Ayın çevresindeki hâleyi gören bir kimsenin, gayba ait bilgi sahibi olduğunu iddia ederek 'yağmur yağacaktır', demesi küfür alâmeti değildir”. (Zira bu, alâmet ve emmare ile bir şeyin vukua geleceğine istidlal etmektir. Bugünkü hava tahmin raporları da böyledir. Küfürle ilgisi yoktur).

Ma'dûm (adem) yok olan, bir “şey” değildir.

Eger,“şey” sözü ile muhakkak ve sabit, yani gerçekleşmiş ve var kasdedilirse ma'dûm, bir şey değildir. Araştırıcı düşünürlerin (ve kelâmcıların) kanâatma göre “şey” ile “vücûd” ve “subût”; “yokluk” ('adem) ile nefiy ve olmayış hali eşanlamlıdır. Bu, zarurî bir hükümdür. “Mümkün olan ma'dûm hariçte sabittir”, kanâatında olan Mu’tezileden başkası bu hükme itiraz etmemiştir. Şayet maksat “ma'dûma şey adı verilmez” demek ise; bu “şey” sözünün tefsirine dayanan kelimenin lügat manâsıyle ilgili bir husustur. Yani acaba “şey” mevcudun ve var olma halinin mi veya ma'dûmun ve yok olma halinin mi, yoksa bilinebilir ve kendisinden bahsedilebilir, bir şeyin mi ismidir, hususiyle ilgilidir. (Eş'arilere göre “şey” mevcudun Cahız'a göre ma'dumun, Basra'daki Mu’tezile âlimlerine göre bilinebilir ve kendisinden haber verilebilir şeyin ismidir). Bu duruma göre nakle başvurulur ve bu kelimenin kullanıldığı yerler ve şekiller incelenir (ve ona göre bir hüküm verilir. Fakat kelâmcüara göre metafizik manâda yok olana şey denilemez, onun için kelâmcılar Allahü teâlâ'ya bile “şey” derler).

Hayatta olan insanların ölülere dua etmelerinde ve onlar için sadaka vermelerinde, onlara ölülere fayda vardır.

“Allah'ın kaderi değişmez”, “Her insan kazancına bağlıdır” (Tur, 52/21),

“Her kişi bizzat kendi yaptığı işin karşılığını görür, başkasının yaptığı işin değil gibi delillere dayanan Mu’tezile bu fikri kabul etmemiştir.

Delillerimiz: Ölülere, özellikle cenaze namazında yapılan dualarla ilgili olarak nakledilen sahih hadislerdir. Selefte, bu gibi hususlar öteden beri an’ane haline gelmiştir. Yapılan duada ölü için fayda olmasa, bu gibi şeylerin manâsız olması gerekirdi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Sayıları yüze varan bir cemaatın namazını kıldığı ve hep birlikte şefaatçi olduğu hiç bir ölü yok ki, bunların o zat hakkındaki şefâatları kabul edilmemiş olsun.”

Sa'd b. Ubade Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in şöyle dediğini rivayet eder:

“Resûlüllah'a dedim ki: 'Annem öldü, acaba onun için en faydalı sadaka hangisidir?' Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

'Su!' Bunun üzerine Hazret-i Sa'd bir kuyu kazdırdı ve bu annem içindir, (onun hayratıdır) dedi”.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki:

“Dua belâyı geri çevirir, sadaka Rabbın gazabını söndürür”.

Diğer bir hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyururlar ki:  

“Hoca ve talebe bir kasabadan geçtikleri zaman, şüphe yok ki, Allahü teâlâ o kasabadaki mezarlıkta yatan ölülerden 40 gün müddetle azabı kaldırır”.

Bu konuda sayılamayacak kadar çok hadis, haber ve eser vardır.