Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

140

 

006 - EN'ÂM SÛRESİ

 

CÜZ :

7

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

102

İşte size bu evsaf ile işaret olunan zâti a'lâdır Allah rabbınız, başka İlâh yok ancak o, her şey'in halikı o, o halde ona kulluk edin, her şey'e karşı dayanılacak vekil de o

(.........) İşte odur ki, -

Ya'ni şu zikredilen sıfatın mevsufu: Semavat-ü Arzın mübdiı sahibeden, veledden münezzeh, her şeyi yaratan, her şeye alîm olan zatı akdes-ü a'lâdır ki, (.........) Allahdır -zaten ve sıfaten ıbadete müstehıkk hak bir ilâhdır. Allah denince ancak onu anlamalıdır. (.........) rabbınızdır-: Malikiniz, mürebbiniz, veliyyi ni'metinizdir. Rab denince de ancak onu anlamalıdır. (.........) başka ilâh yok ancak o vardır. -Başkasının ma'bud olmağa, ibadet ve ubudiyyet edilmeğe istihkakı yoktur. Bu hak ancak onundur. Çünkü o (.........) her şey'in halikıdır.- Bunu tekrar zannetmemelidir. Zira evvelki halkı külli şey' mazıye aid, bu ise istikbale nâzırdir.

Ya'ni bundan evvel herşeyi halketmiş olan o olduğu gibi bundan böyle istikbalde de her şey'in halikı odur. İlâhlık, ma'budluk da mübdiın, halikın hakkıdır. Binaenaleyh (.........) siz de ancak onu ma'bud tanıyınz, ona ibadet ve kulluk ediniz -de ondan başkasına teabbüd ile kendinizi tezlil etmeyiniz (.........) o bütün bu sıfat ile beraber (.........) her şey üzerine ve her şeye karşı vekildir de- her hususta ve her şey'e karşı ona i'timad ve tevekkül olunur ve her emir tefvız edilir.

Ya'ni alel'umum mahlûkattan her birinin de halkı ilâhî ile asıyl olduğu bir hakkı vardır. Ve bu suretle bir âlemi esbab ve insanın o esbab ile alâkası da vardır ki, Allah onların hepsini hakk-u adl ile halketmiştir. Ve insan hem hâlikının hem kendinin ve hem onların hakkını bu sebeblerden hiç birine sureti kat'iyyede mahkûm olmamaktır. Esbaba hâkim olamıyan ve onlara perestiş mevkıinde bulunan insanlar her şeyden ve o nisbette haktan ve hâlıktan uzaktır. Çünkü esbab bir kaç şeyden ibaret değil, lâyuad velâ yuhsadır. Bunların hepsine tezellül ile ne onların hakkı verilir, ne insanın, ne de hâlikın. Zira hiç bir şey, hattâ İns-ü Melekten Resuller dahi hâlikın makamına kaim vekîl olamaz. Fakat hâlık hepsinin üzerinde rab ve malik olduğu gibi her şey'e karşı vekildir de o her şeye karşı her şey'in hakkını müdafaa ve ıhkak, umur ve mesalihini tesviye ve tanzîm eder. Hem kendi namına velâyeti asliyye, hem mahlûkatı namın velâyeti niyabiyyeyi cami' her hususta emîn-ü mu'temed bir veliyyül'emrdir. Bunun için münhasıran ona ubudiyyet ve onun hukukuna ve evamirine riayetle her şeyin hakkı eda edilir. Ve ona i'timad ve inkıyad ve ondan istiane ve telâkkıi emr ile kendisinden maada her hangi bir şey'in, her hangi bir sebebin hukmüne galebe olunub her hacet bitirilebilir. Binaenaleyh eğri ve çıkmaz yolları bırakıb da tevhid ve ıhlâs ile doğrudan doğru bir Allah ubudiyyet etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda masivaya karşı mağlûb olması ihtimali olmıyan bir noktai istinaddan namütenâhî bir kuvvet ve mahlûkı hâlıka yaklaştıran pek yüksek bir ızzet-ü hurriyyet, ebedî bir feyzı saadet iktisab etmektir. (.........) neticesine ermektir, (.........) misakı bu, sıratı müstekım budur. Ve binaenaleyh hiç bir şey'e değil, ancak Allah’a dayanarak yalnız Allah’a ibadet ve kulluk ediniz, bütün ümid-ü mahabbetinizi ve bütün havf-ü haşyetinizi ona bağlıyarak ve her işinizi ona tefvız ederek ve bütün taleb ve ıhtiyarınızı onun evamir-ü irşadatına münkad kılarak hareket ediniz ve ona halisane ıbadetle Dünyevî ve Uhrevî hacetlerinizin is'afına tevessül eyleyiniz. Onun hâlk-u emri, imdad ve müsaadesi olmadan ne İns, ne Cin hiç biri bir iş göremez. Gerçi

