f, fâ'

: ف ، فاء

(a. ha.) : 1) Osmanlı alfabesinin yirmi üçüncü harfi olup "ebced" hesabında seksen sayısının karşılığıdır. 

fa'âl

: فعال

(a. s. fi'l'den.) : çok işliyen, dâima harekette bulunan; gayretli, çalışkan.

fa'âlün limâ yürîd

:  

dilediği işi yapan Allah. 

faale

: فعل

(a. i. fâil'in c.) : failler, yapanlar. 

fa'âl-âne

: فعالانه

(a. f. zf.) : fa'alcasına, fa'al olana yakışacak surette; çalışkancasına. 

fa'âliyyet

: فعاليت

(a. i.) : çalışma, hareket, gayret. 

fâci'

: فاجع

(a. s. c. : fevâci') : insanı dertli eden; keder veren, acıklı. 

facia

: فاجعه

(a. s.) : 1) âfet, musibet, (bkz. : fecîa). 2) hazîn ve acıklı tiyatro oyunu, fr. drame. ["fâci" in müennesi]. 

fâcia-nüvît

: فاجعه نويس

(a. f. b. s.) : facia yazan, hazin ve acıklı tiyatro romanı yazan [kimse], trajedi üstadı. 

fâciât

: فاجعات

(o. i. c.) : musibetler, acıklı şeyler. 

fâcir, fâcire

: فاجر ، فاجره

(a. s. fücûr'dan. c. : fecere. füccâr) : 1) fücur sahibi, fena huylu, günahkâr. 2) ayyaş, sefih. 3) habîs; rezîl; şerîr; şakî. 4) yalancı. 5) kadına düşkün erkek, erkeğe düşkün kadın. 

fâdıl

: فاضل

(a. s. c. : fudalâ). : 1) (bkz. : fâzıl). 2) i. erkek adı. 

fagfûr

: فغفور

(f. i.) : 1) [evvelce] Çin imparatorlarına verilen bir ad. 2) Çin'de por-söNenden yapılan kapkacak. 

fagfûr-i Çîn

:  

Çin fağfuru, Çin işi. 

fagfûrî

: فغفوری

(f. s.) : fağfura mensup, çini. 

fahâmet

: فخامت

(a. i.) : 1) fahimlik, ululuk. 2) îtibar, kıymet, değer. 3) kadın adı. 

fahâmet-lü

: فخامتلو

(a. t. s.) : [evvelce] sadrâzam, Mısır hidivi ve prenslere verilen bir lâkap, fahâmetli. 

fahâmet-penâh

: فخامتپناه

(a. f. b. s.) : yegâne başvurulacak en büyük makam. 

fahh

: فخ

(a. i.) : kapan, tuzak, ağ, fak.

fahh-ül-fâr 

:  

fare kapanı. 

fahhâm

: فحام

(a. i.) : kömürcü. 

fahhâr

: فخار

(a. s.) : 1) kendini medheden, çok öğünen, övüngen. 2) çanak çömlek, toprak testi. 3) saksı. 

fahhâş

: فحاش

(a. s.) : her türlü kötülükleri şahsında toplamış [kimse]. 

fahîm, fahîme

: فخيم ، فخيمه

(a. s. fahm'den. c. : fihâm) : fahâmetli, çok kuvvetli, îtibar vb nüfuz sahibi olan. Düvel-i fahîme : îtibar ve nüfuz sahibi olan devletler. 

fâhim, fâhime

: فاهم ، فاهمه

(a. s. fehm'den.) : anlayışlı, akıllı. 

fahîm-âne

: فخيمانه

(a. f. zf.) : fahîm olana yakışacak surette. 

fâhir, fâhire

: فاخر ، فاخره

(a. s. fahr'den.) : 1) fahreden, onurlu, şanlı, şerefli, (bkz. : müfte-hir). 2) mükemmel. 3) kıymetli, değerli. 4) erkek ve kadın adı. 

fahiş

: فاحش

(a. s. fahş'dan.) : 1) mübalâğalı, taşkın, aşırı. 2) büyük, iri. 3) ahlâksız, ahlâka aykırı; çirkin, pek kötü. Kavl-i fahiş : çirkin söz. Hatâ-yi fahiş : pek kötü yanlış. 4) insafsızca. 5) tamahkâr, pinti, kısmık [adam]. 

fahişe

: فاحشه

(a. i. fuhş'den. c. : fevâhiş) : 1) ahlâksız kadın, kahbe. (bkz. : âlüfte, aşüfte, zâniye). 2) ar, ayıp, kabahat, günah. 

fâhite

: فاخته

(a. i. c. : fevâhit) : yabani güvercin, üveyik, (bkz. : hamam). 

