Geri

   

 

 

İleri

 

2 METİN

10

b- Haber-i Sâdık

Haber-i sâdık doğru haber iki çeşittir:

Doğru haber, vâkıaya/realiteye uygun olan haberdir. Haber, zihnin hâricindeki bir şeye nisbeti ve ilgisi bulunan bir cümledir. Şayet verilen haber, bu nisbete mutâbık/uygun ise “doğru haber”, değilse “yalan haber” adını alır. Bu duruma göre doğru veya yalan olma, haberin vasıflarındandır.

Şayet verilen haber bu nisbete mutabık ve uygun ise “doğru haber”, değilse “yalan haber” adını alır. Bu duruma göre doğru veya yalan olma, haberin vasıflarındandır. İster vakıayı olduğu gibi anlatsın ister anlatmasın, bazen bir şeyi haber vermeye de “sıdk ve kizb” (doğru ve yalan) denilir. Yani meydana gelen olaya, ister uygun olsun ister olmasın sıdk ve kizb “tam ve eksiksiz olarak bir nisbeti bildirmektir”. Buna göre doğru ve yalan olma (haberin değil) haberi veren muhbirin sıfatlarından olur. Bundan dolayıdır ki, bazı kitaplarda “sâdık haber” vasf ile, diğer bazılarında izafet (ve nisbet) ile bahis konusu edilmiştir. (Doğru haber, olanı olduğu gibi haber vermek olduğuna göre, yalan olarak anlatılan bir şeyi olduğu gibi nakletmeye ve bildirmeye de haber-i sadık” denir. Haber-i sadıkın izafî ve nisbî manâsı budur. Doğru ve yalan, haberin vasfı olursa netice başka, haberi verenin vasfı olursa netice daha başkadır. Doğru bir kişi yalan bir haberi doğru olarak nakledebilir, yalancı bir kişi de doğru bir haberi doğru veya yanlış olarak anlatabilir).

Doğru haber iki çeşittir:

Biri: Mütevâtir haberdir.

O, yalan üzere anlaşmaları ve birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diliyle sâbit olan haberdir.

Bir haberin mütevâtir olarak kabul edilmesindeki kıstas/ölçek, haberi verenlerin sayıca çokluğu değil, verilen haberin hiç bir şek ve şüpheye mahal bırakmadan, bilginin vukûa gelmesini ve oluşmasını sağlamasıdır.

Mütevâtir haber, mecburî olarak zarurî ve kesin bir bilginin elde edilmesini gerektirir. Eski zamanlarda yaşamış hükümdarlar ve çok uzak ülkeler hakkında edinilen bilgi gibi.

Bir kimsenin annesini, babasını, hısım ve akrabasını bilmesi de mütevâtir haber sayesinde mümkün olmaktadır.

Metindeki “ülke” kelimesinin “padişahlar” kelimesine de “zamanlar” kelimesine de atfedilmiş olması muhtemeldir. “Padişahlar” kelimesi, ibarede daha önce zikredilmiş olsa bile birinci ihtimal daha kuvvetlidir.

Burada iki nokta vardır:

a) Mütevatir haber bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bunun manâsı şudur: Biz Mekke ve Bağdat'ın var olduğu konusunda kendimizde bir bilginin mevcut olduğunu zaruri olarak ve kesinlikle görmekteyiz. Bu bilginin kaynağı ise sadece “haber verme” (ihbar) dir.

b) Tevatür yolu ile elde edilen bilgi zaruridir. Bu yoldan, (muhakeme gücüne sahip olan), istidlal ve kıyas yapanlar da, yapmayanlar da bilgi sahibi olurlar. Hatta ilim öğrenme yolunun ne olduğunu bilmeyen ve öncüller tertib etme gücüne sahip olmayan küçük yaştaki çocuklar bile bu yoldan kesin bilgi sahibi olurlar. İsa (aleyhisselâm)'ın katledildiğine dair Hıristiyanların, Musa (aleyhisselâm)'ın getirdiği şeriatin ebediliği hakkında Yahudilerin verdikleri haberin mütevatir olması imkansızdır.

İtiraz: Tek tek kişilerin ayrı ayrı verdikleri haber zandan başka bir manâ ifade etmez. Bir zannm öbür zanna eklenmesinden de yakin ve kesin bilgi hasıl olmaz. Ayrıca, tek tek kişilerin münferiden verdikleri haberlerin yalan olmasının imkân dahilinde oluşu, bunlardan meydana gelen topluluğun verdiği haberin yalan oluşunun da imkân dahilinde olmasını gerektirir. Çünkü topluluğun kendisi tek tek kişilerden meydana gelir.

Cevap: Biz diyoruz ki, bazen fertlerde bulunmayan (vasıf, sıfat ve kuvvet gibi bir) şey, bunların toplamında mevcut olur. Kıllardan örülen ipte mevcut olan kuvvet buna misâldir.

İtiraz: Zarurî bilgilerde kuvvet bakımından derece farkı bulunmadığı gibi, bunlarda ihtilaf da edilmez. Halbuki “Bir, ikinin yarısıdır”, hükmünün “İskender isimli bir kral vardır”, hükmünden daha kuvvetli olduğunu görmekteyiz. Birinci ilim ikincisinden daha sağlamdır. Aklı başında olan adamlardan bir grup, mütevatir haberin zaruri ilim ifade ettiğini reddetmiştir. Meselâ Semeniyye ve Brahmanlar gibi. (Semeniye tenasuha inanan putperest bir dinin mensuplarıdır. Hind sofistleri).

Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Zira zarurî bilgilerde görülen kuvvet farkı, bu nevi bilgilerle ilgili olan alışkanlık, ülfet, meşguliyet ve zihne gelme vasıtasiyle kuvvet yönünden derece değişikliği gösterir. Sofistlerin yaptıkları gibi bazen zarurî bilgilerin tümünde ihtilaf edildiği de olur. Fakat bu kibrin ve inadın neticesidir.

İkincisi: Mu’cize ile desteklenen peygamberliği sâbit olan resûlün verdiği haber vahiydir.

Resul, halka dinî hükümleri tebliğ etmesi için Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir insandır. Bir insanın resul olması için, kendisine Allahü teâlâ tarafından kitap verilmesi şart iken, Nebî’de böyle bir şart mevcut değildir. Zira nebi daha genel bir tabirdir (Her resul nebidir ama her nebî resul değildir. Resul yeni bir şeriat getirir, nebi önce gelen şeriatı yerleştirir ve yayar. Resul melek vasıtasiyle kendisine vahiy gelen zattır. Resule de, rüyada vahye mazhar olana da nebî denilir).

Mucize: Harikulade (fevkalâde ve tabiat kanunlarının üstünde) bir şeydir. Mucizenin maksadı, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak gönderildiğini ileri süren zatın iddiasında doğru olduğunu ispat etmek ve açıklamaktır.

Haber-i resûl Peygamberin verdiği haber, kıyâsî ve istidlâlî bir ilmi bilgiyi gerektirir.

Burada “istidlal ile hâsıl olan bilgi”, delile nazar ederek elde edilen bilgi manâsına gelmektedir.

Delil: Sahih bir nazarla bakıldığı zaman insanın bir matlûb-i haberîye, yani gaye olan neticeye ulaşmasını mümkün kılan şeydir.

Delil şöyle de tarif edilmiştir: “Bir takım önermelerden meydana gelen bir sözdür ki, zatı icabı diğer bir sözü gerektirir”. (Yani delil olan sözün doğru olması zaruri olarak neticenin de doğru olmasını icabettirir).

Birinci tarife göre: Sânî' olan Allah'ın varlığının delili âlemdir.

İkinci tarife göre: “Âlem hadistir, her hadisin bir sânî'i vardır.” Önermeleri, (öyle ise âlemin de bir var edeni mevcuttur, neticesini gerektireceği için) Allah'ın delilidir.

Delil, “Öyle bir şeydir ki, onu bilmek diğer bir şeyi bilmeyi gerektirir”, şeklinde yapılan tarif ikinci tarife oldukça uygundur.

Haber-i resûl'un bilgi sahibi olmayı gerektirmesinin sebebi şudur: Allahü teâlâ, peygamberlik konusundaki iddiasını tasdik etmek için bir kimsenin eli vasıtasiyle bir mucizeyi ortaya çıkarırsa; bu, o kimsenin getirdiği dini hükümler konusunda doğru sözlü bir kişi olduğunu kesinlikle tesbit etmeyi mümkün kılar. O kimsenin doğru sözlü olduğu anlaşılınca, tebliğ ettirdiği ahkâmın muhtevasının da doğru olduğu konusunda kat'î bir bilgi hasıl olmuş olur.

(Haber-i resûl'un verdiği bilginin) “İstidlali” oluşu, aşağıdaki şekilde bir istidlal yapmaya ve hatırlamaya bağlı olduğu içindir: Haber-i resul, peygamberliği mucize ile sabit olan bir zatın verdiği haberdir. Bu nitelikteki her haber doğrudur, muhtevası vâki ve gerçektir.