103

onu gözler idrâk etmez, gözleri o idrâk eder, öyle lâtif öyle habîr o

(.........) onu basarların hepsi idrâk etmez ve hattâ kendinden başka hiç bir basar onu kavrayıb ihata edemez. (.........) ve fakat o basarların hepsini idrâk ve ihata eder, görür, bilir: Basarlar kendini idrâk etmezken onları idrâk eden, ettiren, gören, gösteren, hakıkati bilen ancak odur. -Burada idraki hariç mes'elesine de celbi dikkat edilmiştir. Bir zîhayatın kendi haricindeki mubsaratı görebilmesi ve müdrekâtı idrâk edebilmesi emri öyle bir emri acib ve öyle bir mahiyyeti şerifedir ki, akıl bunun künhünü idrâk edemez. Bütün hukemâ ve felâsife bunun izahından âcizdir. Meselâ gözümle karşımda bir menare görüyorum, ne gözüm menareye kadar gitmiş ve ne menare gelib gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm yalnız o menareden akseden zıyanın ıhtiva ettiği ve küçücük gözüme tab'eylediği hurde menare resminden ibaret de değildir. Ben gözümdeki menare resmini değil, uzakta büyük menarenin kendisini görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrâk ediyorum. Hattâ dikkat olunursa vasıtai rü'yet telâkkı edilen zıya bile bana, benim gözüme telâkısi anında zıya oluyor ve o zaman parlayor ve rü'yet dediğim hâdise de o zaman vaki' oluyor. Ve o anda ben yerindeki menareyi idrâk ediyorum, bu nasıl olabiliyor?. İşte bu idrâki haric emrinin sirr-ü künhü akılların havsalai idrakinden harictir. Ve bütün fenler, felsefeler bunu ihata edebilmekten uzak kalmış ve feylesoflar bu noktada ya hayret veya safsatadan başka bir şey yapamamıştır. Maamafih bu bir emri vakı'dir. Ve benim menareyi gördüğüm bir hakiattir. Allahü teâlâ bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların idrâk edemediği bu hakıkatin künh-ü mahiyyetini idrâk edemediği bu hakıkatin künh-ü mahiyyetini idrâk ve ihata eden de ancak odur. Basarlar onu idrâk ve ihata edemezken o basarları idrâk ve ihata eder ve aynı hakıkat bütün müdrekâtta böyledir. (.........) ve o böyle bir lâtıf-ü habîrdir. Ve lâtif-ü habîr ancak odur- Nûrı idrâk gibi her lûtf, onundur. Her şey'e muttalı' olan, her doğru haberi veren ancak odur. Binaenaleyh hem onu dûrbinler, teleskoplarla aramağa kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye gözlerden gönüllerden uzak, hacetlerden dileklerden, doğru doğru haberdar olmaz zannedib de ondan udul etmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lâtıf-ü habîr en görmiyen gözleri görür, ve en gizli, en duyulmaz zannedilen şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamıyan esrar-ü temeyülâtından haberdardır. O onlara kendilerinden yakındır. Ve onu ıbadet etmek ve tafvızı umur eylemek için şart, onu görmek değil, onun görmesi, lâtîf-ü habîr olması ve ona ıhlâs-u tevhid ile zat-ü sıfatına ve ef'al-ü eltafına îman edimesidir. Şimdi ey ma'budi haktan udul edib Resuli Hakkı tekzib eyleyenler

