18 METİNAllahü teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir. Onun için niyazda bulunmalı ve dua etmelidir. Çünkü Kur’ân'da “Bana dua ediniz, duanızı kabul edeyim” duyurmuştur (Gafir, 40/60). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de : “Bir insan acele etmediği sürece, günah işlese ve sılayı rahım halinden uzak kalsa dahi duası kabul edilir”, buyurmuşlardır. Diğer bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Şüpheniz olmasın ki, Rabbıniz Hayy'dır, kerem sahibidir, kulunun kendisine doğru uzattığı elleri boş olarak geri çevirmekten haya eder”. Bilinmelidir ki, bu konuda umde, niyetin samimî, için halis ve kalbin huzurlu olmasıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Kabul edileceğine kesinlikle inanarak Allahü teâlâ'ya dua ediniz. Biliniz ki, Allahü teâlâ, şuursuz ve gaflet içinde bulunan kalbten çıkan duayı kabul etmez”, buyurmuştur. “Kâfirin duası kabul edilir”, denebilir mi, denilemez mi, konusunda kelâm âlimleri ihtilaf etmişlerdir. “Denilemez” diyen cumhurun delilleri: 1. Allahü teâlâ: “Kâfirlerin duası sadece ve sadece dalâlettedir, hiç bir değeri yoktur”, buyurmuştur (Ra'd, 13/14). 2. Her şeyden evvel kâfir Allahü teâlâ'ya dua etmez, çünkü onu tanımaz. 3. Allah'ın varlığını ikrar ve kabul etse bile, Hakk teâlâ'nın şanına layık olmayan şeyleri ona nisbet ettiği için ikrarı eksik ve çelişkilidir. “Kâfir de olsa mazlûmun duası kabul edilir” şeklinde rivâyet edilen hadisteki “kâfir” sözü, küfran-i nimette bulunan “nankör” şeklinde yorumlanır. Bunu câiz gören bazı âlimlerin delilleri: Cenab-ı Hakk İblisten bahsererken: “Şeytan, 'Rabbım, mahşeri gününe kadar bana mehil ver', dedi. Allahü teâlâ da, 'Peki sana kıyamet gününe kadar mehil verilmiştir, buyurdu”. (Bk. A'raf, 7/14, 15). Bu bir duanın kabulü demektir. Ebu Kasım Hakim ile Ebu Nasr Debûsî bu kanâata ulaşmışlardır. Sadr Şehid (radıyallahü anh) de “müftâ bih olan budur” (fetva bunun üzerinedir), demiştir. Deccal'ın Dabbetu'l-arz'ın ve Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkışı, Îsa aleyhis-selâm'ın semâdan inişi ve güneşin batıdan doğuşu gibi eşrât-i sâat kıyâmet alâmetleri haktır. Çünkü bunlar mümkün işlerdir, vukua geleceğini de doğru söyleyen (nebi) haber vermiştir. Huzeyfe b. Useyd Gifarî diyor ki: “Biz aramızda bir takım meselelerden bahsederken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkageldi, ve: 'neden bahsediyorsunuz', diye sordu. 'Kıyamet üzerine konuşuyoruz', dedik. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu gelmez', dedi ve bu alâmetleri şu şekilde saydı: 1. Duhan (simsiyah bir duman), 2. Deccâl, 3. Dâbbetu’l-arz, 4. Güneşin batıdan doğuşu, 5. Hazret-i Meryem'in oğlu Hazret-i Îsa'nın nüzulü, 6. Ye'cûc ve Me'cûc, Üç yerde batma hadisesi: 7. Doğuda yer batması, 8. Batıda yer batması, 9. Arab yarımadasında yer batması, 10. Bunların sonuncusu da, insanları önüne katıp mahşer yerine sürecek olan bir ateşin Yemen'den çıkmasıdır.” Kıyamet alâmetleri konusundaki sahih hadisler cidden çok fazladır. Bunların tafsilat ve keyfiyetleri hakkında da hadisler, eserler ve haberler rivayet olunmuştur. Bunlar için tefsir, siyer ve tarih kitaplarına bakılmalıdır. İster akliyatta olsun, ister şer'iyâtta olsun, şer’iyatın da (kelâm ve akâid gibi) ister aslî, (fıkıh gibi) ister fer'i konularda olsun: Müctehid bazan hata eder, bazan isabet eder. Mu’tezile ile bazı Eş'arilerin