Haber-i resûl ile sâbit olan ilim, kesinlik ve değişmezlik yönünden zarurî bir şekilde sâbit olan tevâtür yolu ile gelen bilgiler gibidir.

Metinde geçen “kesinlik” (teyakkun) sözü, zıddına ihtimali olmamak; değişmek (ve sabit) olmak sözü, şüpheye düşüren bir kimsenin ileri sürdüğü şüphe ve itirazla yok olup ortadan kalkmaya ihtimali olmamak manâsına gelmektedir. Şu halde Haber-i resul, vakıaya mutabık kat'î ve sabit itikad manâsına gelen bir ilimdir. Aksi halde Haber-i resul (vakıaya mutabık bilgi değil) bilgisizlik, (kesin değil) zan, (sabit değil) taklid olurdu.

Soru: Bu nitelikler ve özellikler sadece mütevatir haberlerde bulunur. O takdirde Haber-i resul mütevatir haberlere irca edilmiş olmaz mı?

Cevap: Burada bahis konusu olan, peygamberin ağzından işitilen veya bize kadar tevatüren gelen veya mümkün olması halinde başka türlü bilinen haber-i resûl'dür. (Cümlenin son kısmı ile, ilhamla veya rüya ile veyahut da ifadedeki üslûp ve belagatla bir sözün Hazret-i Peygamber'e ait olması kasdedilmektedir).

Haber-i vahid, ilim ifade etmez. Zira bu çeşit haber ve hadislerin peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e aidiyeti hususunda birtakım şüphe ve tereddütler ortaya çıkmaktadır.

İtiraz: Şayet haber-i resul mütevatir olursa veya Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in ağzından işitilmişse, mütevâtirât ve hissiyat nevinden olan diğer hususlarda olduğu gibi bu nevi haberlerden hasıl olan bilginin istidlali değil, zarurî olması gerekir.

Cevap: Mütevatir (hadisler) in zarurî bilgi vermesi, bu çeşit bilgilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in verdiği haberle ilgili olması yönündendir. Zira haberlerin mütevatir olmasında esas olan manâ budur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in ağzından doğrudan işitilen hadisler ise birtakım lafız ve sözlerin idrâki ve idrâk edilen lafızların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in sözü olmasiyle ilgilidir. (Bu bakımdan bir söz, Hazret-i Peygamberden itişilmesi itibariyle hissi ve zarurî bilgi verir). Bu konuda istidlali olan husus ise, bu lafızların muhtevası ve manâları ile ilgilidir.

Meselâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in “Delil getirmek davacıya, yemin etmek davalıya düşer” mealindeki hadisinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e ait bir haber oluşu tevatür yolu ile bilinmektedir. Bu manâda bu haber zarurî bilgi verir. Fakat daha sonra bu hadisten “Delilin davacıya, yeminin davalıya ait oluşu” hükmünün farziyetinin çıkarılması istidlali bir bilgidir.

İtiraz: İlim ifade eden doğru haber, “iki çeşitten ibarettir” (Haber-i mütevatir, haber-i resul) denemez. Allahü teâlâ'nın, melekler'in, icmâ topluluğunu meydana getiren şahısların verdikleri halerler de doğru haber (haber-i sâdık) dır. Ayrıca yalan olması ihtimalini ortadan kaldıran bir karine ile birlikte bulunan haber de doârudur. Meselâ “Ali geldi” haberinin “Hısım ve akrabasının evinde koşuşmaları karinesiyle”, birlikte verilmesi gibi.

Cevap: Buradaki haber kavramından maksat, aklın delaletiyle kesin bilgiler elde edilmesini sağlayan karineleri dikkate almaksızın, mücerred haber elması bakımından bütün halk için bilgi edinme vasıtası olan haberdir. Buna göre “Allahü teâlâ'nın verdiği haber” veya “meleklerin verdiği haber”, bunun sadece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aracılığı ile halka ulaşması halinde ilim ifade eder. Bu özellikteki bir haberin hükmü ise haber-i resûl'ün hükmüne dahildir. İcmaa ehil olanların verdikleri haberin hükmü de mütevatir haberin hükmüne dahildir.

Bu konuda bazan şöyle bir cevap verilir: İcma ehli olanların haberi, mücerred olarak ilim ifade etmez. Aksine icmam delil oluşunu gösteren delillere bakılarak icmam ilim ifade ettiğine hükmedilir.

Biz deriz ki: Haber-i resul de tıpkı bunun gibidir. Bu sebeple onu “istidlali” olarak kabul ettik.