104

Hakıkat Rabbınızdan size bir çok basıretler geldi artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o halde ben size karşı muhafız değilim

(.........) muhakkak size rabbınızdan basıretler -kalb göziyle görülecek münebbihler, şahidler geldi.- göze nisbetle basar ne ise kalbe nisbetle basıret de odur. Gözlerin görmesine sebeb olan ve kuvvei bâsıra denilen nûrı rü'yete basar denildiği gibi kalbin görmesine sebeb olan ve lisanımızda kalb gözü dahi ta'bir olunan kuvvei müdrikeye ve alel'husus bunun zekâ ve fetânet ve firâset denilen ve bir emri zâhir-ü bâtınına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline basıret denilir ki, bir nûrı ilâhîdir. Kezalik baş göziyle hasıl olan ve görmek denilen idrâki tam ve kâmile basar denildiği gibi kalb göziyle hasıl olan idraki tam ve kâmile ve ma'rifeti mütehakkıka ve yakınîyyeye dahi basıret denilir. Bundan başka basıret beyyineye, hüccet ve bürhana, şahide ve dikkat ve im'an ile ibret alınacak esbabı hidayete dahi ıtlak olunur. Çünkü bunlar kuvayı müdrikeyi takviye eder, basıret ve tebassura sebeb olur. Ve bu ma'naca basıret evvelki manâlara da şamil olur. Çünkü nefsi basıret dahi en büyük huccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medarı ibrettir ve onsuz hiç bir şey idrâk olunamaz. Burada da besâir ya birinci ma'nâya ve yahud ona dahi şamil olan bu üçüncü ma'nâya olarak Kur’ân ve bâhusus bâlâda varid olan âyâtı beyyinattır. Görülüyor ki, bu âyetler basar-ü basırete nazarı dikkati calb ederek sureti umumiyede doğrudan doğruya ma'rifeti hakka vusul basıret ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile de iş'ar olunuyor ki, müşriklerde fili basıret yoksa da kuvvei basıret tarafı rabbanîden bütün hılkati beşere verilmiştir. Ve sonra kalbi Muhammedîye vahyolunan âyâtı beyyinat ile de bütün o basıretleri takviye edecek ve ikinci ma'nâ ile bilfiil basıret ve idrâki tam husule getirebilecek olan berahîni ilâhiyye tebliğ olunmuştur. Ve şu halde herkesin bu envarı basırete karşı kalb gözlerini yummayıb kendindeki kuvvei basırete bakması ve bu suretle besâirden istifade ederek bilfiil basırete ve ma'rifeti hakka ermesi vazifei ıhtariyesi kalmıştır. Binaenaleyh (.........) her kim ibsar ederse, ya'ni kalb göziyle bakar rabbından gelen bu delâili basıret ile hakkı görmek ister de îman ederse bu kendi lehinedir. Kendi menfaatinedir. (.........) ve her kim körlük eder, kalb gözünü yumar, kör olursa bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir. Kendi zararınadır. (.........) medlûlü üzere asıl körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın hadd-ü payanı yoktur. Ey basıret körleri bu takdirde (.........) Ben de sizin üzerinize hafîz değilimdir. -