fahl

: فحل

(a. s. c. : fuhol) : 1) aygır. 2) akıllı ve zekî [adam]. 3) i. erkek. 4) s. beyitler, hadisler ve rivayetler anlatan [kimse]. 

fahm

: فخم

(a. s. fahâmet'den. c. : fihâm) : büyük, ulu. (bkz. : azîm, cesîm, kebîr). 

fahm

: فحم

(a. i.) : kömür, (bkz. : engist). 

fahm-i hayvani

:  

(hayvan kömürü) : fr. Charbon animal. 

fahm-i ma'denî

:  

mâden kömürü. 

fahm-i nebatî

:  

nebatî, * bitkisel kömür. 

fahm-i türabı

:  

huy kömürü. 

fahmî, fahmiyye

: فحمی ، فحميه

(a. s.) : kömürle ilgili, kömürümsü. Havza-i fah-miyeye : kömür havzası. 

fahmiyyet

: فحميت

(a. i.) : kim. karbonat. 

fahr

: فخر

(a. i.) : 1) öğünme, böbürlenme, büyüklenme, şeref, onur, kıvanç. 2) büyüklük, ululuk. 3) şöhret, ün. 4) fazilet, erdem. 

fahr-i îlem, fahr-i kâinat

:  

Hz. Muhammed (Aleyhisselâm). 

fahr-i edhemî

:  

dört terekli tac. 

fahr-i Hüseynî

:  

on iki terekli tac. 

fahrî

: فخری

(a. s.) : 1) şeref, onur için, parasız, maaşsız, aylıksız, ücretsiz görülen [iş]. 1) i. erkek adı. 

fahriyye

: فخريه

(a. i. c. : fahriyyât) : 1) ed. eski şâirlerin, kendi faziletlerini ve üstünlüklerini övmek suretiyle yazdıkları şiirler. 2) kadın adı. 

fahriyyen

: فخريا

(a. zf.) : fahrî olarak, onur için, parasız ve menfaatsiz. 

fahs

: فحص

(a. i.) : bir şeyin içyüzünü araştırma, arama. 

fahşâ'

: فحشاء

(a. i.) : 1) akıl ve mantığın kabul edemiyeceği söz ve iş. 2) meşru olmıyan şehvanî haller, fuhuş, zina. 3) verilen zekâttaki tamahkârlık. 

fâhte

: فاخته

(f. i.) : 1) üveyik kuşu. 2) müz. Türk müziğinin büyük usullerindendir. Yirmi zamanlı ve onbir darblıdır. Peşrev, beste ve ilâhiler ölçülmüştür. Yalnız 20/4 mertebesi kullanılmıştır. Yirmi zamanlı tek usul olan fâhte, muhtelif şekillerde bulunan bir sofyan, iki yürük semaî ve gene bir sofyan'dan mürekkeptir. Çenber usulü fâhte'nin başına bir sofyan getirilerek teşkîl edildiği gibi, bu usul zencîr'in de terkîbinde bulunur. 

fahur

: فخور

(a. s. fahr'dert.) : çok fahreden, öğünen, kendini medhetmek İtiyadında olan. (bkz. : mütemâcid, mütemeddih). 

fahûr-âne

: فخورانه

(a. f. zf.) : fahûrcasına, kendini medhederek, öğünerek, kurularak. 

fahz

: فخذ

(a. i. c. : efhâz) : oyluk, kalça ile baldır arasındaki kısım. Azm-i fahz : oyluk kemiği. 

fâide

: فائده

(a. i. c. : fevâid) : 1) fayda, menfaat, kâr, kazanç. 2) ümit; hayır; işe yarama. Bî-fâide : faydasız. Çi-fâ ide : neye yarar, boşuna.

fâide-i hiber

:  

bir işin hakikatine varma faydası. 3) faydalı olan bend, fıkra. 

fâide-i târîhiyye

:  

târihî fayda, kazanç. 

fâide-mend

: فائده مند

(f. b. s.) : menfaat elde eden, kârlı. 

fâih

: فائح

(a. i. c. : fevâih) : çiçek ve meyva kokusu, ["fâyih" şeklinde de kullanılır]. 

faik, faika

: فائق ، فائقه

(a. s. fevk'den.) : 1) fevkinde bulunan, manevî olarak üstün olan. İhtirâmât-ı faika : üstün saygılar. 

fâik-üi-akrân

:  

akranlarından üstün. 2) a'lâ. 3) erkek ve kadın adı. 

fâikıyyet

: فائقيت

(a. i.) : üstünlük. Esbâb-ı fâikıyyet : üstünlük sebepleri, [yapma kelimelerdendir]. 

fail

: فاعل

(a. s. c. : fevâil, faale) : 1) işliyen, yapan. 2) te'sirli. 3 gr. bir fi'lin anlattığı işi yapan, fr. sujet. 