11

c- Akıl

Üçüncüsü: Aynı şekilde akıl da bir bilgi elde etme vâsıtasıdır.

Akıl şu şekilde tarif edilir. Akıl, insana (nefs-i natıkaya) mahsus bir kuvvet olup, kişi o sayede ilim öğrenme ve idrak etme kabiliyetine sahib olur.

Şu tarifle anlatılan manâ da aynıdır: Akıl, bir garîza, yani insanda doğuştan var olan bir sıfattır ki, duyu organlarının sağlıklı olması halinde, zarurî bilgiler ona tabî olur. Yani zarurî bilgiler bu garîzayı takib eder, gariza bulununca onun peşinden zarurî bilgiler de mevcut olur.

Diğer bir tarif: Akıl, gâib ve meçhul olan şeyleri vasıtalı, duyu organlanyle bilinir cinsten olan hususları doğrudan ve müşâhade ile idrâk eden bir cevherdir.

Müellif Ömer Nesefi'nin akim bilgi vasıtası olduğunu açıklaması, nazariyat bahsinin tümünde mülhidlerin ve Sameniye'nin ilahiyat ve metafizik konularında bazı filozofların, bu alandaki ihtilafların çokluğunu ve görüşler arasındaki çelişkileri ileri sürerek ihtilaf çıkarmış olmaları (ve metafizik konularda nazarî aklı delil olarak kabul etmemeleri) dir.

Bu görüşe verilen cevap şudur: Nazarın (ve düşüncenin) bozuk çalışmasından ileri gelen ihtilaf çokluğu ve çelişkili görüşleri, akla dayanan sıhhatli nazar ve düşüncenin ilim ifade etmesine aykırı değildir.

Ayrıca “Akıl, metafizik konularda delil değildir”, sözü nazarî akla dayanan bir istidlaldir. Bu sözle, reddedilen şey kabul edilmiş, böylece bir çelişkiye düşülmüştür.

(Nazarî akla dayanarak metafizik konularda «şu vardır, şu şöyledir” diye müsbet hüküm verilemezse: “Şu yoktur, şu şöyle değildir”, tarzında menfî hükümler de verilemez. Verilirse tutarsız ve çelişkili bir durum hasıl olur).

Eğer derlerse ki, bizim sözümüz “fasid ve hatalı olan bir görüşe, fasid ve hatalı olan diğer bir görüşle karşı çıkmaktan (muaraza) ibarettir”. O zaman deriz ki: Şayet sizin bu sözünüzde bir manâ ve gerçeklik payı varsa, nazari akıl faydasız değildir; eğer bir manâsı yoksa, o zaman da bu bir muaraza ve karşı çıkma niteliğinde değildir.

İtiraz: Nazarî akim ilim verdiği kabul edilse, bu ilim ya zarurî nazari olur. Eğer zarurî ise, ihtilaf konusu olmaması gerekirdi, “Bir ikinin yarısıdır”, hükmünde ihtilaf edilmediği gibi.

Eğer nazarî ise, nazari bir konunun yine nazari olan bir konu ile kabul edilmesi (gibi çelişkili bir durumun meydana gelmesi) lazım gelir. Bu ise (fâsid) bir devirdir.

Cevap: Bazan idrâk eksikliği veya inadcılık gibi bir sebeple zaruriyâtta ihtilaf vaki olur. Akıllı ve âlim kişilerin bu husustaki ittifakı, eser ve neticelere dayanılarak yapılan (kıyas ve) istidlaller ve hadiselerin şehadeti göstermektedir ki, yaratılış itibariyle insanlarda mevcut olan akıllar birbirinden farklıdır.

Bazan nazarî bir konu, “nazari” denilmeyecek kadar özel olan diğer nazarî bir konu ile (Küllî olan nazarî bilgiler, cüz'î olan nazarî bilgilerle) sabit olabilir. Meselâ: “âlem (mütegayyir ve) değişkendir. Her değişken hadis ve sonradan olmalıdır”, cümleleri âlemin hadis olduğu konusunda zarurî bir bilgi verir. Bu, bahis konusu nazarî meselenin hususiyetinden değil, fakat bu nazari konunun sıhhatli ve gerekli şartları toplamış olmasından ileri gelmektedir. Şu halde gerekli şartlara haiz olan sıhhatli her nazarî akıl (ve düşünce) ilim ifade eder, bilgi elde etme vasıtası olur.

Köküne inip bu itirazı reddetmek, bu eserin hacmına uygun olmayan geniş açıklamalar gerektirmektedir. (Onun için inceleme ve araştırmalarımızı genişletmiyoruz).