Ya'ni Allah verdiği basırete, gönderdiği besâire körlük eden sizin gibi nankör kâfirlerin, müşriklerin ef'ali ıhtıyariyelerinde hâfız ve hâmisi değildir, bil'akis rakibidir. Körlük ve dalâlet halk eder, kendilerini körkörüne tuğyanlara, zulmetlere bırakır, ve bundan muhafaza edecek ve zulmetlerden nûra çıkaracak diğer bir veliyyi hafîz de mümkin değildir. Körkörüne rast gelene sarılırsınız, onlar da sizi tutar, zulmetten zulmete, zarardan zarara sürüklerler. Hasılı alâkülli şeyin hafiz ve hayrülhalikîn olan Allah (.........) dur. Beriün minelmüşrikîn ve adüvvün lilkâfirîndir. Çünkü bunlar Allah’ın hıfz ve himaye için verdiği ve gösterdiği besâire körlük etmiş, hıfz-u vikayei İlâhiyyeden iba ve imtina eylemişlerdir. Ve bu hususta mes'uliyet kendilerine aiddir. Görülüyor ki, burada ibsar ve ama fiilleri ıbade isnad ve bunlardan birini tercih ve ıhtiyar ile vazifei tahaffuzun abde aid olduğu tefhim olunarak tevhidi hâlik mes'elesine karşı tevehhüm olunabilecek olan bir cebr suâlinin hallile büyük bir inzar vardır. Basıret körlüğü eden kimselere kendi «ene» si, ya'ni benliği, nefsi muhafız olmadığı gibi hâlık tealâ da onlara hafîz ismi şerifiyle muamele etmez. Ve işte bizim anladığımıza göre Allahü teâlânın görderdiği besaire körlük ve hakkına nankörlük eden kâfirlere, müşriklere karşı (.........) buyurması bu ma'nâ iledir. Ve âyette (.........) gıyabından (.........) tekellümüne iltifat vardır. Burada müfessirîn «hafîz» ismi şerifini mücazat veya mükâfât etmek üzere amelleri murakabe ve hıfz eden «rakıb» ma'nâsiyle tefsir ettiklerinden dolayı bu âyet lisanı resul üzere varid olmuştur diyorlar. Ve bunu «ya Muhammed! de ki, sizin üzerinizde hafîz, ya'ni amellerinizi murakabe ve hıfz ederek muahaze edecek olan rakıb ben değilim Allahdır, Ben ancak bir resulüm» mealinde tefsir ediyorlar. Fakat biz bu te'vili pek de muvafık bulmuyoruz.

105

yine âyetleri böyle şekilden şekle koyuyoruz ki, hem o körlük edenler sana ders almışsın desinler, hem onu ilmi şânından olanlar için tebyîn edelim

(.........) Ve işte biz böyle âyetleri tasrif ederiz.- Hakıkî vücuh ve suveri muhtelifesile ifade eder ı'cazkâr bir nizamı bedi' ile halden hale tevali ettirir, şekilden şekle koyarız. Bir taraftan nûrlar saçar gözlerden geçirir, Basıretler açarız, diğer taraftan bunları lâyık olmıyan gözlere göstermez, basıretleri bağlar, körlük ve zulmetler içinde bırakırız (.........) bu tasrif ve tasarrufu şu akıbet ve hikmet için yaparız ki, (.........) sen ders görmüşsün, çok okumuşsun, ya'ni bu âyetler ve Kur’ân tahsıl ve tetebbua mütevakkıf bir çok ulûm ve maarif ile alâkadardır. Bir ümî bunları bilemez ve bunlar vahy ile de olmaz, demek ki, sen kimsenin haberi olmadan gizlice ders almışsın desinler -İbn-i Kesir ve Ebû amır kıraetlerine göre (.........) müdarese etmişsin, ya'ni kitâb ehli, okumuş bir takım kimselerle müzakere etmişsin, bu ma'lûmatı o suretle ediniyorsun ve söylediklerini vahy ile değil, o müzakere ile söylüyorsun desinler- İbn-i âmir kıraetine göre (.........) bunlar ya'ni senin okuduğun şeyler zemânı geçmiş, bugün için hukmü kalmamış eski şeyler desinler -hasılı bunlardan birini söyleyerek hem Kur'ânın ehemmiyyetini ve senin bir ilmi ledünnîye mazhariyyetini zımnan i'tiraf, hem de vahiy ve nübüvveti inkâr ile küfr-ü şirkte ısrar etsinler. Buna mukabil (.........) biz de bu âyetlerin mazmununu bilecek olanlara, ilim şanından bulunanlara beyan ve tavzıh edelim: Ya Muhammed!

