19Ve: "Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum" diyerek. "Ve Allah'a karşı üstünlük taslamayın." Ona karşı büyüklenmeyin, Ona itaat etmeyi büyüklüğünüze yedirmemezlik etmeyin. Katade: Allah'a karşı haddi aşmayın, diye; İbn Abbâs: Allah'a karşı iftirada bulunmayın, diye açıklamıştır. Haddi aşmak (bağy) ile iftira arasındaki farka gelince; haddi aşmak fiilen olur, iftira söz ile olur. İbn Cüreyc: Allah'a karşı büyüklenmeyin, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam da: Allah'a ibadete karşı büyüklük taslamayın (yani büyüklenerek ibadet etmemezlik etmeyin), demiştir. (İbn Cüreyc'in) açıkladığı şekliyle büyüklenmek (tazim) gücü yeten kimsenin haksızlığa kalkışmasıdır. İstikbar (büyüklük taslamak) ise değersiz olanın üstünlük ve yücelik taslamasıdır. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir. "Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum." Katade: Apaçık bir gerekçe getiriyorum, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam ise apaçık bir belge demiştir. Anlam birdir ki, bu da apaçık bir burhan(delil, belge) demektir. 20"Ve muhakkak ki ben, beni taşlamanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım." Sanki onlar kendisini öldürmekle tehdit etmişler de bunun üzerine Allah'a sığınmış gibidir. Katade dedi ki: "Taşlamanızdan" âyeti taşla beni öldürmenizden demektir.İbn Abbâs: Bana hakaret edip bu yalancı bir sihirbazdır, demenizden... diye açıklamıştır. Nafî',İbn Kesîr, İbn Amir, Âsım ve Yakub:" Sığındım" derken, "zelr harfini izhar(açık) ile okumuştur. Diğerleri ise idganı etmişlerdir. İdgam tahfif (daha kolay okunması) maksadı iledir, izhar ile okumak ise, asla uygun olandır. "Ben Allah'a sığındım" şeklinde mazi (geçmiş zaman) kipi kullanmasının sebebi, yüce Allah'ın kendisine: "Size ulaşamayacaklardır" (el-Kasas, 28/35) diye söz vermiş olmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre: "Ben sığınıyorum" demek: "Allah adına senden istedim, Allah adına sana yemin verdim" derken bunu "...istiyorum... veriyorum" anlamında kullanılmasına benzer. 21"Eğer bana îman etmiyor iseniz, o halde benden uzak durun." "Eğer bana îman etmiyor iseniz"beni doğrulamıyor ve getirdiğim delil dolayısı ile Allah'a îman etmiyor iseniz... demektir. Buna göre: " Bana" lâfzındaki "lam" lam-ı ecl (dolayısıyla anlamını veren lam)dir. Eğer bana îman etmiyorsanız, demek olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Bunun üzerine kendisine Lut îman etti." (el-Ankebut, 29/26) âyeti gibidir ki... "...ona..." demektir. "O halde benden uzak durun." Yani şirkiniz ile bana zarar vermeyin, beni bırakın. Ne benim lehime, ne de aleyhime olun. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Âyetin, Allah aramızda hüküm verinceye kadar siz benden uzak durun, ben de sizden uzak duracağım, demek olduğu da söylenmiştir. Beni serbest bırakın ve bana eziyet vermeyin, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 22Rabbine: "Şüphesiz bunlar günahkar bir topluluktur" diye dua etti. "Rabbine... dua etti" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır.Yani onlar kâfir oldular. O da Rabbine... dua etti, demektir. "Şüphesiz bunlar" âyetindeki: ": Şüphesiz" lâfzında hemze üstündür. Bu da " Bunlar... diye" demektir. "Günahkar bir topluluk" şirk koşan bir topluluk demektir. Onlar İsrailoğullarını serbest bırakmadıkları gibi, îman da etmediler. 23(radıyallahü anhbbi buyurdu ki): "O halde geceleyin kullarımı al, götür. Muhakkak ki siz takib olunacaksınız." Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Mûsa (aleyhisselâm)'ın Kabul Edilen Duası: "O halde geceleyin" sabah olmadan önce "kullarımı al, götür." Biz onun duasını kabul ettik ve ona kullarımıyani İsrailoğullarından Allah'a îman eden kimseleri al götür, diye vahyettik. "Muhakkak ki siz takib olunacaksınız." "Geceleyin al götür" anlamındaki âyeti Hicazlılar: şeklinde vasl elifi ile okumuşlardır. İbn Kesîr de böyle okumuştur ki bu: “Yürü" kökünden gelmektedir. Diğerleri ise diye kat' ile ve: " Yürüttü" kökünden gelen bir fiil olarak okumuşlardır Hicazlıların ve diğerlerinin okuyuşuna göre anlam: "...onlarla gir şeklinde verilebilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (Hud Sûresi, 11/81. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Fir'avun'un, Mûsa'nın arkasından çıkışına dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara (2/50. âyet), el-Araf(7/137-138. âyetler), Tâ-Hâ(20/77-79. âyetler), Şuara(26/52. âyet ve devamı) ile Yûnus(10/90) sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. Yine buralarda Fir'avun'un suda boğulup Mûsa'nın kurtarılışından da sözedilmişti. Tekrarlamanın anlamı yoktur. 