102
İşte size bu evsaf ile işaret olunan zâti a'lâdır Allah
rabbınız, başka İlâh yok ancak o, her şey'in halikı o, o halde ona kulluk edin,
her şey'e karşı dayanılacak vekil de o
(.........) İşte odur ki,
-
Ya'ni şu zikredilen
sıfatın mevsufu: Semavat-ü Arzın mübdiı sahibeden, veledden münezzeh, her şeyi
yaratan, her şeye alîm olan zatı akdes-ü a'lâdır ki,
(.........) Allahdır -zaten ve sıfaten ıbadete müstehıkk hak bir ilâhdır.
Allah denince ancak onu anlamalıdır. (.........)
rabbınızdır-: Malikiniz, mürebbiniz, veliyyi ni'metinizdir. Rab denince de ancak
onu anlamalıdır. (.........) başka ilâh yok
ancak o vardır. -Başkasının ma'bud olmağa, ibadet ve ubudiyyet edilmeğe
istihkakı yoktur. Bu hak ancak onundur. Çünkü o
(.........) her şey'in halikıdır.- Bunu tekrar zannetmemelidir. Zira
evvelki halkı külli şey' mazıye aid, bu ise istikbale nâzırdir.
Ya'ni bundan evvel herşeyi
halketmiş olan o olduğu gibi bundan böyle istikbalde de her şey'in halikı odur.
İlâhlık, ma'budluk da mübdiın, halikın hakkıdır. Binaenaleyh
(.........) siz de ancak onu ma'bud tanıyınz,
ona ibadet ve kulluk ediniz -de ondan başkasına teabbüd ile kendinizi tezlil
etmeyiniz (.........) o bütün bu sıfat ile
beraber (.........) her şey üzerine ve her şeye
karşı vekildir de- her hususta ve her şey'e karşı ona i'timad ve tevekkül olunur
ve her emir tefvız edilir.
Ya'ni alel'umum
mahlûkattan her birinin de halkı ilâhî ile asıyl olduğu bir hakkı vardır. Ve bu
suretle bir âlemi esbab ve insanın o esbab ile alâkası da vardır ki, Allah
onların hepsini hakk-u adl ile halketmiştir. Ve insan hem hâlikının hem kendinin
ve hem onların hakkını bu sebeblerden hiç birine sureti kat'iyyede mahkûm
olmamaktır. Esbaba hâkim olamıyan ve onlara perestiş mevkıinde bulunan insanlar
her şeyden ve o nisbette haktan ve hâlıktan uzaktır. Çünkü esbab bir kaç şeyden
ibaret değil, lâyuad velâ yuhsadır. Bunların hepsine tezellül ile ne onların
hakkı verilir, ne insanın, ne de hâlikın. Zira hiç bir şey, hattâ İns-ü Melekten
Resuller dahi hâlikın makamına kaim vekîl olamaz. Fakat hâlık hepsinin üzerinde
rab ve malik olduğu gibi her şey'e karşı vekildir de o her şeye karşı her şey'in
hakkını müdafaa ve ıhkak, umur ve mesalihini tesviye ve tanzîm eder. Hem kendi
namına velâyeti asliyye, hem mahlûkatı namın velâyeti niyabiyyeyi cami' her
hususta emîn-ü mu'temed bir veliyyül'emrdir. Bunun için münhasıran ona ubudiyyet
ve onun hukukuna ve evamirine riayetle her şeyin hakkı eda edilir. Ve ona
i'timad ve inkıyad ve ondan istiane ve telâkkıi emr ile kendisinden maada her
hangi bir şey'in, her hangi bir sebebin hukmüne galebe olunub her hacet
bitirilebilir. Binaenaleyh eğri ve çıkmaz yolları bırakıb da tevhid ve ıhlâs ile
doğrudan doğru bir Allah ubudiyyet etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı
zamanda masivaya karşı mağlûb olması ihtimali olmıyan bir noktai istinaddan
namütenâhî bir kuvvet ve mahlûkı hâlıka yaklaştıran pek yüksek bir ızzet-ü
hurriyyet, ebedî bir feyzı saadet iktisab etmektir.