fiil-i hakîkî

:  

(gerçek yapıcı) : Allah. 

fâil-i hayr

:  

hayır işliyen. 

fâil-i muhtar

:  

istediğini yapmakta serbest olan. 

fâil-i mübaşir

:  

huk. bir şeyi bizzat yapan kimse. 

fâil-i müstakil

:  

huk. bir suçu kendi işliyen veya bunun işlenmesine sebebolan. 

fâil-i müşterek

:  

huk. işlenen bir suçta parmağı olan, suçortağı. 

fâil-i şerr

:  

kötülük işliyen. 

fâiliyyet

: فاعليت

(a. i.) : 1) fâillik, işleyicîlik; işliyen ve yapanın hâli. 2) fels. kim. müessirlik, te'sir, fr. activite. 

faiz, faize

: فائز ، فائزه

(a. s. fevzden) : 1) fevz bulan, muradına ulaşan, bir başarı kazanan. 2) erkek ve kadın adı. 

faiz

: فائض

(a. i. fevz'den. c. : fevâiz) : 1) ödünç verilen paraya karşı alınan kâr. (bkz. : güzeşte, nema, ribâ). 2) bolluk çokluk, taşkınlık. 3) s. feyezan eden, taşan. 

fâiz-i basît

:  

alınan borç müddeti içine değişmiyen anaparanın getirdiği faiz, kâr. 

fâiz-i cüz'î

:  

bir liranın belirli zaman içinde getirdiği faiz. 

fâiz-i küllî

:  

bir parayı teşkîl eden cüz'î faizlerin tutarı olan asıl faiz. 

fâiz-i mürekkeb

:  

bir paranın getirdiği faiz, vâde sonunda anaparaya katılmak suretiyle hesap edilen faiz. 

fâj, fâje

: فاژ ، فاژه

(f. i.) : esneme. 

faka

: فاقه

(a. i.) : fakirlik, yoksulluk, ihtiyaç. Fakr ü faka : yoksulluk.

fâka-yı şedide

:  

şiddetli ihtiyaç. 

fakahet

: فقاهت

("ka" uzun okunur. a. i.) : fakihlik, fıkıh ilminde bilgi sahibi olma. 

fakahetli, -lü

: فقاهتلی ، لو

("ka"uzun okunur a. s.) : [evvelce] müftüler hakkında kullanılan resmî bir unvan. 

fakat

: فقط

(a. e.) : yalnız, ancak, lâkin, ama, şukadar var ki. 

fakd

: فقد

(a. i.) : yokluk, bulunmama. (bkz. : fıkdan). 

fakd-i nakd

:  

para yokluğu. 

fakha

: فقحه

(a. i. c. : fıkâh) : 1) andropogon muricatus denilen bir çiçek. 2) anat. anus, makat, oyluk. 3) astr. Dübb-i ekber denilen yıldız kümesinin dörtgeninde bulunan bir yıldız, lât. gamma Ursus Majoris; fr. Phegda; ing. Phecda. [yedili kümenin üçüncü derecedeki parlak yıldızıdır]. 

fakîd

: فقيد

(a. s.) : nâdir bulunan [nesne], 

fakîh

: فقيه

(a. s. fıkh'dan c. : fukahâ) : 1) fıkıh (din, şerîat) ilminin üstadı. 2) zekî, anlayışlı [kimse], (bkz. : fehhâm). 

fâkihe

: فاكهه

(a. i. c. : fevâkih) : yemiş, meyva.

fâkihet-üş-şitâ

:  

(kış meyvası) : ateş. [ennârü fâkihet-üş-şitâ' : ateş, kışın meyvasıdır. ]

fâkihe

:  

(a. i. c. : fevâkih) : yemiş, meyva. fâkihet-üş-şitâ (kış meyvası) : ateş. [ennârü fâkihet-üş-şitâ' : ateş, kışın meyvasıdır. ]

fakir

: فقير

(a. s. fakr'den. c. : fukara') : 1) zengin olmıyan, yoksul, parasız, züğürt. 2) dilenci, (bkz. : sâil). 3) zavallı, bîçare, âciz. 4) alçak gönüllülük göstererek "ben" mânâsına gelir. 5) Hindistan'da, kendi kendilerine türlü eziyetler yapmıya alışmış olan dervişler. 

fakir-î tnu'temil

:  

huk. kazanıp yaşıyabilmeye kudreti olan yoksul kimse. 

fakîr-âne

: فقيرانه

(a. f. zf.) : ' : 1) fakire yakışacak surette, (bkz. : âcizane). 2) fakirce-sine. 3) nezâket olarak "ben" zamirinin karşılığı. 