2- Geceleyin Yolculuk Yapmanın Sebebi: Yüce Allah Mûsa(aleyhisselâm)'a geceleyin yola çıkmasını emretmiştir. Geceleyin yolculuk yapmak da çoğunlukla korku sebebiyle olur. Korku da iki sebebten dolayı olur. Ya düşmandan korkulur, bu durumda gece örtülerini indiren bir örtü edinilmiş olur, bu da yüce Allah'ın örtülerinden birisidir. Yahutta bineklere ve yolculuk yapanlara sıcaklık yahut kuraklık sebebiyle zorluk olur korkusu ile gece yolculuk yapılır. Bu durumda gece yolculuk yapılarak maslahat gerçekleştirilmiş olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ihtiyaca ve maslahatın gereğine uygun olarak, tüm gece boyunca yolculuk yapardı. Gecenin ilk vakitlerinde de yolculuk yaptığı olurdu. Kimi zaman hale riayet ederek şefkatle yol alır, kimi zaman da acele ederdi. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bol mahsulü olan yerlerde yolculuk yaptığınız vakit, develere yerden paylarını veriniz. Kurak yerlerde yolculuk yapacak olursanız, o zaman güçlerinin bir kısmı henüz kendilerinde var iken yerinize ulaşmaya bakınız." Müslim, III, 1525;Tirmizi, V, 143;Ebû Davud, III, 28;Müsned, II, 337 Bu daha önce en-Nahl Sûresi'nin baş taraflarında(16/7. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.Yüce Allah'a hamdolsun. 24"Denizi de olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur." " Açık" lâfzını İbn Abbâs yol diye açıklamıştır. Ka'b ve el-Hasen de böyle demiştir. Yine İbn Abbâs'tan, açık yol demek olduğu nakledilmiştir, ed-Dahhak ve er-Rabî düz olarak, İkrime kuru olarak diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Onlar için denizde kupkuru bir yol aç" (Ta-Ha, 20/77) diye buyurmuştur. Bunun "ayrı" anlamında olduğu da söylenmiştir.Mücahid arada bir boşluk bırakacak şekilde ayrı diye açıklarken, yine ondan kuru anlamına geldiği de nakledilmiştir. Sakin ve hareketsiz diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir. Dilde bilinen anlamı budur.Katade ve el-Herevî de böyle demişlerdir. Başkaları ise, arasında boşluk bulunan ayrı diye açıklamışlardır. İbn Arafe şöyle demektedir: Lâfızları ayrı olsa bile manaları birdir. Çünkü denizin akması durdu mu ayrılır ve boşluk olur. İşte denizin akması böylece durdu ve Mûsa için ayrılmış oldu. Araplara göre: "Sakin" demektir. Mesela: "Atlar sükunetle geldiler" demektir. Şair de şöyle demiştir: "Atlar dizginleriyle sükunetle hızlıca yol alıyorlar, İri damlalar yağdıran ve dolusuda olan buluttan kurtulan kuş gibi." el-Cevherî dedi ki: "Bu işi sükunetle yap" anlamında denilir, " Sakin ve müreffeh bir yaşayış"; "Develerin su içtikleri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük arazi"yi anlatmak için kullanılır. "Deniz sakinleşti" demektir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar" demektir.Yüce Allah'ın: "Denizi de olduğu gibi açık bırak"âyeti da buradan gelmektedir. "Kolay yol alış" demektir. "Atlar sükunetle geldi" denilir. İbnu'l-A'rabî dedi ki: "Yürüyüşte zorluk çıkarmadı, çıkarmaz" demektir. el-Katamî de binekleri nitelendirirken şunları söylemektedir: "Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun için ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar." "Yüksekçe bir yer" demektir. Aynı şekilde içinde suyun toplandığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lâfızlardandır. Ebû Ubeyd dedi ki: "Bir kavmin kaldığı yerde yağmur ve başka suların içine aktığı yuvarlak ve çukurca yer" demektir. Hadîs-i şerîfte de: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evin etrafındaki boşlukta, yolda iki ev arasındaki yolda, evin arka tarafında ve: "Çukur yerde" şuf'a bulunmadığına hükmetmiştir İbnul-Esir, en-Nihaye, II, 258, 285. denilmektedir. Çoğulu ...diye gelir. en-Nadr b. Şumeyl'in naklettiğine göre: "Ferci geniş kadın" demektir. Yine bu kelime bir çeşit kuşun da adıdır. Denildiğine göre bu turna kuşudur. el-Herevî dedi ki: Buradaki "açık" lâfzının Mûsa'nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. Sükunetle yavaş yavaş yürü, demek olur. O halde bu Mûsa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış haliyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini verme ki, Fir'avun ve kavmi de içine girsin. Katade dedi ki: Mûsa denizi aştıktan sonra tekrar eski haline gelsin diye asasıyla denize vurmak istedi. Fir'avun'un peşinden gelmesinden korkmuştu. İşte bundan dolayı ona bu emir verildi. Bu kelimenin "sükunet"den gelmeyip, iki şey arasındaki açıklık ve boşluk anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: " İki ayağın(adımların) arasını açtı" denilir. Buna göre bu, açık ve birbirinden ayrı demek olur. el-Leys dedi ki: "Sükunetle yürümek" demektir. "Sükunetle yürüdü, yürür, sükunetle yürümek" denilir ki böyle yürüyen kişiye -ism-i fail denilir. " Rahat ve sakin bir yaşayış" demektir. " Sen bu işi zorluksuz ve sükunet ile yap!" anlamındadır ki bu anlamı az önce zikretmiş bulunuyoruz. "Çünkü onlar" yani Fir'avun ve kavmi "boğulacak bir ordudur." Yüce Allah kalbi sükun bulsun diye bunu Mûsa'ya haber verdi. 25Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı; 26Nice ekinleri ve değerli konakları; "Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı. Nice ekinleri ve değerli konakları" âyetindeki: "Nice" çokluk bildirmek içindir. Bu âyet-i kerimelerin anlamına dair açıklamalar, daha önceden eş-Şuara Sûresi'nde (26/57-58. âyetlerin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. 27Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de. "Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de" âyetindeki:"nun" harfinin üstün ile gelmesi, nimet içinde bulunmak demektir. -Aynı kökten olmak üzere-: "Allah ona nimet ihsan etti" denilir. "Ona nimet verdi, o da nimetten yararlandı" demektir. "Nimet içinde kadın" anlamındadır. "Nimet" şeklinde - "nun" harfi esreli olarak- iyilik, ihsan, lutufta bulunmak ve bir kimseye ihsan olunan nimet olarak verilen şey demektir, ) da böyledir. Eğer "nun" harfi üstün olarak okunursa, o vakit(mim harfinden sonra) med ile; " Bol nimetler" denilir, de -anlam bakımından-onun gibidir. "Filanın malı çoktur" demektir. Bütün bu açıklamaları el-Cevherî'den naklettik. İbn Ömer dedi ki: Burada "nimet"ten kasıt, Mısır Nil'idir. İbn Lehia ise el-Feyyum"dur, demiştir. İbn Ziyad'a göre hayırlarının çokluğu dolayısıyla Mısır topraklarıdır. İçinde bulundukları bolluk ve rahatlık olduğu da söylenmiştir. Bu kelime -"nun" harfi hem üstün, hem de esreli olarak- hem diye hem) diye kullanılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bu iki lâfız arasındaki fark iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre "nun" kesreli olursa, sahib olunan mülk hakkında kullanılır. Üstün olarak kullanılırsa beden ve din anlamında kullanılır. Bu açıklamalan en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır. İkinci açıklamaya göre "nun" harfi kesreli olursa, minnet ve ihsan ve bağış demektir. Üstün ile okunursa, geniş yaşayış ve rahatlık anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Ziyad yapmıştır. Derim ki: es-Sıhah'ta ifade edilen fark da aynen böyledir, biz de onu zikretmiş bulunuyoruz. Ebû Reca, el-Hasen, Ebû'l-Eşheb, el-A'rec, Ebû Cafer ve Şeybe "zevk ve safa sürdükleri" anlamı verilen kelimeyi elif siz olarak: diye okumuşlardır ki, bu şımarık ve azgın halde oldukları... demektir. el-Cevherî dedi ki: "Gönlü hoş, çok şakacı adam" demektir. Böyle olana: denilir. Aynı zamanda "şımarık ve azgın" anlamına da gelir. Bu âyet: şeklinde "azgın ve şımarık idiler" anlamında okunmuştur. Aynı şekilde "Bol nimetler içinde" anlamında da okunmuştur. el-Kuşeyrî bu okuyuş oyalananlar ve eğlenip duranlar, demektir. Mesela " O çok mizahçıdır" denilir. " Mizah yapan kimse" anlamındadır. es-Sa'lebî dedi ki: Bu iki söyleyiş -uyanık ve tetikte olan kimse anlamına gelen-: ve geniş, ferah anlamına gelen: kelimelerinin iki ayrı söyleyişine benzer. Bir diğer açıklamaya göre "fe"den sonra "elif" ile yiyen bir kimsenin çeşitli fakihe(meyve) türlerinden istifade ettiği gibi çeşitli lezzetlerden faydalanan kimse demektir. Fakihe ise kaçınılmaz olan temel gıdadan fazla olan şeye denilir. 28İşte böyle... Biz onları başka bir kavme miras verdik. ez-Zeccâc dedi ki: "Durum işte böyledir" anlamındadır. Buna göre " İşte böyle" üzerinde vakıf yapılır. Buradaki "keP harfinin "Biz helâk etmek istediğimiz kimselere işte böyle uygulama yaparız" takdirinde nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî: İşte Bana isyan eden kimselere Ben böyle yaparım, diye açıklamıştır. Onların durumları "işte böyle" idi, bu sebebten helâk edildiler diye de açıklanmıştır. "Biz onları başka bir kavme miras verdik." Kasıt İsrailoğullarıdır. Yüce Allah daha önce oralarda köleleştirilmiş iken Mısır'ı onlara mülk verdi. Böylece oraya mirasçı oldular. Buna sebeb ise mirasın mirasçıya ulaşması gibi, buraların da onların eline geçmesi idi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık" (el-Araf, 7/137) âyetidir. 29Gök ve yer ağlamadı onlar için ve onlar mühlet verilenler de olmadı. "Gök ve yer" küfürleri sebebiyle "ağlamadı onlar için ve onlar"in suda boğulmaları ertelenmek suretiyle "mühlet verilenler de olmadı."Araplar kendilerinden ileri gelen birilerinin vefat etmesi halinde: "Onun için gök ve yer ağladı" derlerdi.Yani onun ölümü ile gelen musibet herşeyi kapsamına aldı. Öyle ki gök, yer, rüzgar ve şimşek de onun için ağladı, kış geceleri bile onun için ağladı. Şair şöyle demektedir: "Rüzgar kederinden ağlıyor, Ve şimşek bulut arasında parlıyor." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Güneş doğuyor tutulmuş değildir, Fakat gecenin yıldızlarını ve ayı senin için ağlatıyor." (Tarif kızı Leyla) el-Hariciye dedi ki: "Ey mürver ağacı, ne diye yaprakların hala duruyor? Sanki sen Tarifin oğlu için matem tutmuyor gibisin." Bu, onun için ağlayıp sızlanmak ve matem tutmak gereğini anlatmak maksadı ile temsil, teşhis ve mübalağa yoluyla kullanılmış ifadelerdir. Âyetin anlamı şudur: Onlar helâk oldular. Fakat musibetleri kimseye büyük gelmedi ve kimse yoklukları dolayısıyla bir boşluk hissetmedi. İfadede hazfedilmiş lâfızlar olduğu da söylenmiştir.Yani semada ve arzda bulunan melekler onlar için ağlamadı. Bu da yüce Allah'ın: "Kasabaya sor." (Yusuf, 12/82) âyetine benzemektedir. Üzülmek şöyle dursun, onların helâk olmalarına sevindiler bile. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Yezid er-Rekaşî, Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Her bir mü’minin mutlaka semada iki kapısı vardır. Birisinden onun rızkı iner, birisinden de onun sözleri ve amelleri girer. Öldü mü bu iki kapı onun yokluğunu hisseder ve onun için ağlarlar." Sonra yüce Allah'ın: "Gök ve yer ağlamadı onlar için"âyetini okudu. Tirmizi, V, 380; Ebû Ya'la,Müsned, VI, 160;Heysemi, Mecmau'z-zevaid, VII, 105. Yani onlar yeryüzünde salih bir amel işlemediler ki, bundan dolayı yer onlar için ağlasın, semaya da salih bir amelleri yükselmedi ki, artık böyle bir şey kesilmiş olduğu için ağlasın. Mücahid dedi ki: Şüphesiz gök ile yer mü’min için kırk gün süreyle ağlarlar. Ebû Yahya dedi ki: Ben onun bu sözüne hayret ettim. Bu sefer hayret mi ediyorsun? dedi. Yer rüku ve sücud ile kendisini imar eden bir kula niye ağlamasın? Gök, teşbih ve tekbiri tıpkı arı vızıltısı gibi kendisinde yankılanan bir kula niye ağlamasın? Ali ve İbn Abbâs -Allah onlardan razı olsun- dedi ki: O mü’min için yerdi de namaz kıldığı yer, semada da amelinin yükseldiği yer ağlar. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Semada amellerinin yükseldiği yer onlar için ağlamadığı gibi, yerde ibadet ettikleri yerler de onlar için ağlamadı. Said b. Cübeyr'in açıklamasının anlamı da budur. Yerin ve göğün ağlaması ile ilgili üç açıklama vardır. 1- Bu canlı varlıkların bilinen ağlaması gibidir. Mücahid'in görüşü de sanki böyledir. Şureyh el-Hadramî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz İslâm garib başladı. Başladığı gibi tekrar garib avdet edecektir. Kıyâmet gününde gariblere ne mutlu!"Bu kadarıyla:Müslim, I, 130, (Ebû Hüreyre'den),131,(Ömer'den);Tirmizi, V, 18, (Abdullah b. Mes'ûd'dan); Dârimi, II, 402. Abdullah b. Mes'ûd'dan) Onlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü? diye soruldu. O: "Onlar insanlar bozulduğunda ıslah yapanlardır"Buraya kadar:Taberani, Evsat, V, 149, VIII, 308, IX, 12-13. Sonra da şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki, mü’min için gariblik yoktur. Bir mü’min gurbette kendisi için ağlayanların bulunmadığı bir yerde ölürse, mutlaka gök ile yer onun için ağlar." Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Gök ve yer ağlamadı onlar için"âyetini okudu ve şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki onlar kâfir için ağlamazlar." Bu şekliyle ve tamamen:Taberi, Tefsir, XXV, 125; el-Acluni, Keşfu'l-Hafa, I. 333'te Beyhaki tarafından Şuabu'l-îman'da rivâyet edildiğini belirtmektedir. Derim ki: Ebû Nuaym de şu rivâyeti zikretmektedir. -İki asıl nüshadaki şekliyle-: Bize- Muhammed b. Mamer anlattı dedi ki: Bize Ebû Şuayb el-Harranî anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Abdillah anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı, dedi ki: Bana Atâ el-Horasanî anlattı dedi ki: Bir kul Allah için yeryüzünde herhangi bir yerde bir secde yapacak olursa, mutlaka kıyâmet gününde onun için şahidlik eder ve öleceği gün de onun için ağlar. 