106

Rabbından sana ne vahy olunuyorsa ona tâbi' ol başka ilâh yok ancak o, müşriklere bakma

(.........) sen rabbından sana vahy olunana tâbi ol (.........) ondan başka ilâh yok, ona bak (.........) ve müşriklerden sarfı nazar et, ne derlerse desinler bakma

107

Allah dilese idi müşrik olmazlardı, biz seni onların üzerine mürakıb göndermedik, sen onlara vekil de değilsin

(.........) Allah dilese idi onlar da müşrik olmazlardı, iymânı ıhtıyarlarına bırakmaz, şirkten muhafaza eder, cebren mü'min kılardı. Mademki müşriktirler demek ki, Allah iymanlarını dilememiş ve onları şirkten ve şirkin muktezayatından muhafaza etmemiştir. (.........) Biz seni anların üzerine muhafız da ta'yin etmedik -Binaenaleyh ne onları şirkten ve başlarına gelecek felâketten muhafaza edebilirsin, ne de bundan dolayı mes'ul olursun (.........) ve sen onlar üzerine vekil de değilsin.- Onlar tarafından vekil değilsin ki, leh veya aleyhlerine idarei umur etmek için onlara bakasın. Allah’ın vekili de değilsin ki, şirklerinden dolayı üzerlerine musallat olub Allah’ın onlara yapacağı muahaze ve mücazatı veya ıslahatı yapmak salâhiyyetini haiz olasın. Hâsılı sen ancak Allah’ın evamir ve ahkâmını tebliğ-u ıhbara me'mur bir Resulsün. Bunun için rabbından sana ne vahyolunursa ona ittiba' et ve müşriklere bakma. Ey mü'minler: (.........)

108

Maamafih onların Allahdan beride taptıklarına sebb de etmeyin ki, cehaletle tecavüz ederek Allâha sebbetmesinler; her ümmete böyle amellerini tezyin etmişizdir, sonra ise hep dönüp Allah’a varacaklar, o vakıt kendilerine temamen haber verecek ne yapıyorlardı

(.........) Ey mü'minler (.........) Allahtan başkasına yalvaranlara, tapanlara sebbedib de (.........) cahillikle atılarak Allah’a sebbetmelerine sebeb olmayın. -

Ya'ni onlara taptıkları, kendilerince hurmet ettikleri şeyleri karıştırarak meselâ «kahrolsun taptığınız» veya «dini şöyle böyle» gibi bir sebb-ü şetmile hıtab ederek söğerseniz, vicdanlarına, hissiyyatlarına basmış olursunuz, onlar da hiddetlenerek ve cehaletlerinden dolayı mukabele bilmisil yaptıkları zu'münde bulunarak «biz de sizinkine» diye sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun ona mümasil olmadığını bilmezler ve bu suretle hakkı tecavüz ederek Allah’a sebbetmiş olurlar. Ve siz bu sebb-ü küfre sebeb olmayın: Sebb-ü şetim sureti umumiyyede ahlâkî bir şey olmadığı gibi aslı i'tibariyle batılı, küfrü, istihkar ve tezyif etmek gibi meşru' ve müstahsen de olsa böyle küfre ve tezyidi küfre sebeb olacak olan sebb-ü şetim tesebbüben bir küfür demektir.- Bundan dolayıdır ki, kütübi Fıkhiyyede her kimin olursa olsun dinine sebbetmek elfazı küfürden sayılmıştır. Hâsılı, her hangi bir milletin ne kadar bâtıl olursa olsun mukaddesattan zu'mettikleri şeylere sebbetmekten sakınmalıdır. (.........) biz böyle her ümmete amelini zinetlemişizdir. -Kimisinin lehine tevfık, kimisinin aleyhine tahzîl olmak üzere her birine muhtelif daıyeler, şakileler, zevkler, telâkkiler vererek yaptıklarını hoş göstermişizdir. Nefsel'emirde hayr olsun, şerrolsun, küfrolsun îman olsun. Tâat olsun, ma'sıyet olsun hepsi yaptıklarını beğenerek, güzel telâkkı ederek yaparlar. Ve sevdiklerini müdafaa için heyecanlara düşerler. Hoşlanıb hoşlanmamak gibi hissiyyat ıhtiyarî değil cebrîdir. Hakk-u hayrın tarikı mücerred zevk ve hissiyyatta değil, balâda beyan olunduğu üzere besairdedir. Basıreti bırakıb ta yalnız zevk ve süs, hissiyyat arkasında gidenler bir çok kötü şeyleri iyi telâkkı ederek yapmağa mecbur olurlar. Allah onları yanlış telâkkılerden muhafaza etmez, bil'akis kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir, hepsi yaptığını kendi lehine iyi yapıyorum diyerek yapar. Fakat yalnız onların telâkkılerile ve bahussu rızayı hakkı gözetmeyib mücerred süse, zevka tabi' olan telakkîleriyle ve yalnız kendi rızalarına istinad eden amelleriyle iş bitmez. (.........) sonra merci'leri, müracaatleri, hepsinin rabbı, mâliki emri olan Allahü teâlâya müntehîdir.- O süsün ilk neş'esi geçer, nevbet sonuna, netaicine gelir. O neş'eti ûlânın bir neş'eti uhrâsı, öldükten sonra bir dirilmesi ve o zaman huzurı rabbül'âlemînde bir dikilmesi vardır. O vakit (.........) rabbülalemîn onların mukaddema yapar oldukları amellerinin ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O günde süslü görüb beğenerek yapmasını ı'tiyad ettikleri amellerin süslü mü süssüz mü, acı mı tatlı mı, güzel mi çirkin mi ne olduğunu sonunda anlarlar. Şimdi müşriklerin ba'zı amellerini ıhbar ve Allah’ın mercıı umur olduğunu tafsıl ile buyuruluyor ki,