fakîr-hâne

: فقيرخانه

(a. f. b. i.) : [alçak gönüllülükle] söz söyliyenin evi. 

fakr

: فقر

(a. i.) : fakirlik, yoksulluk, muhtaçlık, züğürtlük. 

fakr-üd-dem

:  

kansızlık, fr. anemie. 

fâl

: فال

(a. i.) : uğur; talih deneme; kahve fincanına, iskambile bakmak gibi bir takım garip usullerle insanın talihine ait şeyler söyleme. 

fâl-i bed

:  

fena hal, fena alâmet. 

fâl-î hayr

:  

iyi hal, iyi alâmet, uğur sayma. 

falak

: فلق

(a. i.) : 1) sabah aydınlığı. 2) tomruk; falaka. 

falaka

: فلقه

(a. i.) : 1) [eskiden] mektepte veya medresede kabahatli talebenin -arkası üstü yatırıp dayak atmak üzere -ayak bileklerine takıp sıkıştırılan iki ucu ip bağlı bir sopa. 2) bâzı manivela işlerinde kullanılan ucu iple bağlı bir ağaç. 3) iki ucu bir yere bağlı olan halat. 4) çift atlı yük arabalarında, çeki kayışlarının bağlandığı ağaç. 

fâlic

: فالج

(f. s.) : galip, muzaffer. 

fâlic

: فالج

(a. i. felc'den.) : yarım inme, vücudun yarısına inen inme. (bkz. : nısf-ı nüzul). 

fâlih

: فالح

(a. s.) : 1) toprağı süren, eken. 2) muvaffak ve mes'ud [kimse]. 3) i. erѫek adı. 

fâlik

: فالق

(a. s.) : ikiye bölen, ayıran.

fâlik-ül-habb-i ve-n-nuvât

:  

habbeyi, taneyi ikiye yaran. 

fâlik

: فالك

(a. i.) : memeleri henüz arşaklanmış [kız]. 

fâl-nâme

: فالنامه

(a. f. b. i.) : fal kitabı. 

fâm (-)

: فام

(f. i.) : renk. (bkz. : levn). Gül-fâm : gül renkli. Sebz-fâm : yeşil renkli. Zer-fâm : altın renkli v.b. 

fânî

: فانی

(a. s. fenâ'dan.) : 1) ölümlü. 2) muvakkat, geçici ["baki" zıddı]. 3) ihtiyar, yaşlı. Âlem-i fânî : fâni dünyâ. Pir-i fâni : pek yaşlı olan. 

fâniyyet

: فانيت

(a. i.) : fânilik, ölümlülük. 

fânûs

: فانوس

(a. i. c. : fevânîs) : 1) küre veya silindir şeklinde cam kapak. 2) içinde mum yakılan büyük fener, camlı mahfaza, abajur. 

fâr

: فار

(a. i.) : sıçan, fare. (bkz. : mûş). 

Fârâbî

: فارابی

(t. h. i.) : 870 veya 873 le 950 yılları arasında yaşamış ve Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış büyük bir Türk filozofudur. Kendisine muallim-i sânî (felsefede Aristo'dan sonra ikinci üstad) ünvânı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sînâ üzerinde büyük te'siri vardır. Eserlerini zamanının ilim an'anesi gereğince hep Arap dilîle yazmıştır. Kendisine garplılar : Alfarabius derler. Kanun dediğimiz çalgının mucididir. Asıl adı. Ebû Nasır Muhammed'dir. Uzlukoğlu Tarhan'ın torunudur. Babasının adı Muhammed'dir. 

farcıâ

: فرضا

(a. zf.) : (bkz. : farza). 

farazi

: فرضی

(a. s.) : (bkz. : farzî). 

faraziyye

: فرضيه

(a. i. c. : faraziyyât) : (bkz. : farziyye). 

fare

: فاره

(a. i.) : sıçan, (bkz. : fâr, mûş). 

fârık, farika

: فارق ، فارقه

(a. s. fark'dan.) : 1) fark eden, ayıran. 

fânk-ı nîg ü bed

:  

iyiyi kötüyü ayıran. 2) fark olunmasına, ayrrlmasma sebebolan. 

fârig

: فارغ

(a. s. ferâğ'dan.) : 1) vazgeçmiş, çekilmiş. 2) rahat, âsûde. 3) boş, boş kalmış, işini bitirmiş, işsiz. 4) huk. bir mülkün, tasarruf, sahip olma, kullanma hakkını başkasına terk eden. 

fârig-ül-bâl

:  

başı dinç, rahat. 

fârig-ül-hâl

:  

hâli vakti iyi olan. 

fâris, fârise

: فارس ، فارسه

(a. s.) : 1) atlı. (bkz. : süvari). 2) binici, ata binmekte maharetli. 3) ferasetli, anlayışlı. 4) h. i. İran'ın güneyindeki Şîraz vilâyeti. 5) i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı. 