Akılla bedîhî olarak apaçık hâsıl olan ilk bakışta derhal kavranan ve düşünmeye ihtiyaç duyulmayan bilgi, zarurî bilgidir. “Bütün parçasından büyüktür” cümlesindeki bilgi gibi.

Şüphe yok ki, “bütün”, “parça” ve “büyük” tabirlerinin tereddütsüz kavranması için hiç bir sebep yoktur. “Bir insanın eli kendisinden daha büyük olabilir”, zannına kapılıp, bu konuda hüküm vermede duraklayan kimse “parça” ve “bütün” tabirlerinin manâlarını kavramamış demektir.

Aklın istidlâli delil getirmesi ile sâbit olan elde edilen bilgiler, iktisâbîdir kazanılmıştır.

Delile dayanan nazarî ve istidlali bilgiler, ister illetten malûle ve sebepten neticeye - ateşi gören bir şahsın, onun dumanı da olacağına intikal etmesi gibi- intikal olsun, ister ma'lûlden illete ve neticeden sebebe - dumanı gören bir şahsın, onun ateşi de olacağına hükmetmesi gibi - intikal olsun iktisabıdır. Özel bir manâda birincisine “talil”, ikincisine “istidlal”, denir. Yani kesb ile (ve çalışarak) elde edilmiştir. Burada kesb sözünden maksat doğrudan doğruya irâde ile sebeplere sarılmaktır. İstidlali konularda aklı ve fikrî öncüllere yöneltmek, hissi konularda bir şeyi işitmek için kulak kesilmek ve bir şeyi görmek için gözü dört açmak gibi.

Bu duruma göre iktisabı, yani irâde ile kazanılan bilgi istidlali bilgiden daha umumî bir ifadedir. Zira sadece delile bakma sonucunda hasıl olan bilgiye istidlali ilim denir. Bu duruma göre istidlali olan her bilgi aynı zamanda iktisabîdir, ama bunun aksi böyle değildir. Meselâ, irâde ve ihtiyar ile bakmak ve bir şeyi görmek neticesinde hasıl olan bilgi istidlali değildir.

Zarurî bilgi: Bazan iktisabı bilginin zıddına zarurî bilgi denilmiş ve bu da, “Elde edilmesi insanın gücü (ve irâdesi) dahilinde olmayan bilgidir”, şeklinde tefsir edilmiştir. Bazan da istidlali bilginin zıddına zarurî bilgi adı verilmiş ve bu da, “Delil üzerinde düşünüp taşınmadan öğrenilen bilgidir” tarzında izah edilmiştir; Bu noktadan hareket eden bazı âlimler duyu organlarıyle hâsıl olan bilgiyi “iktisabî” saymışlardır. Yani onlara göre bu çeşit bilgiler, iradeli olarak doğrudan sebep ve vasıtalara başvurularak elde edilmektedir. Diğer bazıları ise hisse dayanan bilgileri “zarurî bilgi” olarak kabul etmişlerdir. Yani onlara göre bu nevi bilgiler kıyas ve istidlal yapmadan hasıl olmaktadır.

Verilen izahattan aşikâr olarak anlaşılmıştır ki, EI-Bidâye müellifi (Sabûnî)nin şu sözleri arasında bir çelişki yoktur: “Hadis (olan beşerî) ilim iki çeşittir:

1. Zarurî ilim: Kulun irâdesinin ve çalışmasının tesiri olmaksızın Allahü teâlâ'nın insanda icad ettiği bilgidir. İnsanın kendi varlığı ve hallerinin değişmesi hakkında sahip olduğu bilgisi gibi.

2. İktisabî ilim: Kulun kazanması vasıtasiyle Allahü teâlâ'nın insanda yarattığı bilgidir. Burada kesb ve kazanmadan maksat, insanın bilgi elde etme vasıtalarına doğrudan başvurmasıdır, îlim elde etme vasıtaları ise üçtür.

a) Selim (sıhhatli ve kusursuz) duyu organları,

b) Haber-i sâdık,

c) Nazarî (ve istidlali) akıl.

el-Bidâye müellifi daha sonra diyor ki: “Nazarî akılla hasıl olan ilim de iki nevidir:

1. Zarurî ilim. Bu, düşünmeye ihtiyaç göstermeden ilk nazarda hasıl olan bilgidir. Bütün parçasından büyüktür, önermesiyle ilgili bilgi gibi.

2. İstidlali ilim. Bu, bir nevi düşünmeye ihtiyaç gösteren bir bilgidir. Dumanı görünce, orada bir ateşin de olabileceğini bilmek gibi.”