kanâati şudur: Hakkında kesin delil bulunmayan şer'î ve fer'î meselelerde her müctehid isabet üzeredir. Bu konudaki ihtilafın esası şu husustaki ihtilaftır: Acaba Allahü teâlâ'nın her hadisede muayyen bir hükmü var mıdır, yoksa ictihad konusu meselelerde Allah'ın hükmü, ictihadn müctehidi ulaştırdığı kanâat mıdır? Bu meselenin hakikati ve mahiyeti şudur: İçtihada konu olan meselelerde, müctehid ictihad yapmadan önce; 1. Ya Allahü teâlâ'nın belli bir hükmü vardır, 2. Veya yoktur. Bu takdirde: a) Ya bu hüküm konusunda Allahü teâlâ'dan gelen bir delil yoktur, b) Veya vardır. Bu halde delil, ya katidir veyahut zannîdir. (4 nevi durum ortaya çıkar). Bu ihtimallerden herbirini benimseyen bir ulema topluluğu vardır. Tercih edilen görüş şudur: Hüküm muayyendir ve birdir. Bu hükmün zanni (ve açık olmayan) bir delili mevcuttur. Eğer müctehid bu delili bulursa isabet, bulamazsa hata etmiş olur. Delil çok kapalı ve gizli olduğu için, müctehid onu bulmak ve isabetli hüküm vermekle mükellef tutulmamıştır. Onun için hatalı ictihad yapan mazur görülmüştür ve hatta me'cûr (sevap almış) sayılmıştır. Bu mezhepte ve kanâatta olanlara göre içtihadında hata eden müctehidin günahkâr olmadığı konusunda ihtilaf yoktur. îhtilaf sadece şuradadır: Acaba müctehid işin başında ve sonunda mı hata etmiştir? Yani delil ve hükmün her ikisine nazaran mı hata etmiştir? Bazı kelâm âlimleri ve îmam Maturidî bu kanâattadır. Yoksa içtihadında hata eden müctehid işin sadece sonunda mı yanılmıştır? Yani, bir delili, riayeti gerekli bütün şartlara ve kaydîara sadık kalarak ortaya koymuş; na-zar-ı itibara almakla mükellef olduğu hususları yerine getirmiş olması bakımından delilde isabet etmi§ olsa dahi hükme nazaran mı hata etmiştir? Müctehid, ictihadî konularda, manâsı kesinlikle hak olan kat'î deliller ortaya koymakla mükellef değildir. Müctehidin bazan hata edebileceği konusundaki deliller şu şekilde sıralanır: 1. (Hz, Davud'la Hazret-i Süleyman bir kavme ait koyunların yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı). Süleyman'a bu meselenin hükmünü anlatmıştık” (Enbiya, 21/79). Âyette geçen “fehhemnâhâ” ibaresindeki zamir hükme ve fetvaya aittir. Şayet (Hazret-i Davud ve Hazret-i Süleyman tarafından yapılan) her iki ictihad da doğru olsaydı “hükmü anlatma” konusunun Hazret-i Süleyman'a tahsis edilmesinin izahı olmazdı. Zira bu durumda her ikisinin de hükmü anlamış ve isabet etmiş olmaları gerekir. 2. İçtihadın bazan hata, bazan da isabet konusu olan bir şey olduğuna delâlet eden hadis, eser ve haberler vardır, hatta bunlar manâ itibariyle mütevatir olma durumuna bile gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); “İctihad et, eğer isabet edersen on sevap, hata edersen bir sevap alırsın”, buyurmuşlardır. Başka bir hadiste, ictihadda isabet edene iki, hata edene bir ecir ve sevap tayin edilmiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: “(Yaptığım ictihadda) isabet edersem; bu, Allahü teâlâ’dan, aksi takdirde benden ve Şeytandandır”. İctihad konusu olan hususlarda, bazı sahabelerin, öbürlerin ictıhadlarını hatalı olmakla nitelendirdikleri meşhurdur. 3. “Kıyas, hükmü izhar eder, ispat etmez” (Kıyas dini bir hükmü muzhirdir, müsbit değildir. Naslarda esasen var olan bir hükmün benzerlerine geçirilmesini ve tatbik edilmesini sağlar, yeni bir hüküm getirmez). Şu halde, kıyasla sabit olan bir hüküm manâ itibariyle nassla sabittir. Nassla sabit olan bir şey konusunda hak olanın bir olduğu, başka bir doğrunun bulunmadığı hususunda icma ve ittifak edilmiştir. 4. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in şeriatında zikredilen umumî ifadelerde şahıslar arasında bir ayrım yapılmamıştır. Her müctehid isabetli sayılsa, belli bir fiilin, yekdiğerine zıd iki hükümle muttasıf olması, netice olarak bir işin aynı zamanda hem haram, hem mubah, hem sahih, hem fâsid, hem farz, hem de farz olmaması lazım gelirdi. (Zira müctehid ya nassın manâsı veya mefhumu ile amel eder. Bu takdirde ictihad konusu olan hüküm bütün şahısları şümulüne alır. Durum bu olunca, bir konuda iki değişik içtihadın bulunması halinde bir fiilin aynı zamanda iki zıd vasıf taşıması gerekir. Meselâ bir müctehide göre yenmesi haram, diğerine göre helâl olan bir şeyin, aynı anda zıd iki hükmü taşıması gerekir. “İki ictihaddan biri hatalıdır”, denirse bu çelişki ancak o zaman ortadan kalkar). Bu mesele ile ilgili açıklamaların tamamı ve muhaliflerce ileri sürülen delillerin cevaplan için “et-Telvih fi şerhi't-Tenkih” isimli eserimize bakınız. “İnsan nevinden olan peygamberler, melek nevinden olan peygamberlerden, melek nevinden olan peygamberler, peygamber olmayan insanlardan ve beşerin avamından, peygamber olmayan imanlı insanlar, peygamber olmayan meleklerden ve meleklerin avamından üstündür. Peygamber olan meleklerin avamından olan insanlardan üstün olduklarına dair icma ve ittifak vardır. Hatta bu, zarurî bir hükümdür. Peygamber olan insanların peygamber olan meleklere, insanların avamının meleklerin avamına olan üstünlüğü konusunda şu gibi izah şekilleri vardır: 1. Allahü teâlâ meleklere Âdem (sallallahü aleyhi ve sellem)e tazim ve tekrim yoluyla secde etmelerini emretmişti. Allahü teâlâ bu durumu hikâye ederek, “Benden üstün kıldığını görüyor musun... Ben ondan daha hayırlı ve üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın..”.(îsra, 17/62; A'raf, 7/12) buyurmuştur. (Burada şeytan'm ve îblis'in, Allahü teâlâ'ya karşı gelmeden evvel meleklerden olduğu kabul edilmektedir). Hikmetin gereği, ast olanın üst olana secde etmesi için emir verilmesidir, bunun aksi hikmete uygun değildir. 2. Lisandan anlayan herkes “Allahü teâlâ Âdem'e isimlerin hepsini öğretmişti” (Bakara, 2/3), âyetinden, Hakk teâlâ'nın Âdem'i meleklere üstün kıldığım, ilminin fazlalığını açıkladığım ve ta'zim ve tekrimi hak ettiğini kasdettiğini kavrar ve maksadın bu olduğunu idrâk eder. 3. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ Âdem'i, Nuh'u, İbrahim gibileri ve İmrangilleri âlemlere üstün kılmış (ve onları bunlardan seçmiş) tir” (Ali îmran, 3/33), buyrulmuştur. Âlem kavramına melekler de dahildir. Avam olan insanların peygamber olan meleklerden üstün tutulmayacakları icma ile istisna edilmiştir. Böylece bunun maadasında âyetin genel olan hükmü bakî kalır. Aşikârdır ki, bu mesele (kat'î değil) zannîdir ve onun için de bu gibi yerlerde zanni delillerle iktifa edilir. 