(.........)

109

Bir de olanca yeminleriyle Allah kasem ettiler ki, eğer kendilerine bam başka bir âyet gelirse imiş her halde ona iymân edeceklermiş, de ki, "Âyetler ancak Allah’ın nezdinde" siz ne bileceksiniz ki, doğrusu: onlar o âyet geldiği vakit de iymân etmiyecekler

(.........) Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah’a kasemde ettiler ki, (.........) her halde kendilerine bir âyet, istedikleri bir mu'cize gelse -ezcümle Safa tepesi altın olsa- muhakkak ve muhakkak îman edeceklermiş. -Rivayet olunduğuna göre ba'zı mü'minler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin nüzuliyle iymanları ümidine düştüler. -Ya Muhammed (.........) âyetler ancak Allah’ın ındindedir.-

Ya'ni onlara kadir olan ancak odur. Dilediğini ızhar eder, dilediğini etmez, hiç biri benim kudret-ü irademle değildir -De. (.........) siz bilmezsiniz ki, (.........) o istedikleri âyet geldiği vakit de îman etmezler.

110

Biz onların kalblerini ve gözlerini ters döndürünüz, ilkin buna iymân etmedikleri gibi bırakıveririz kendilerini de tuğyanları içinde kör körüne bocalar giderler

(.........) ve biz onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz.- Gönülleri bir tarafa, gözleri başka tarafa döner, hayret ve tereddüd içinde kalırlar. (.........) ilk defa îman etmedikleri gibi yine hakkı anlamaz, âyeti görmezler, îman etmezler (.........) ve kendilerini basıretsizlikleri ile tuğyanları içinde bırakırız, kör körüne yuvarlanır giderler. -

Ya'ni ilk evvel iymansızlıkları sebebi îman olacak âyât olmadığından değil, temerrüd ve tuğyanlarından ve âyâtı hakkı görmemezlik ettiklerinden dolayıdır. Ve bundan dolayı Allah onları küfr-ü tuğyanlarına bırakmayı takdir etmiştir. Allah onları bu tuğyandan muhafaza etmiyecek, mü'minlere verdiği hidayeti ve tevfikı iymânı vermiyecek, körlüklerinde bırakacak, tab'edecek (.........) sirri temamen zâhir olacaktır. Onun için bir âyet değil:(.........)

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç