40Muhakkak ki ayırdedme günü onların hepsi için tayin edilmiş bir vakittir. "Ayırdedme günü" kıyâmet günüdür. Bu ismin veriliş sebebi, yüce Allah'ın bu günde insanlar arasında ayırdedici hükmünü vereceğinden dolayıdır. Buna delil yüce Allah'ın: "Akrabanızın da, evladınızın da size hiç faydaları olmaz. Kıyâmet gününde sizin aranızı ayıracaktır" (el-Mümtehine, 60/3) âyetidir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Kıyâmetin kopacağı günde, o günde ayrılıp dağılırlar" (er-Rum, 30/14) âyetidir. Buna göre "yevmu’l-fasl: Ayırdedme günü" herkes için tayin edilmiş olan vakittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki hüküm verip ayırdedme günü belirlenmiş bir vakittir" (en-Nebe', 78/17) Yani o, iyilik yapanın, kötülük yapandan ayırdedilmesi için belirlenmiş bir vakittir. Onların arasında ayırdedici hükmün verilmesi ise, bir kesimin cennete, bir kesimin de cehenneme gitmesi ile ortaya çıkacaktır. Bu âyet, son derece sakındırıcı ve tehdit ihtiva eden bir âyettir. Kıraat âlimleri arasında: "Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" âyetinin: "Muhakkak ki" lâfzının haberi olarak ref ile okunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu edatın ismi ise: " Ayırdedme günü" âyetidir. el-Kisaî veel-Ferrâ'' ise "Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" lâfzının "muhakkak ki" anlamındaki edat ile nasbedilmesi "ayirdetme günü" âyetinin da: "Muhakkak ki" lâfzının haberi konumunda zarf olabileceğini de kabul etmişlerdir. Muhakkak ki onlar için tayin edilmiş olan vakit ayırdedme günüdür, demek olur. 41O günde hiçbir mevlanın, mevlasına bir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez. "O günde hiçbir mevlanın mevlasına bir faydası olmaz" âyetindeki: "O günde" lâfzı daha önce geçen "ayırdedme günü"ndeki "gün"den bedeldir. Mevla; veli demek olup bu da amcanın oğlu ve yardım eden kişi anlamındadır. Yani hiçbir amca oğlu amca oğlunun üzerindeki bir sıkıntıyı gideremeyeceği gibi, hiçbir yakın yakınının, hiçbir arkadaş da arkadaşının sıkıntısını gidermekte faydalı olamayacaktır. "Onlara yardım da edilmez." Yani hiçbir mü’min akrabalığı dolayısıyla kâfire yardım etmeyecektir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki; kimse kimseye hiçbir fayda veremez" (el-Bakara, 2/48) âyetidir. 42Allah'ın rahmet ettikleri müstesna. Şüphesiz ki O, Azizdir, Rahîmdir. "Allah'ın rahmet ettikleri müstesna" âyetindeki: "...leri" âyeti "Onlara yardım edil(mez)"âyetindeki zamirden bedel olarak merfudur. "Hiç kimse kalkmasın, filan müstesna" ifadesinde olduğu gibi. Yahut mübteda olarak da merfu olup haber gizli olabilir. Sanki yüce Allah: Allah'ın rahmet ettiği kimseler müstesna, onların günahları bağışlanır. Yahutta; ona fayda verir ve o kimse şefaat de eder, yardım da eder, denilmiş gibidir. Ya da önce geçen "mevla"dan bedel olabilir. Sanki: Allah'ın rahmet ettiği dışında kimse fayda vermez, denilmiş gibidir. Bu âyet el-Kisaî veel-Ferrâ'ya göre ise munkatı istisna olarak nasb mahallindedir. Ama Allah'ın rahmet ettiklerine gelince, yaratılmışlardan kendilerine fayda sağlayacak kimselere ihtiyaç duyacakları herhangi bir şey ile karşılaşmazlar, demektir. İstisnanın muttasıl olması da mümkündür.Yani mü’minler müstesna, hiçbir yakının yakına faydası olmaz. Onların birbirlerine şefaatçi olmalarına izin verilecektir. "Şüphesiz ki O, Azizdir."Yani düşmanlarından intikam alandır. Dostlarına karşı oldukça merhametli olan "Rahîmdir." Nitekim yüce Allah: "Azâbı çetin ve nimeti pek bol olandır" (el-Mumin, 40/3) âyetinde de vaad ile tehdidi birlikte sözkonusu etmiştir. 43Şüphesiz ki zakkum ağacı, 44O büyük günahkarın yiyeceğidir. 45Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar; 46Kaynar suyun kaynaması gibi. "Şüphesiz ki zakkum ağacı" âyeti ile ilgili nerede vakıf yapılacağı hususunda İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında: "Şecere: ağaç"ın sözkonusu edildiği her yerde vakıf "he" ile yapılır. Bundan tek istisna ed-Duhan Sûresi'ndeki: "Şüphesiz ki zakkum ağacı o büyük günahkarın yiyeceğidir" âyetidir. "Büyük günahkar" Ebû'd-Derda'nın açıklamasına göre: "Facir(çokça günah işleyen)" demektir. O veİbn Mes’ûd da böyle okumuşlardır. Hemmam b. el-Haris dedi ki: Ebû'd-Derda bir adama: "Şüphesiz ki zakkum ağacı, o büyük günahkarın (el-esim) yiyeceğidir" âyetini okutuyor, ancak adam(el-Esim yerine) "el-yetim" diyordu. Bu kelimeyi anlayamayınca ona "taamu'l-facir: çok günahkarın yiyeceğidir" diye söyledi. Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: Bana babam anlattı, bize Nasr anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ubeyd anlattı dedi ki: Bize Nuaym b. Hammâd , Abdu’l-Aziz b. Muhammed'den naklen anlattı. O İbn Aclan'dan, o Avn b. Abdullah b. Utbe b. Mesud'dan dedi ki: Abdullah b. Mesud bir adama: "Şüphesiz ki zakkum ağacı O büyük günahkarın yiyeceğidir" âyetini(okumayı) öğretiyordu Adam(taamu’l-esim: büyük günahkarın yiyeceği) diyecek yerde: "taamıTl-yetim (yetimin yiyeceğidir)" diyordu. Abdullah ona doğru şekli tekrarladıkça, adam da yanlış şekli tekrarladı. Abdullah bu adamın dilinin doğruyu telaffuz edemeyeceğini görünce ona: Sen taamu'l-facir diyebilir misin? diye sordu, o da: Evet deyince, o halde böyle oku, dedi. Ancak bunda sapık cahil kimselerin lehine Kur'ân-ı Kerîm'deki bir ifadeyi bir başkası ile değiştirmek caizdir, şeklindeki görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu sadece Abdullah'ın öğrenciye özel bir uygulaması ve daha sonraları doğruya tekrar dönebilmesi için yüce Allah'ın indirmiş olduğu ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bize bildirmiş olduğu lâfzı bizzat söyleyerek hak olanı kullanabilmesi için bir hazırlık idi. ez-Zemahşerî dedi ki: İşte bu, eğer manasını ifade ediyor ise bir kelimenin yerine bir başka kelimeyi değiştirmenin câiz olduğuna delil gösterilmektedir. Burdan hareketleEbû Hanife belli bir takım şartlarla birlikte Farisice okumayı câiz kabul etmiştir. Bu şart da şudur: Okuyan kişi manalarını herhangi bir şey kaçırmaksızın mükemmel şekliyle ifade edebilmelidir.(Hanefi âlimleri) derler ki: Bu şart âdeta cevaz vermemek gibi bir caizliktir. Çünkü Arap dilinde özellikle de fasahatıyla görülmemiş düzeni ve üslubu ile mucize olan Kur'ân-ı Kerîm'de öyle bir takım anlam incelikleri ve maksatları vardır ki Farsça veya başka hiçbir lisan bunu tek başına ifade edemez. EsasenEbû Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Farsçayı iyi bilen birisi değildi. Dolayısıyla onun bu ifadesi bir tahkik ve bir basirete binaen kullanılmış bir ifade değildir. Ayrıca Ali b. el-Ca'd'dan,Ebû Yusuf'tan, o daEbû Hanife'den Farsça kıraati reddetmek konusunda iki arkadaşı (Ebû Yusuf ve Muhammed)'in görüşü gibi bir görüş de rivâyet etmektedir. Zakkum ağacı yüce Allah'ın cehennemde yaratmış olduğu ve "lanetlenmiş ağaç: eş-şeceretu’l-mel'une" ismini verdiği bir ağaçtır. Cehennemlikler acıktılar mı o ağaca sığınırlar, ondan yerler. Bu sefer karınlarında sıcak suyun kaynaması gibi kaynamaya başlar. Yüce Allah bu ağaçtan karınlarına giden şeyleri erimiş madene benzetmektedir ki, bu da eritilmiş bakır demektir. "Kaynar" anlamındaki âyet, genellikle ağaca hamledilerek diye okunmuştur. Fakat İbn Kesîr, Hafs, İbn Muhaysın, Yakub'tan Ruveys yemeğe hamlen "ye" ile okumuşlardır. Bu da anlam itibariyle ağaç hakkındadır. "Erimiş maden"e hamledilemez. Çünkü o benzetmek için zikredilmiştir. "Büyük günahkar" çokça günah işlemiş kimse demektir ki: "Günah işledi, işler" kökünden gelmektedir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî ve İbn Îsa yapmışlardır. Bu kişinin günah kazanan müşrik olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Yahya b. Sellam yapmıştır. es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: "Adam günah işledi" denilir. Bu şekilde günah işleyen kimseye de: "Günahkar" denilir. O halde: "O, büyük günahkarın yiyeceğidir"âyeti: pek büyük günahkar kişi olanın yiyeceğidir, demek olur ki, bu kişi de Ebû Cehil'dir. Çünkü o şöyle demiştir: Muhammed cehennemde zakkum olduğunu söyleyerek bizi tehdit etmektedir. Halbuki onun o dediği tereyağı ve hurmadan tirit yapmaktır. Yüce Allah da onun dediğinin aksini açıklamaktadır. en-Nekkaş'ın, Mücahid'den naklettiğine göre zakkum ağacı Ebû Cehil'dir. Derim ki: Bu açıklama Mücahid'den sahih olarak rivâyet edilmemiştir. Ayrıca bu daha önce es-Saffat Sûresi (37/63. âyet) ile el-İsra Sûresi (17/60. âyet)de sözünü ettiklerimiz ile de reddedilecek bir görüştür. 47"Yakalayın onu! Sürükleyerek götürün cehennemin ortasına! 48"Sonra da, o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!" "Yakalayın onu!" Yani zebanilere: Onu yakalayın, denilecek. Kasıt o çok günahkar kişidir. "Sürükleyerek götürün..." Yani onu çekip sürükleyin, götürün. "Bir adamın yakasından tutup onu çekiştirmek" demektir.Yani böyle bir kimseyi bir hapishaneyeya da başına bir bela getirmek maksadıyla götürmek üzere kendine doğru çekmek demektir. "Adamı şiddetlice çektim, çekiyorum" demektir. "Çekilen adam" demektir. Şair bir atı nitelendirirken şunları söylemektedir: "Dizginlerini güzelce çekeriz, ama şiddetlice kendimize doğru çekmeyiz." Bu lâfız şeklinde hem "lam", hem "nun" ile kullanılır. Bu açıklamayı İbn es-Sikkît yapmıştır. Kûfeliler ileEbû Amr: "Sürüyerek götürün onu" diye kesreli okumuşlardır, diğerleri ise (lam harfini) ötreli okumuşlardır. "Cehennemin ortasına! Sonra da o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!" Mukâtil dedi ki: Cehennemin bekçisi olan Malik demirden bir tokmak ile Ebû Cehil'in başına öyle bir darbe indirir ki, kafatası beyninin üzerinden ayrılır ve darmadağın olur. Beyni vücudundan aşağıya akar. Sonra melek, hararetini karnında hissedeceği şekilde üzerine sımsıkı bir su döker. Melek ona: Tat azâbı! diye hitab eder. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Başları üzerinden gayet kaynar su dökülür" (el-Hac, 22/19) âyetidir. 49"Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin. "Tat bakalım! Çünkü sen, güçlü ve değerli imişsin" âyeti hakkında İbnu'l-Enbarî şöyle demiştir: "Çünkü" lâfzının esreli okunacağı konusunda herkes icma etmiştir.el-Hasen'den, rivâyet edildiğine göre ise, oAli (radıyallahü anh)den üstün ile okuduğunu rivâyet etmiştir.el-Kisaî de böyle okumuştur. Kesreli okuyanlar: "Tat bakalım" üzerinde vakıf yaparlar, üstün okuyanlar ise burada vakıf yapmazlar. Çünkü: " Tat bakalım. Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin!" anlamındadır. Katade dedi ki: Ayet-i kerîme Ebû Cehil hakkında inmiştir, o: Orada benden daha güçlü ve benden daha değerli kimse bulunmayacaktır demiştir. İşte bundan dolayı kendisine: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" denilecektir. İkrime de şöyle demiştir: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Cehil karşılaştılar. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Allah bana sana karşı: Bu, senin için daha da öncelikle sözkonusudur, dememi emretti. Bunun üzerine Ebû Cehil: Beni neyle tehdit ediyorsun? Allah'a yemin edeyim, sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız. Çünkü ben şüphesiz bu vadide en güçlü olan ve kavmi arasında en çok değer verilen kimselerdenim, demişti. Yüce Allah'ın takdiri gereği Bedir gününde öldürüldü, Allah onu zelil etti ve bu âyet-i kerîme nazil oldu.Yani melek ona: Tat bakalım, çünkü sen kendi kanaatine göre güçlü ve değerli imişsin, diyecektir. Bunun hafife almak, azarlamak, alay etmek, hakir düşürmek ve değerini küçümsemek anlamında söylenecek bir söz olduğu da söylenmiştir.Yani: Şüphesiz ki sen zelil ve hakir kılınan bir kimsesin. Bu da (bu anlamı ile) Şuayb kavminin, Şuayb'a: "Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin" (11/87) derken, ona -önceden de geçtiği üzere açıklamalardan birisine göre-; sen akılsız ve cahil bir kimsesin kastı ile bu sözü söylemiş olmalarına benzer ki; bu açıklama da Said b. Cübeyrin açıklamasıdır. 50"Muhakkak ki bu, sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir." "Muhakkakk ki bu sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir." Yani melekler onlara: Muhakkak ki bu, siz dünyada iken hakkında şüphe edegeldiğiniz şeydir, diyeceklerdir. 51Takva sahibleri ise, muhakkak emin bir makamdadırlar. Yüce Allah kâfirlerin kalacakları yeri ve azaplarını sözkonusu ettikten sonra "Takva sahibleri ise muhakkak emin bir makamdadırlar" âyetinde mü’minlere yapılacak ikramları ve nimetleri sözkonusu etmektedir. "...bir makamdadırlar" âyetini Nafî ve İbn Amir "mim" harfini ötreli olarak diye okumuşlardır, diğerleri ise "mim" harfini üstün okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: "Mim" harfi ötreli olarak, "mekan ve ikamet etmek" anlamlarına gelir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "O diyarda konaklanılan yerde ikamet olunan yerde de izler silinip gitti." el-Cevherî dedi ki: Bu iki söyleyişin bazan herbirisi de ikamet etmek anlamına gelebilir, bazan da kalınan yer anlamında olabilir. Çünkü biz bunu: " Kalktı, kalkar" fiilinden gelmiş kabul edersek, "mim'" harfi üstün olmalıdır. Eğer: "İkamet etti, ikamet eder" şeklinden geldiğini kabul edersek, "mim" harfi ötreli okunur. Çünkü fiil kök itibariyle üç harften fazla oldu mu; mekan isminin "mim" harfi ötreli gelir. Çünkü böylece o dört harfli fiillere benzemiş olur. “Yuvarladı" fiilinden " Bu bizim yuvarlanma yerimizdir" demek gibi. "mim" harfi üstün okunursa, bulunulan yer ve meclis anlamına geldiği, ötreli olduğu takdirde ise, mekanın kastedilebildiği de söylenmiştir. Mastar olması da mümkündür. Bu durumda onun için bir muzaf takdir edilir. İkamet yerinde... demek olur. "Emin" içinde afetlerden emin olunan bir yer demektir. 52Cennetlerde ve pınarlardadırlar. "Cennetlerde ve pınarlardadırlar"âyeti, "emin bir makamdadırlar" âyetinden bedeldir. 53İnce ve kalın ipeklerden giyerler. Karşılıklı otururlar. "İnce ve kalın ipekten giyerler, karşılıklı otururlar." Yani biri diğerinin sırtına bakmaz, yüzyüze bakarlar. Nereye dönerlerse, meclisleri de öylece onlarla birlikte döner. "Sundus" ince ipek, "istebrak" de kalın ipek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (19/31- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 54İşte böyle. Hem Biz huru’l-în'i de kendilerine eş yaptık. "İşte" durum sözünü ettiğimiz şekliyle "böyle" dir. Bu durumda: " İşte böyle" üzerinde vakıf yapılır. Bunun, Biz onları cennete koyduğumuz ve daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri yaptığımız gibi, onlara huru’l-în'i de eş yapmak suretiyle ikramda bulunduk, anlamında olduğu da söylenmiştir. "în"e dair açıklamalar daha önceden es-Saffat Sûresi'nde (37/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "el-Hur" ise Katade ve genelin açıklamasına göre beyaz tenli kadınlar demektir, çoğuludur. Bu ise elbiselerinin arkasından bile bacakları görülen beyaz kadın demektir. Ona bakan ayak topuğunda yüzünü görür, tıpkı ayna gibi. Bu da derisinin inceliğinden, teninin parlaklığından ve renginin oldukça arı oluşundan dolayıdır. Bu te'vilin deliliİbn Mes’ûdun: "Kırmızıya çalan beyaz tenli iri gözlülerle..." şeklindeki okuyuşudur. Ebû Bekr el-Enbarî şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. el-Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Ammar b. Muhammed anlattı, dedi ki: Ben Mansur b. el-Mutemir'in arkasında namaz kıldım. Ha, Mim. ed-Duhan Sûresi'nde; " (Huru’l-în'i diyecek yerde) îsi în'i de kendilerine eş yaptık. Onlar orada ilk ölümden başka ölümün tadını tatmazlar." diye okudu. "îs" ise beyaz tenliler demektir. Bundan dolayı beyaz renkli develere de "îs" denilmiştir. Tekili ise: " Beyaz tüylü erkek deve" ile "Beyaz tüylü dişi deve" şeklinde gelir. İmruu’l-Kays da şöyle demiştir: "Sesimi işittiler mi hemen sesime kulak kabartırlar, Gebe kalmayan genç dişi devenin beyaz tüylü erkek devenin sesine kulak verdiği gibi." Burada "el-hur", oldukça güzel ve parlak beyaz tenliler demektir. İbnu'l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Ma'mer, Ebû İshak'dan haber verdi. O Amr b. Meymun el-Evdî'den, o da İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğini nakletti: Huru'l-în'den olan bir kadının bacağının kemik iliği, etin ve kemiğin ötesinden yetmiş elbise altından görülür. Tıpkı beyaz cam içindeki kırmızı şarabın görüldüğü gibi. Mücahid dedi ki: "Hur"a bu adın veriliş sebebi güzellikleri, beyazlıkları ve ten renklerinin saflığı sebebiyle, kendilerine uzun boylu bakılamadığından dolayıdır. Onlara bu ismin veriliş sebebinin gözlerindeki ileri derecedeki beyazlık olduğu da söylenmiştir. İleri derecede beyazlık anlamı verilen: "Gözün siyahının oldukça siyah olmakla birlikte, beyazının da oldukça beyaz olması" demektir. "Gözünün beyazı oldukça beyaz ve bu beyazlığı da açıkça görülen kadın" demektir. Mesela: "Gözünün beyazı oldukça beyaz oldu" ve: " şey oldukça beyaz oldu" denilir. el-Esmaî dedi ki: Ben gözde haver (beyazlık)ın ne olduğunu bilemiyorum. Ebû Amr da şöyle demiştir: Haver gözün tamamının tıpkı ceylan ve ineklerin gözleri gibi siyah olmasıdır. Fakat Âdemoğullarında haver yoktur. Kadınlara "huru’l-în" denilmesinin sebebi -bu yönleriyle- ceylanlara ve ineklere benzediklerindendir. el-Accac şöyle demiştir: "Son derece haverli hur gözlerle..." O bu ifadeleriyle beyazlan katıksız beyaz ve gözbebeklerinin etrafı oldukça siyah olanları kastetmektedir. "el-în" kelimesi çoğuludur. Bu da gözleri iri ve geniş demektir. Ebû Hüreyre(radıyallahü anh)'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Huru'l-în'in mehirleri avuçlarla hurma (vermek) ve ekmek parçaları (infak etmek)dır."Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helâk ettiğimiz kimseler mi? Ebû Kirsafe'den: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Çöplerin mescidden dışarıya çıkartılması huru'l-în'in mehirleridir."Deylemi, Firdevs, II, 221 (Ebû Ümame'den); Zehebi, Müzanu'l-İ'tidal, nden Ömer b. Subh'un metruk hatta kezzab(çok yalancı) bir ravi olduğunu" belirtmektedir; İbn Adiyy, el-Kamil, V, 25, "Ömer b. Subh'un rivâyetleri münkerdir" (V, 24). Enes (radıyallahü anh)'dan da rivâyete göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mescidleri süpürmek huru'l-în'in mehirleridir."Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, II, 9, "senedinde meçhul (tanınmayan) raviler bulunduğu' kaydıyla. Bunu es-Sa'lebî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Biz de "et-Tezkire" adlı eserimizde bu hususa bağımsız bir bölüm ayırmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Cennette Âdemoğullarından olan kadınlar mı yoksa huriler mi daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. İbnu'l-Mübarek şöyle bir rivâyet zikretmektedir: Bize Rişdin, İbn En'um'den haber verdi. O Hibban b. Ebi Cebele'den dedi ki: Âdemoğulları kadınları arasından cennete girenler dünyada işledikleri ameller sebebiyle huru'l-în'den üstün kılınmış olacaktır.Deylemi, Firdevs, III, 299. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e merfu olarak da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Âdemoğullarından olan kadınlar huru'l-în'den yetmişbin kat daha üstündürler." Huru'l-în'in daha faziletli olduğu da söylenmiştir. ÇünküPeygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) duasında: "Ve sen ona hanımından daha hayırlı bir eş ver." diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Huru'l-ıyn"i âyetini İkrime şeklinde izafet ile okumuştur. Bunun izafet ile de tenvin ile de okunması aynıdır. 55"Onlar orada güven içinde her türlü meyveden isterler." Katade dedi ki: Ölümden, yorgunluktan ve şeytandan yana "güven İçinde" olacaklardır. İçinde bulundukları nimetlerin kesileceğinden yana ya da o nimetleri yiyeceklerinden ötürü herhangi bir rahatsızlık veya hoşlarına gitmeyen bir şeyin kendilerine isabet edeceğinden yana, güven içinde olacaklardır, diye de açıklanmıştır. 56Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar. Onları cehennem azabından korumuştur. 57Rabbinden bir lütuf olarak. İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir. "Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar." Yani onlar orada hiçbir şekilde ölümü tatmazlar, çünkü orada ebedi kalıcıdırlar. Daha sonra da: "İlk ölümden başka" diye munkatı, bir istisna ile istisnada bulunmuştur ki; bu da; şu kadar var ki, ilk ölümü zaten dünyada iken tatmışlardı, demektir.Sîbeveyh şu beyiti zikretmektedir: "Falicin ayrılıp gitmesi için elini çabuk tutanların, Sağmal develeri hem uyuz oldular, hem de gudde çıkardılar." Daha sonra, birincisinden olmayan türüyle(munkatı') istisnada bulunarak şöyle demiştir: "Sizin yitirdiğiniz o Naşire gibisinden başka, Ki o, yetişkinliğinde ve besleyiciliğinde bir dal gibidir." Buradaki istisna edatının "sonra" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: " Senin yanındaki bir adamdan başka bugün hiçbir kimseyle konuşmadım" derken, "senin yanındaki adamdan sonra" demektir. Buradaki istisna edatının: “Başka, dışında" anlamında olduğu da söylenmiştir. Dünyadaki ölümleri dışında bir ölüm(tatmazlar) demektir. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesnadır." (en-Nisa, 4/22) Bu da bir kimsenin: Ben dün yediklerim dışında bugün yemeğin tadına bakmış değilim, demesine benzer. el-Kutebî dedi ki: "İlk ölümden başka" ifadesinin anlamı şudur: Mü’minin ölümü yaklaştığında rahmet melekleri onu karşılar ve o rahatlıkla ve hoş kokularla karşı karşıya kalır. Cennete götüren sebepler onun vasfı olduğundan dolayı onun ölümü cennette olur. Buna göre bu sahih (muttasıl) bir istisna olur. Ölüm tadına bakılmayan bir arazdır, fakat tadı hoşlanılmayan bir yemek gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı istiare yoluyla ölüm için "tatmak" vasfı kullanılmıştır. "Onları cehennem azabından korumuştur. Rabbinden bir lütuf olarak." Yani yüce Allah onlara lutufta bulunarak bu işi onlara yapmıştır. Buna göre: "Bir lütuf olarak" lâfzı mastar olup "isterler" anlamındaki fiil onda amel etmiştir. Onda amel edenin "onları... korumuştur" anlamındaki fiil olduğu da söylenmiştir, gizli bir fiilin amel ettiği de söylenmiştir. Bundan önceki ifadenin anlamının onda amel ettiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu işi onlara lütfederek vermiştir. Zira dünyada iken kendileri sebebiyle cennete girecekleri amellerde bulunmaya onları muvaffak kılmıştır. "İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir." En büyük mutluluk kâr ve kurtuluş budur, demektir. İfadenin: "Şu işe nail oldu. onu ele geçirdi" tabirinden geldiği de söylenmiştir. 58"Muhakkak Biz onu öğüt alırlar diye senin dilin ile kolaylaştırdık." "Muhakkak Biz onu" Kur'ân-ı Kerîm'i "öğüt alırlar" ve böylelikle kötülüklerden vazgeçerler "diye senin dilin ile kolaylaştırdık." Yani hem sana, hem de okuyacak olanlara kolaylaştırdık. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şuâyetleridir: "Yemin olsun ki Biz bu Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?" (el-Kamer, 54/7, 22, 32, 40. âyetler) Böylece yüce Allah -önceden- sûrenin baş taraflarında: "Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik." (ed-Duhan, 44/3) ile "Şüphesiz ki Biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1) âyetinde olduğu gibi; kendisinden ismen sözedilmemiş olsa bile Kur'ân'a tabi olmaya teşvik ile sûreyi sona erdirmektedir. 59O halde gözetle! Çünkü onlar da gözetlemektedirler. "O halde gözetle. Çünkü onlar da gözetlemektedirler." Yani yüce Allah'ın sana vaadetmiş olduğu onlara karşı zafer kazanmayı gözetle! Onlar da senin ölümünü beklemektedirler. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir. Bir diğer açıklamaya göre: Sen Rabbinden gelecek zaferi bekle! Onlar da kendi kuruntulan ile senin kahrolmanı gözetlemektedirler. Allah senin ile onlar arasında hüküm verinceye kadar bekle! Çünkü onlar da senin başına gelecek kötü musibetleri gözetlemektedirler. Anlamlar birbirine yakındır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Benim sana vaadetmiş olduğum sevap ve mükâfatı gözetle! Onlar da Benim kendilerine vaadetmiş olduğum cezayı gözetleyenlere benzemektedirler. Sen kıyâmet gününü gözetle! O ayırdetme günüdür. İsterse onlar kıyâmetin gerçekleşeceğine inanmasınlar; diye de açıklanmıştır. Böylelikle onlar gözetleyenler gibi değerlendirilmiş olmaktadırlar. Çünkü onların varacakları akıbet budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. |