fârisîn

: فارسان

(a. f. fâris'in c.) : Osmanlı saltanatının kuruluşu sıralarında eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler. 

fârisî, fârisiyye

: فارسی ، فارسيه

(a. s.) : 1) Iran dili, Farsça, Acemce. 2) İran'ın dili ve halkı ile ilgili olan. 

fârisiyyât

: فارسيات

(a. i. c.) : iran edebiyatı. 

fariza

: فريضه

(a. i. c. : ferâiz) : 1) farz. Allah'ın emri. 2) lâzım, vacip, gerek. 3) borç, vazife. 4) mirasçılardan herbirine şer'an düşen hisse, pay. (bkz. : ferâiz2. 

fark

: فرق

(a. i. c. : furûk) : 1) ayrılık, başkalık; iki veya daha çok şey arasındaki ayrılık. 2) ayırma, ayrılma, seçilme. 

fark-ı cem'

:  

merâtipte zuhur itibariyle vahidin teksîri. 

fark-ı fahiş

:  

çok aykırı fark. 3) başın tepesi; baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer. 

fark-ı tâmm

:  

tas. dünyâ alâkalarını tamâmiyle terkederek ehâdiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti. 

Fars

: فارس

(a. h. i.) : îran. 

fart

: فرط

(a. i.) : aşırı, aşırılık, aşkın, aşkınlık, taşkın, taşkınlık, fevkalâdelik.

fart-ı gayret

:  

gayrette aşırılık.

fart-ı mahabbet

:  

sevgi de aşırılık.

fart-ı semâne

:  

şişmanlık aşırılığı.

fart-ı zekâ

:  

zekâ taşkınlığı. 

fârûk

: فاروق

(a. i. fark'dan.) : 1) Hz. Ömer'in lâkabı, [haklıyı haksızdan ayırdederek adaleti tam yerine getirmekte ün kazandığı için "fâ-ruk" kelimesiyle adlandırılmıştır. ]. 2) haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan. 3) keskin. 4) i. erkek adı. 

fârûk-ane

: فاروقانه

("ka" uzun okunur. a. f. zf.) : fâruk olana yakışır surette. [Hf. Ömer gibi]. 

fârûkî

: فاروقی

(a. s.) : Hz. Ömer ve adaletine mensup. 

fâryâb

: فارياب

(f. i.) : 1) çay ve ırmak suyu ile sulanan yer. (bkz. : pâryâb). 2) (h. i. ) : eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehir. 

farz

: فرض

(a. i. c. : furûz) : 1) bir netîce elde etmek için ihtimalli veya gerçek olarak kabul edilen bir tahminde bulunma, sayma, tutma, bir hususu bir dâvaya mevzu ve asıl kılma : "beni burada yok farzedin". 2) Allah'ın, işlenmesi kat'î olarak lüzumlu terki günah olan emirleri, [namaz; oruç; hac; zekât gibi]. 3) s. zarurî, lüzumlu, gerekli : "onu ziyaret etmek farzoldu". Bil-farz. diyelim ki, tutalım ki, şöylece düşünelim. 

farz etmek

:  

saymak, tutmak

farz-ı ayn

:  

Allah'ın teker teker her Müslümanın yerine getirmesi lâzımgelen emri. 

farz-ı kifâye

:  

Allah'ın, bir kısım Müslümanların yerine getirmesiyle, diğerlerinden sakıt olan emirleri, [cenaze namazı kılmak gibi]. 

farz-ı muhal

:  

olmıyacak bir şeyi, olacakmış gibi düşünme. 

farz-ı telâtum

:  

dünyânın her tarafına yayılmış olan ve son derece elâstikiyyeti (esnekliği) sebebiyle havayı, sesi ve (ışığı nakle yarıyan ve "esîr" denilen ince maddenin farz ve kabul edilen dalgaları. 

farza

: فرضا

(a. zf.) : farzedelim ki, diyelim ki, tutalım ki, olaki ["faraza" yanlıştır], (bkz. : bi-l-farz, f i-l-mesel).

farzen

: فرضا

(a. zf.) : diyelim ki, tutalım ki. (bkz. : farza). 

farzî

: فرضی

(a. s.) : farz, takdir va tahmin usûlüne dayanan, ["farazî" yanlıştır]. 

farziyyât

: فرضيات

(a. i. farziyye'nin c.) : (bkz. : farziyye). 

farziyyât-ı gayr-i mümkine

:  

gerçekleşmesi imkânsız olan düşünceler ve incelemeler. 

farziyye

: فرضيه

(a. i. c. : farziyyât) : bir iddiayı aydınlatmak için söylenen ve hükmü kat'î olmıyan, farz ve takdire bağlı bulunan mesele, * varsayımlı, * varsayım, fr. hypothetique, hy-pothese. ["faraziyye" yanlıştır. ]. 

fasâhat

: فصاحت

(a. i.) : güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti. [asıl mânâsı Arapça'da : "köpüksüz hâlis süt" demektir]. 

fasâhat-perdâz

: فصاحت پرداز

(a. f. b. s.) : güzel ve açık konuşan, uzdilli. 

fasd

: فصد

(a. i.) : kan alma. (bkz. : idmâ', hacâmet). 

fâsık

: فاسق

(a. s. fısk'dan. c. : feseka. füssak) : Allah'ın emirlerini tanımıyan, sapkın, günah işliyen, fesatçı, kötülük eden. 

fâsık-ı mahrum

:  

günah işlemeye hazır olduğu halde bir fırsatını bulamıyan. 

fasıl

: فصل

(a. i. c. : fusûl) : 1) (bkz. : fasi). 2) müz. bir bestekârın ayni makamdan bestelediği iki beste. 3) müz. [geniş mânâsiyle] Türk müziğinde klasik bir konser programı. 

fasıl

: فاصل

(a. s. fasl'dan.) : fasleden, ayıran, bölen. Hattı fasıl : iki şeyi birbirinden ayıran çizgi. 

fasıla

: فاصله

(a. i. c. : fevâsıl) : 1) aralık ara. 2) ayıran şey. 3) iki şeyin arasındaki bölme. 

fâsıla-yı kübrâ

:  

gr. dört harekeli ve bir sakin harften meydana gelen beş harfli kelime : (vatanımız) gibi. 

fâsıla-yı saltanat

:  

Yıldırım Beyazıt'in esir düşmesinden sonra Çelebi Mehmed'in padişah olmasına kadar geçen zaman. 

fâsıla-yı sugrâ

:  

gr. üç harekeli ve bir sakin harften meydana gelen dört harfli kelime : (vatanım) gibi. 

fâsid, faside

: فاسد ، فاسده

(a. s. fesâd'dan. c. : fesede) : 1) kötü, fena; yanlış; bozuk. 2) münafık, fesat çıkaran. Bey'-i fâsid : huk. alım satım şartlarında eksiklik olan satış. 

fâsid-ül-mizâc

:  

ahlak ve tabiatın normal durumunu bozan. 

fasih

: فاسخ

(a. s. fesh'den.) : fesheden, iptal eden, bozan, çürüten. 

fâsih-i şirket

:  

şirket fesheden. 

fasih

: فصيح

(a. s. c. : fusahâ) : 1) güzel, düzgün ve açık konuşan, iyi söz söyleme kabiliyetinde olan. [kimse], uzdilli. Kelâm-ı fasîh : düzgün söz. 2) aşikâr, sarih açık. 

fasîh-ül-lisân

:  

düzgün söz söyliyen. (bkz. : talik*). 

fasîh-âne

: فصيحانه

(a. f. zf.) : fasâhatli; fasîh olana yakışacak bir tarzda. 

fasile

: فصيله

(a. i. c. : fasâil) : 1) Sile, anababa. 2) bot. bir cinsten olan nebatların (* bitki) hepsi, familya. 

fasile-i bakliyye

:  

bakla fasilesi, * baklagiller. 

fasîle-i karanfüliyye

:  

karanfil fasilesi, * karanfilgiller. 

fasl

: فصل

(a. i. c. : fusûl) : 1) ayrıntı; ayırma, ayrılma; kesme; kesinti; bölüm. 2) halletme, neticelendirme. 3) aleyhte bulunma, adam çekiştirme. 4) bir kitabın başlıca bölüntülerinden her biri. 5) ed. kelimeler, terkipler ve cümleler arasında bağlantı edatı bulunmadan yazı yazma usulü. 6) muz. bir defada çalınan peşrev, şarkı vesâire-nin hepsi, (bkz. : fasıl2. 7) tiyatro oyununun başlıca kısımlarından herbiri. 8) dört mevsimden herbiri, 

fasl-ı bahar, fasl-ı rebî

:  

bahar mevsimi. 

fasl-ı gül

:  

gül mevsimi, ilkbahar. 

fasl-ı harîf

:  

güz mevsimi. 

fasl-ı hazân

:  

sonbahar, güz. 

fasl-ı müşterek

:  

geo. * arakesit. 

fasl-ı sayf

:  

yaz mevsimi. 

fasl-ı şitâ

:  

kış mevsimi. 9) a) bir bestekârın aynı makamdan bestelediği iki beste île iki semaî; b) geniş mânâsiyle Türk müziğinde klâsik bir konser programı, (bkz. : fasıl2.) 10) iki sathın (* düzey) birleşmesinden meydana gelen çizgi (fasl-ı müşterek). 11) anat. mafsal, vücûdun oynak yerleri. 

fasl-ül-eesed

:  

anat. vücudun mafsalları, oynak yerleri, (bkz. : fasıl). 

fasla

: فصله

(a. i. c. : fasalât) : 1) hurma ağacının fidanı. 2) geo. bir düzlem üzerinde birbirine dik olarak tasavvur edilen kemiyvât-ı vaz'iy-ye mihverleri'nden ufuk hattına amut olanına aynı düzlem üzerindeki bir noktadan indirilmiş dikmenin uzunluğu, [topografyada bu sistem 90 derece farklı olduğundan geometrinin faslası topografyanın tertibi olur, fr. abscisse]. 

fass

: فص

(a. i. c. : fusûs) : 1) yüzük taşı.

fass-ı nigîn

:  

yüzük taşı. 2) badem gibi meyvaların içi. 3) kemiğin oynak yeri. 4) mec. gözbebeği. 

fassâd

: فصاد

(a. i. fasd'dan.) : kan alıcı, kan alan, hacamatçı : cerrah. 

fassâl

: فصال

(a. s. fasl'dan) : herkesin ayıplarını ve kusurlarını diline dolayıp zemmeden, sayıp döken, dedikoducu. 

fassil-i bed-hısil

:  

fena huylu, dedikoducu. 

fâş

: فاش

(f. i.) : meydana çıkma, duyulma, açığa vurma, dile verme, ["fâşetmek" meydana çıkarmak, açığa vurmak, dile vermek, duyurmak]. 

fatânet

: فطانت

(a. i.) : fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaradılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik, (bkz. : fıtnet). 

Fâtıma

: فاطمه

(a. h. i.) : Hz. Peygamberin, ilk zevceleri Hz. Hadîce'den dünyâya gelen, dört kızının en küçüğüdür, [diğerleri : Zeyneb, Ru-kiye, Ümmükülsûm'dur]. Hicretten 18 yıl önce 605 de Mekke'de dünyâya gelmiş. Hicretten 11 yıl sonra, 632 de Medine'de vefat etmiştir. 18 yaşında Hz. Ali ile evlenmiş, Hz. Hasan ve Hüseyin'in Um- mükülsûm ve Zeyneb isimli kızların annesidir. Hz. Peygamber'den sonra ancak 6 ay yaşamıştır. Lâkabı Zehra'dır. 

fâtır

: فاطر

(a. s.) : yaratan, yaratıcı, (bkz. : halik).

fâtır-üs-semâvât

:  

gökleri yaratan; Allah, Kud-ret-i fâtıra. Hakk'ın yaratma kudreti. 

fâtih

: فاتح

(a. s. feth'den) : 1) fetheden, aşan. 

fâtih-i bilâd

:  

beldeler, şehirler fetheden. 

fâtih-ül-ebvâb

:  

kapıların açıcısı; Allah. 2) bir memleket zapteden. 3) h. i. II. Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesi dolayısiyle aldığı târihî lâkap. 

fatiha

: فاتحه

(a. i. c. : fevâtih) : 1) başlangıç, methal, giriş. 2) Kur'ân-ı Kerîm'in birinci sûresi, fatiha sûresi ["elhamd ü lillâhi rabb-il-âle-mîn" diye başlıyan sûre], (bkz. : seb'-ül-mesânî). 

fâtiha-i kelâm

:  

sözün başlangıcı. 

fâtiha-hân

: فاتحه خوان

(a. f. b. s.) : birinin ruhuna fatiha okuyan. 

fâtik

: فاتك

(a. s. c. : füttâk) : fırsat buldukça adam öldüren kimse. 

fâtike

: فاتكه

(a. s. c. : fevâtik) : fırsat buldukça adam öldüren [kız, kadın]. 

fatîm

: فطيم

(a. s.) : sütten kesilmiş [çocuk]. 

fatîn, fatîne

: فطين ، فطينه

(a. s. fıtnat'dan.) : 1) zekî, akıllı, uyanık, anlayışlı, kavrayışlı. 2) [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı. 

fâtin

: فاتن

(a. s. fitne'den.) : fitneci. 

fâtir

: فاتر

(a. s.) : 1) füturlu, durgun, gevşek. 2) az sıcak, ılık olan. 

fatîr

: فطير

(a. i.) : 1) mayasız saç ekmeği, bazlama. 2) bir çeşit pasta. 3) s. olmamış, derecesini bulmamış şey. 

fatk

: فتق

(a. i.) : 1) kırma, yarma, ayırma, çatlatma. 

fatk u ratk-ı umur

:  

işleri düzeltme, yoluna koyma. 2) elbisenin dikişlerini sökme. 3) "kasık yarığı" denilen bir nevî hastalık, [yanlış olarak "fıtık" şekli yaygındır]. 

fatûr

: فطور

(a. s.) : oruç bozacak şey. 

fâyih

: فايح

(a. i.) : kendiliğinden dağılan güzel koku. 

fâyiha

: فايحه

(a. i. c. : fevâyıh) : 1) çiçek ve meyva kokusu. 2) s. güzel kokulu nesne. 

faysal

: فيصل

(a. i.) : 1) kesîn hüküm, karar. 2) keskin kılıç, (bkz. : tîg-i bürrân). 3) hâkim. 4) erkek adı. 

faysal-pezîr

: فيصل پذير

(a. f. b. s.) : bir hüküm kabul eden, hal ve fasi olunabilen, nihayet bulan. 

fazâhat

: فضاحت

(a. i. c. : fazâyih) : edepsizlik, alçaklık, (bkz. : fazîha). 

farâhat-i lisâniyye

:  

utanılacak tarzda söz söyleyiş. 

fazâil

: فضائل

(a. i. fazîlet'in c.) : insanda iyilik etmeğe ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel vasıflar, erdemler, (bkz. : fazilet). 

fazâil-i ahlâk

:  

ahlâk faziletleri. 

fazâil-i âliye

:  

yüksek faziletler. 

fazâil-i asliyye

:  

temel faziletleri, fr. vertus eardinales. 

fazâil-i insâniyye

:  

insanlık faziletleri. 

fazalât

: فضلات

(a. i. fazla4 ün c.) : kazuratlar, necasetler, pislikler, murdarlıklar. 

fazâvih

: فضايح

(a. i. fazîha'nın c.) : (bkz. : fazîha). [Arapça'daki şekli "fazâih" dir]. 

Fazâzet

: فظاظت

(a. i.) : kabalık, sertlik, kötü sözlülük. 

fâzıl

: فاضل

(a. s. c. : fuzalâ) : 1) faziletli, fazî'et sahibi, erdemli; faik, üstün. 2) erkek adı. (bkz. : fâdıl). [müen. "fâzıla" dır. ]. 

fazîh, fazîha

: فضيح ، فضيحه

(a. s.) : 1) utanmaz, rezil. 2) fena, çirkin. Kavl-i fazîh : çirkin, fena söz. 

fazîha

: فضيحه

(a. i. c. : fazâyih) : edepsizliği, alçaklığı gerektiren iş, şey. (bkz. : fazâhat). 

fazîhet

: فضيحت

(a. i.) : (bkz. : fazâhat). 

fazilet

: فضيلت

(a. i. c. : fazâil) : 1) insanda iyilik etmiye ve fenalıktan çekinmiye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, insanın yaradılışındaki iyilik, iyi huy, erdem. 2) kadın adı. 

fazîlet-mend

: فضيلتمند

(a. f. b. s.) : faziletli, erdemli. 

f azîlet-perver

: فضيلت پرور

(a. f. b. s.) : fazîletsever, fazilet sahibi. 

fazl

: فضل

(a. s. c. : fuzûl) : 1) fazla, ziyâde, artık, baki. 2) fazlalık, üstünlük. 3) i. iyilik, fazilet, erdem, lütuf. 4) i. iki sayının birbirinden olan farkları. 

fazl-ı kürevî

:  

astr. mat. bir düzlem üzerinde bulunan üçgenin iç açıları toplamı (200 grat) veya 180 derece olduğu halde, kürevî bir satıh üzerindeki üç noktanın teşkîl ettiği üçgenin iç açıları toplamı dâima (200 grat) veya 180 dereceden fazladır. Bu fazlalık miktarına "fazl-ı kürevî" adı verilir. 

fazl tarîki

:  

huk. vereseden bâzısının diğerini ikrar ve bâzısını inkâr hâlinde yapılan veraset taksîmi. 

fazla

: فضله

(a. s.) : 1) artık, ziyâde, çok, artan. 2) lüzumsuz, gereksiz. 3) ileri. 4) (i. c. : fazalât) : kazurat, pislik. 

fazliyye

: فضليه

(a. i.) : tas. Rufâî tarikatı kollarından biri. [kurucusu Şeyh Seyyid Ce-mâleddin bin Fazl-ı Hindî-i Burhanbûrî'ye nisbetle bu adı almıştır. Şeyh Cemâlettin 941 (1534-1535) de Küçerat'da doğmuş, 1029 (1620) da Burhan-lar'da ölmüştür]. 

fazz

: فظ

(a. s.) : huysuz, kötü sözlü, kaba [adam], 

 

fa

fe

fen

fer

fes

fet

fev

fey

fez

fi

fu