2- Yerin ve göğün ağlamasının, etraflarının kızarması olduğu da söylenmiştir. BunuAli b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh), Atâ,es-Süddî, et-Tirmizî Muhammed b. Ali söylemiş ve ayrıca bunu el-Hasen'in görüşü olarak da nakletmiştir. es-Süddî dedi ki: el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı olsun- şehid edilince sema onun için ağladı. Ağlaması, kızarmasıdır. Cerir, Yezid b. Ebi Ziyad'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Huseyn b. Ali b. Ebî Tâlib(radıyallahü anh) öldürülünce bundan dolayı semanın ufukları dört ay süreyle kızarık kaldı. Yezid dedi ki: Onun kızarması, ağlamasıdır. Muhammed b. Şîrîn dedi ki: Bize haber verdiklerine göre şafakla birlikte görülen kırmızılık, el-Huseyn b. Ali (radıyallahü anh) şehid edilinceye kadar yoktu. Süleyman el-Kadî dedi ki: el-Huseyn'in öldürüldüğü gün üzerimize kan yağdı. Derim ki:Darakutnî'nin rivâyet ettiği bir hadise göreMalik b. Enes, Nafi'den, oİbn Ömer'den şöyle dediğini nakletmektedir:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şafak (denilen şey) kırmızılıktır."Darakutni, I, 269; Muvatta’, I, 12;Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, I, 373; bu rivâyetin sübutu ile ilgili bazı mülahazalar için bk. İbn Huzeyme, Sahih, I, 182, 184. Ubade b. es-Samit ile Şeddad b. Evs'ten şöyle dedikleri nakledilmiştir: Şafak iki çeşittir. Birisi kırmızılık, birisi beyazlıktır. Kırmızılık kayboldu mu artık namaz kılınabilir. Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Şafaktan kasıt kırmızılıktır. Bunlar da İbn Şîrînin naklettiklerini reddetmektedir. Daha önce el-İsra Sûresi'nde(17/7. âyetin tefsirinde) Kurra b. Halid'den şöyle dediğini kaydetmiş idik: Sema Yahya b. Zekeriya ve el-Huseyn b. Ali dışında kimse için ağlamadı. Onun kızıllığı ağlamasıdır. Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Ağlamak bir şeyi dışarı salmaktır. Eğer göz suyunu dışarı salarsa ağladı denilir. Sema etrafa kırmızılığını salarsa, ağladı denilir. Yer tozunu salarsa, ağladı denilir. Çünkü mü’min bir nurdur, onunla birlikte de Allah'ın nuru vardır. Yer -bizim gözlerimiz görmese dahi- mü’minin nuru ile aydınlıktır. Mü’minin nurunu kaybetti mi bu sefer tozlanır ve tozunu dışarıya vurur. Çünkü o, müşriklerin günahları sebebiyle tozlu dumanlıdır. Mü’minin nuru ile de aydınlıktır. Oradaki mü’minin canı alındı mı bu sefer tozunu dışarı salar. Enes dedi ki: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gittiği gün herşey aydınlandı. Ruhunun kabzedildiği günde de herşey karardı. Biz onun defninde bulunurken henüz ondan (toprağından) ellerimizi silkelememiştik ki, kalblerimizi tanımaz hale geldik. Tirmizi, V, 588; İbn Mace, I, 522; Müsned, III, 221, 268. Semanın ağlaması -el-Hasenin dediği gibi- onun kızarmasıdır. Nasr b. Âsım dedi ki: İlk alamet, ortaya çıkacak bir kızıllıktır. Bu ise kıyâmetin yaklaşmış olması sebebiyle olacaktır. Mü’minlerin nurlarını tamamen yitirmiş olacağından ağlayacaktır. 3-(Yerin ve göğün) ağlaması demek üzüntü ve kedere delalet eden bir alametin onda görülmesi demektir, diye de açıklanmıştır. Derim ki: Birinci görüş daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü bu hususta imkansız görülecek bir taraf yoktur. Gökler ve yer tesbih ettiğine, duyup konuştuğuna göre -el-İsra(17/44. âyetin tefsiri), Meryem(19/90. âyetin tefsiri) ve Ha, Mim Fussilet(41/11. âyetin tefsirin)de açıkladığımız gibi- aynı şekilde bu hususta varid olmuş habere göre de ağlarlar. Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır. 30Yemin olsun Biz kurtardık İsrailoğullarını o horlayıcı azaptan. 31(Yani) Fir'avun'dan. Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlardan idi. Bu âyetle Kıbtîlerin, Fir'avun'un emri ile erkek çocukların öldürülmesi, kızların hizmetlerinde kullanılması, İsrailoğullarının köleleştirilmesi ve onlara ağır angarya işlerin yükletilmesi şeklindeki uygulamalar kastedilmektedir. "Fir'avun'dan" âyeti "o horlayıcı azabtan" âyetinden bedeldir. Buna göre: "--dan" lâfzı "azaptan" âyetine taalluk etmez. Çünkü "azâb" artık sıfat almış bulunmaktadır. Sıfat aldıktan sonra ise fiil gibi amel etmez. Âyetin: Biz onları hem azaptan, hem de Fir'avun'dan kurtardık, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlardan idi." Yani müşriklerden bir zorba idi. Buradaki üstünlük öğülmeye değer bir üstünlük türü değildir, aksine bu haddi aşan, günahkarlıkta ileri giden bir üstünlük taslamaktır. Anlam itibariyle Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Fir'avun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı." (el-Kasas, 28/4) âyetine benzemektedir. Buradaki üstünlük taslamanın, Allah'ın kullarına karşı üstünlük taslamak olduğu da söylenmiştir. 32Yemin olsun ki Biz onları bilerek âlemler üzerine seçkin kılmıştık. "Yemin olsun ki Biz onları" İsrailoğullarını "bilerek" aralarından çokça peygamber gelmiş olması sebebiyle onların durumunu bildiğimiz halde "âlemler üzerine" kendi çağdaşları olan âlemler üzerine "seçkin kılmıştık." Buna delil de yüce Allah'ın bu ümmete hitaben: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-i İmrân, 3/110) diye buyurmuş olmasıdır.Katade ve başkalarının görüşü budur. Bir diğer görüşe göre aralarında göndermiş olduğu peygamberler sebebiyle bütün âlemler üzerine demektir. Bu da onların bir özelliğidir, başkalarının böyle bir özelliği yoktur. Bunu İbn Îsa, ez-Zemahşerî ve başkaları nakletmiştir. Buna göre yüce Allah'ın: "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz"âyeti İsrailoğullarından sonra... demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bir diğer açıklamaya göre burada sözü edilen seçme onların boğulmaktan kurtarılmaları ve Fir'avun'dan sonra yerin onlara miras verilmesidir. 33Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler de vermiştik. "Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler" Mûsa'ya ait birtakım mucizeler "de vermiştik." Katade dedi ki: Ayetlerden kasıt, onların Fir'avun'dan kurtarılmaları, onlar için denizin yarılması, bulut ile gölgelendirilmeleri, üzerlerine men ile selvanın indirilmesidir. Bu durumda bu, İsrailoğullarına yönelik bir hitab olur. Ayetler'den kastın asa ve el olduğu da söylenmiştir. Muhtemelen el-Ferrâ'nın görüşü budur. Bu takdirde de hitab Fir'avun kavmine yönelik olur. Üçüncü görüşe göre bundan kasıt, Allah'ın kendilerinden savdığı kötülük ve onlara yerine getirmelerini emrettiği hayırdır. Bu açıklamayı Abdu'r-Rahmân b. Zeyd yapmıştır. Bu durumda da hitab, aynı zamanda her iki kesime birlikte yani hem Fir'avun kavmine, hem de İsrailoğullarına yöneltilmiş olur. Yüce Allah'ın: "Apaçık bir imtihan" âyeti ile ilgili dört çeşit açıklama yapılmıştır: 1- Bundan kasıt, açık bir nimettir. Bu açıklamayı el-Hasen veKatade yapmıştır. Nitekim yüce Allah: "Kendi nezdinden güzel bir imtihan ile denemek için" (el-Enfal, 8/17) diye buyurmaktadır. Şair Züheyr de şöyle demiştir: "Onları, sınadığı imtihanın en hayırlısı ile sınadı." 2- Çetin azâb demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. 3- Mü’min ile kâfirin kendisi ile ayırdedileceği bir imtihandır. Bu açıklamayı da Abdu'r-Rahmân b. Zeyd yapmıştır. 4- Yine ondan nakledildiğine göre; onların imtihan edilmeleri bolluk ve sıkıntılar ile denenmeleridir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz" (el-Enbiya, 21/35) âyetini okudu. 34Şüphesiz bunlar elbette şöyle diyorlar: 35"O ancak bizim ilk ölümümüzdür ve bizler diriltilip kaldırılacak değiliz. 36"Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi atalarımızı getirin." "Şüphesiz bunlar" Kureyş kâfirleri "elbette şöyle diyorlar: O, ancak bizim ilk ölümümüzdür." Mübteda ve haberi ihtiva etmektedir. Bu yönüyle Yüce Allah'ın: "O ancak senin fitnen(imtihanın)dır." "O ancak bu dünya hayatımızdır"(el-Muminun, 23/37); buyruklarına benzer. "Ve bizler diriltilip, kaldırılacak değiliz." "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi atalarınızı getirin." "Allah ölüleri diriltti, onlar da dirildiler" denilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Enbiya. 21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Diriltilenler" demektir. Bu sözleri Kureyş kâfirlerinden söyleyenin Ebû Cehil olduğu bildirilmiştir. O şöyle demişti: Ey Muhammed! Şayet senin bu sözün doğru ise, sen bize atalarımızdan iki kişiyi dirilt. Birisi Kusay b. Kilab olsun, çünkü o doğru sözlü bir kimse idi. Biz ona ölümden sonra olacak şeyleri soracağız. Ebû Cehil'in bu sözü, bu hususta şüphe diye ileri sürüleceklerin en zayıfıdır. Çünkü öldükten sonra diriltmek, ancak amellerin karşılığının verilmesi içindir, teklif için değildir. O sanki şöyle demiş gibidir: Eğer sen onların tekrar diriltilecekleri hususunda doğru söylüyor isen, haydi mükellef kılınmaları için tekrar onları dirilt. Yine bu, bir kimsenin şöyle demesine benzer: Eğer bizden sonra birtakım çocuklarımız dünyaya gelecek ise niçin geçmiş atalarımız geri dönmüyor? Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir. Ayrıca "atalarımızı getirin" ifadesi sadece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitabtır. Yüce Allah'ın: "Rabbim beni döndürün." (el-Muminun, 23/99) âyetinde (çoğul olmakla birlikte tek kişiye hitab olması) gibi. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Bunun hem peygambere, hem de ona tabi olanlara hitab olduğu da söylenmiştir. 37Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik. Çünkü onlar günahkar idiler. "Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi... mi?" sorusu inkar için sorulmuş bir sorudur. Yani onlar bu sözlerinden ötürü azâbı hak ediyorlar. Zira bunlar Tubba' kavminden ve helâk edilmiş ümmetlerden daha hayırlı değildirler. Biz onları helâk ettiğimiz gibi, bunlar da aynı durumdadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Acaba bunların mı nimeti daha çok, malları daha fazladır, yoksa Tubba' kavminin mi? Bir başka açıklamaya göre de: Acaba bunlar mı daha güçlü, daha çetin, daha çok korunabilen kimselerdir, yoksa Tubba' kavmi mi? "Tubba'" ile kastedilen tek bir şahıs değildir. Bununla bütün Yemen hükümdarları kastedilir. Onlar hükümdarlarına "Tubba"' ismini verirlerdi. Buna göre Tubba' müslümanların halifesi, İranlıları Kisrası, Bizanslıların Kayseri gibi krallarına verilen bir lakabtı. Ebû Ubeyde dedi ki: Bunların herbirisine Tubba' denilmesinin sebebi, herbirilerinin kendisinden önce gelene tabi olmasından dolayıdır. el-Cevherî der ki: Tubbalar Yemen krallarıdır. Tubba' aynı zamanda gölge demektir. Şair şöyle demiştir: "Suya topluluklar ve topluluklar gelir, Tıpkı kekliğin gölgenin tam öğle vaktinde kısaldığı vakit suya gelişi gibi." Tubba' aynı zamanda bir çeşit kuşun adıdır. es-Süheylî dedi ki: Yemen, Şihr ve Hadramevt'in hükümdarlığını yapan herkese Tubba' ismi verilir. Eğer sadece Yemen'in hükümdarı ise o kimseye Tubba' denilmez. Bunu da el-Mesudî söylemiştir. Tubba'lardan bazıları Hemal Zu Seded'in oğlu el-Haris er-Raiş, Ebrehe Zu'l-Menar Amr Zu’l-Ez'ar, Semerkand'ın kendisine nisbet edildiği Şemr b. Malik, Berberileri, Kenan diyarından Afrikaya sürükleyen Afrikis b. Kays. Afrika bu sonuncunun ismini almıştır. Ayetlerden anlaşıldığına göre yüce Allah, bunlardan sadece birisini kastetmiştir. Araplar bu kişiyi bu isimle diğerlerinden daha çok tanıyorlardı. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben Tubba'ın lanete uğramış birisi olup olmadığını bilmiyorum."Ebû Davud, IV, 218.Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:"Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o mü’min bir kimse idi."Müsned, V, 340;Taberani, Kebir, VI, 203, 296. İşte bu Tubba'ın muayyen bir kişi olduğunu göstermektedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- önceleri oraya hücum etmek isterken, daha sonra Beytullah'a örtü giydiren Ebû Kereb'dir. Medine'ye hücum edip orayı harab etmek istemişken daha sonra ismi Ahmed olan bir peygamberin hicret edeceği yer olduğu kendisine haber verilince, bu işten vazgeçmişti. Ayrıca bir şiir söylemiş ve bunu Medinelilere emanet bırakmıştı. Onlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)hicret edinceye kadar biri diğerinden miras alıyordu ve sonra bunu peygambere teslim ettiler. Denildiğine göre bu mektub ile şiir Ebû Eyyub Halid b. Zeyd (el-Ensarî)nin yanında idi. Burada şu beyitler yer almaktadır: "Ahmed hakkında şahidlik ederim ki o, Bütün canlıları yaratan Allah'tan bir rasûldür. Ömrüm uzatılırsa, o hayata geleceği vakte kadar, Ben onun yardımcısı ve amcası oğlu olurdum." ez-Zeccâc, İbn Ebi'd-Dünya, ez-Zemahşerî ve başkalarının naklettiklerine göre İslâm geldikten sonra Sana'da -Himyer taraflarında da söylenir- ona Yayına hazırlayanın belirttiği gibi "ona" anlamındaki ifade bazı nüshalarda yoktur. Uygun olanı bu görünüyor.ait bir kabir kazılmış orada cesetleri bozulmamış iki kadın bulunmuş. Başlarının yanında da gümüşten bir levha üzerinde, altından: "Bu Hubba ve Lemis'in kabridir" diye yazılı imiş. Yine rivâyete göre "Hubba ve Tumazer" bir diğer rivâyete göre ise; "Bu Radva'nın kabri ile Hubba'nın kabridir. Bunlar Tubba'ın kızlarıdır. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik ederek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayarak öldüler. Kendilerinden önceki salihlerde bu inanç üzere öldüler." Derim ki: İbn İshak ve başkasının rivâyetine göre Tubba'ın yazdığı mektubta şunlar da varmış: "İmdi ben sana ve sana indirilen kitaba îman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim. Senin ve herşeyin Rabbine îman ettim. Rabbinden gelen İslâm'ın bütün şeriatine de îman ettim. Eğer sana yetişecek olursam ne güzel. Şayet yetişmeyecek olursam, bana şefaat et ve kıyâmet gününde beni unutma. Ben senin ümmetinin ilklerindenim. Sen gelmeden önce sana bey "at ettim. Ben senin ve baban İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzereyim." Daha sonra mektubunu mühürleyip, onun üzerine de: "Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır" (er-Rum, 30/4) diye nakşetti. Mektubunun üzerine adres olarak da şunu yazdı: "Allah'ın nebisi ve rasûlü, peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin Rabbinin elçisi, Abdullah oğlu Muhammed'e birinci Tubba'dan." Buna dair haberin geri kalan bölümlerini ve başını Farabi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun'ye el-İsra, 17/44. ayetin sonlarında müellifin ismi el-Fadari olarak kayd edilmektedir. Ancak orada kitabın aslının ismi: "el-İşrinatu'n-Nebeviyye" olarak geçmektedir. Muhtemelen müellifin isminin doğru sekli orada kaydedildiği gibidir. Kitabın doğru ismi de burada kaydedilen olmalıdır. Ayrıca tercümemizin başına koyduğumuz Kurtubi ve Eşlerine dair çalışmamızın: "Kurıubi'nin Eserleri'" başlığına bakılabilir.ait "el-Aşru Beyyinati'n-Nebeviyye" şerhi olarak yazdığı "el-Lumau'l-Lu'luiyye" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Tubba'ın öldüğü günden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ınpeygamber olarak gönderildiği güne kadar geçen süre eksiksiz ve fazlasız olarak tam bin yıldır. Tubba'ın peygamber mi, yoksa kral mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır.İbn Abbâs: Tubba' bir peygamber idi, derken, Ka'b da şöyle demiştir: Tubba' krallardan bir kral idi, kavmi kehanet yapan kimselerdi. Onlarla beraber ehl-i kitaptan da bir kesim vardı. Her iki kesime biner kurban sunmalarını emretti. Onlar da bunu yerine getirdiler, kitap ehlinin kurbanı kabul edilince İslâm'a girdi. Âişe(radıyallahü anha) dedi ki: Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o salih bir kişi idi. Katade'nin naklettiğine göre de Tubba', Himyerlilerden bir kişi idi. O askerleriyle birlikte Hire üzerinden Semerkand'a gelip orayı yıkmıştı. Bunu el-Maverdî nakletmektedir. es-Sa'lebî'nin,Katade'den naklettiğine göre sözü edilen Tubba', Himyerli Tubba'dır. O askerleriyle Hire'yi boydan boya geçinceye kadar yol almış. Semerkand'ı inşa etmiş, birçok kimseyi öldürmüş ve ülkeler yıkmıştır. el-Kelbî dedi ki: Tubba' denilen şahıs, Ebû Kerib Es'ad b. Melkîkerib'dir. Ona Tubba' adının verilmesi kendisinden öncekilere tabi oluşundan dolayıdır. Said b. Cübeyr dedi ki: Tubba', Beytullah'ı Yemen'in çizgili kumaşlarıyla giydiren ilk kişidir. Yine Ka'b dedi ki: Allah onun kavmini yerdiği halde kendisini yermemiştir. Onları Kureyş'e örnek olarak göstermesi, yurtlarının kendilerine yakın oluşu ve kendi düşüncelerinde onları büyük kabul etmelerinden dolayıdır. Yüce Allah onları ve kendilerinden öncekileri günahkar oldukları için helâk ettiğine göre, güçsüz ve sayıca az olmakla birlikte günah işleyen kimselerin helâk edilmeleri öncelikle sözkonusudur. Yemenliler bu âyet-i kerîme ile iftihar etmişlerdir. Çünkü yüce Allah Tubba' kavminin Kureyşlilerden hayırlı olduğunu belirtmiştir. Onların birincilerine Tubba' adırtın verilmesi güneşin doğduğu yeri takib ederek, askerleriyle birlikte doğuya doğru yolculuk etmiş olmasıdır, diye de söylenmiştir. "Ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik" âyetindeki: lâfzı "Tubba' kavmf'ne atıf olduğu için ref konumundadır. "Biz onları bile helâk ettik" lâfzı da bu ism-i mevsulün sılasıdır. Bu durumda "onlardan öncekiler" ona taalluk etmektedir. Bununla birlikte "onlardan öncekiler" anlamındaki lâfzın ...ler'in sılası olması da mümkündür. Bu durumda zarfda ism-i mevsule ait zamir bulunur. Durum böyle olduğu takdirde "onları bile helâk ettik" anlamındaki âyet hakkında iki şekilden birisi sözkonusu olur. Ya onunla birlikte: "...dir" takdir edilir(onları helâk etmişizdir, demek olur). Bu durumda hal konumunda olur; yahutta mevsufun hazfedildiği kabul edilir. Sanki:(Onlar) kendilerini helâk ettiğimiz bir kavim idi denilmiş gibi olur. İfadenin takdiri şöyledir: Sözü edilen bu kimselerin helakine Biz muktedir olduğumuza göre, müşrikleri de helâk etmeye gücümüzün yettiğini ibret alarak düşünemez misiniz? “Ve onlardan öncekiler" âyetinin mübteda, haberinin de: "Biz onları bile helâk ettik" âyetinin olması da mümkündür. Bu durumda anlam şöyle olur: Onlardan öncekilere gelince, biz onları helâk ettik. "Tubba'"a atıf ile cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur: Kendilerinden önce helâk edilmiş Tubba' kavmi mi... Yine bu lâfzın "Biz onları bile helâk ettik" âyetinin delalet ettiği bir fiil takdiri ile nasb konumunda olması da mümkündür. Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helâk ettiğimiz kimseler mi? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 38Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık. "Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık." Gafiller olarak yaratmadık. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Oyalanalım diye de açıklanmıştır ki, bu da el-Kelbî'nin görüşüdür. 39Biz onları ancak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. "Biz onları ancak hak ile yarattık."Mukâtil 'e göre hak olan emrimizle yarattık, demektir. Ancak hak için yarattık, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayıel-Kelbî ve el-Hasen yapmıştır. Ancak hakkı ikame etmek, Allah'ın tevhidi ve O'na itaatin gereği gibi, onu üstün kılmak için yarattık, diye de açıklanmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde(21/16-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Fakat onların" insanların "çoğu" bunu "bilmezler." |