4. Şüphe yok ki, insan şehvet, gadab ve zarurî ihtiyaçlan düşünme gibi olgunluk ve kemâl hallerini kazanmaktan uzaklaştırıcı engellere ve aksaklık çıkarıcı durumlara rağmen kemâl hallerini ilmî ve amelî faziletleri elde eder. Engellere ve yön değiştirici âmillere rağmen ibadet etmenin ve kemâl hallerini tahsil etmenin daha güç olduğu ve daya çok ihlash olmayı temin ettiği muhakkaktır. Şu halde insan melekten daha üstündür. Mu’tezileye, felsefeye ve bazı Eş'arîlere göre melekler insanlardan üstündür. Öne sürdükleri deliller ve yaptıkları açıklama şekilleri şöyledir: 1. Melekler bilfiil kâmil olan (maddeden) mücerred ruhlardır. Gadab ve şehvet, sinir ve arzu gibi şeylerin ve felâketlerin kaynağı olmaktan, heyula ve suret, madde ve şekil karanlığından uzaktır. Acaib, harikulade işler yapma gücüne sahiptir. Hataya düşmeden geçmiş ve gelecek hadiseler hakkında bilgi sahibidirler. Cevap i Bu izah şeklinin temeli îslâmî değil, felsefî esaslardır. 2. Peygamberler, insanların en üstünü olmakla beraber, meleklerden ilim öğrenmekte ve onlardan faydalanmaktadır. “Ona, çok güçlü olan Cebrail öğretmiştir”, (Necm, 53/5), “Kur’ân'ı O'na Ruhu'l-emin, yani Cebrail indirdi” (Şuarâ, 26/193), âyetleri bunun delilidir. Şüphe yok ki, öğreten öğretilenden daha üstündür. Cevap: Ta'lîm Allahü teâlâ tarafındandır, melekler sadece tebliğ-ci (sefir, elçi ve aracı) dirler. 3. Peygamberlerden evvel meleklerin zikredilmesi, Kur’ân ve hadiste düzenli bir kaidedir, (Amentü'de durum budur). Bu durumun yegâne sebebi, meleklerin şeref ve rütbe itibariyle önde olmalarıdır. Cevap: Bunun sebebi, var oluş ve yaratılış bakımından meleklerin önce olmalarıdır veya meleklerin mevcudiyeti çok gizli ve kapalı olduğu için onlara imanın daha kuvvetli olmasıdır. (Görünmeyene iman zordur, inanılınca da bu iman kuvvetli bir inanç olur). 4. “Ne Mesih, ne de mukarreb melekler, Allahü teâlâ'ya kul olmaktan çekinmediler” (Nisa, 4/172), buyurulmuştur. Dil bilen herkes bu ifadeden, meleklerin İsa (aleyhisselâm) dan daha üstün olduklarını anlar. Zira bu gibi yerlerde, derecesi aşağı olandan yukarıda olanlara doğru yükselmek kıyas icabıdır. “Şu işten vezîr ve (hatta) sultan çekindiler” denir. Ama, “Şu işten sultan ve (hatta) vezîr çekindiler” denmez. Durum bu şekilde anlaşılınca, - zaten İsa (aleyhisselâm) ile öbür peygamberler arasında fark bulunduğunu söyleyenler bulunmadığı için - gerçek ortaya çıkmış olur. Cevap: Hıristiyanlar, Mesih'in durumunu çok büyüttüler, O'nu Allah'ın kullarından bir kul olmaktan daha yüksek bir mevkide gördüler. Hatta, Hazret-i Mesih'i Allah'ın oğlu olmaya layık gördüler. Çünkü o mücerred (bekâr) idi, babası da yoktu. Allahü teâlâ O'nun hakkında: “Anadan doğma körleri, alacalıları iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle” (Ali îmran, 3/49) buyurmuştur. Halbuki diğer âdemoğuilan için böyle bir ifade kullanılmamıştır. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ onları reddetmek için: “Mesih Allahü teâlâ'ya kul olmaktan çekinmez”, ve hatta bu manâda ondan daha üstün olanlar- ki bunlar mukarreb meleklerdir - da bundan çekinmezler, buyurdu. Bu manâda ve sadece bu yönden mukarreb meleklerin Hazret-i Mesih'ten daha üstün olmalarının sebebi şudur Meleklerin anaları da babaları da yoktur. Allahü teâlâ'nın izniyle büyük güç isteyen işler yapmaya kadir olurlar. Anadan doğma âmâyı ve alacayı sıhhata kavuşturmaktan ve ölüleri diriltmekten daha acaib işler yapma kudretine sahiptirler. Buradaki yükselme ve ileriye doğru gitme sadece tecerrüd ve kuvvetli eserler ortaya koyma konusundadır. Mutlak kemâl ve şeref hususunda değildir. Burada meleklerin daha üstün olduklarına delâlet eden bir şey yoktur. Doğruyu en iyi bilen Allahü teâlâ'dır, dönüş ve gidiş de O'nadır. Tamam oldu. El-hamdü lillâhi teâlâ. **************************** |