(.........) neticesine ermektir, (.........)
misakı bu, sıratı müstekım budur. Ve binaenaleyh hiç bir şey'e değil, ancak
Allah’a dayanarak yalnız Allah’a ibadet ve kulluk ediniz, bütün ümid-ü
mahabbetinizi ve bütün havf-ü haşyetinizi ona bağlıyarak ve her işinizi ona
tefvız ederek ve bütün taleb ve ıhtiyarınızı onun evamir-ü irşadatına münkad
kılarak hareket ediniz ve ona halisane ıbadetle Dünyevî ve Uhrevî hacetlerinizin
is'afına tevessül eyleyiniz. Onun hâlk-u emri, imdad ve müsaadesi olmadan ne
İns, ne Cin hiç biri bir iş göremez. Gerçi
103
onu gözler idrâk etmez, gözleri o idrâk eder, öyle lâtif
öyle habîr o
(.........) onu basarların
hepsi idrâk etmez ve hattâ kendinden başka hiç bir basar onu kavrayıb ihata
edemez. (.........) ve fakat o basarların
hepsini idrâk ve ihata eder, görür, bilir: Basarlar kendini idrâk etmezken
onları idrâk eden, ettiren, gören, gösteren, hakıkati bilen ancak odur. -Burada
idraki hariç mes'elesine de celbi dikkat edilmiştir. Bir zîhayatın kendi
haricindeki mubsaratı görebilmesi ve müdrekâtı idrâk edebilmesi emri öyle bir
emri acib ve öyle bir mahiyyeti şerifedir ki, akıl bunun künhünü idrâk edemez.
Bütün hukemâ ve felâsife bunun izahından âcizdir. Meselâ gözümle karşımda bir
menare görüyorum, ne gözüm menareye kadar gitmiş ve ne menare gelib gözüme
girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm yalnız o menareden akseden zıyanın
ıhtiva ettiği ve küçücük gözüme tab'eylediği hurde menare resminden ibaret de
değildir. Ben gözümdeki menare resmini değil, uzakta büyük menarenin kendisini
görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrâk
ediyorum. Hattâ dikkat olunursa vasıtai rü'yet telâkkı edilen zıya bile bana,
benim gözüme telâkısi anında zıya oluyor ve o zaman parlayor ve rü'yet dediğim
hâdise de o zaman vaki' oluyor. Ve o anda ben yerindeki menareyi idrâk ediyorum,
bu nasıl olabiliyor?. İşte bu idrâki haric emrinin sirr-ü künhü akılların
havsalai idrakinden harictir. Ve bütün fenler, felsefeler bunu ihata
edebilmekten uzak kalmış ve feylesoflar bu noktada ya hayret veya safsatadan
başka bir şey yapamamıştır. Maamafih bu bir emri vakı'dir. Ve benim menareyi
gördüğüm bir hakiattir. Allahü teâlâ
bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların idrâk edemediği bu hakıkatin künh-ü
mahiyyetini idrâk edemediği bu hakıkatin künh-ü mahiyyetini idrâk ve ihata eden
de ancak odur. Basarlar onu idrâk ve ihata edemezken o basarları idrâk ve ihata
eder ve aynı hakıkat bütün müdrekâtta böyledir.
(.........) ve o böyle bir lâtıf-ü habîrdir. Ve lâtif-ü habîr ancak odur-
Nûrı idrâk gibi her lûtf, onundur. Her şey'e muttalı' olan, her doğru haberi
veren ancak odur. Binaenaleyh hem onu dûrbinler, teleskoplarla aramağa
kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye gözlerden gönüllerden uzak, hacetlerden
dileklerden, doğru doğru haberdar olmaz zannedib de ondan udul etmemeli, eğri
yollara sapmamalıdır. O lâtıf-ü habîr en görmiyen gözleri görür, ve en gizli, en
duyulmaz zannedilen şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamıyan esrar-ü
temeyülâtından haberdardır. O onlara kendilerinden yakındır. Ve onu ıbadet etmek
ve tafvızı umur eylemek için şart, onu görmek değil, onun görmesi, lâtîf-ü habîr
olması ve ona ıhlâs-u tevhid ile zat-ü sıfatına ve ef'al-ü eltafına îman
edimesidir. Şimdi ey ma'budi haktan udul edib Resuli Hakkı tekzib eyleyenler
104
Hakıkat Rabbınızdan size bir çok basıretler geldi artık kim
gözünü açar görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o
halde ben size karşı muhafız değilim
(.........) muhakkak size
rabbınızdan basıretler -kalb göziyle görülecek münebbihler, şahidler geldi.-
göze nisbetle basar ne ise kalbe nisbetle basıret de odur. Gözlerin görmesine
sebeb olan ve kuvvei bâsıra denilen nûrı rü'yete basar denildiği gibi kalbin
görmesine sebeb olan ve lisanımızda kalb gözü dahi ta'bir olunan kuvvei
müdrikeye ve alel'husus bunun zekâ ve fetânet ve firâset denilen ve bir emri
zâhir-ü bâtınına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve
parlak olması haline basıret denilir ki, bir nûrı ilâhîdir. Kezalik baş göziyle
hasıl olan ve görmek denilen idrâki tam ve kâmile basar denildiği gibi kalb
göziyle hasıl olan idraki tam ve kâmile ve ma'rifeti mütehakkıka ve yakınîyyeye
dahi basıret denilir. Bundan başka basıret beyyineye, hüccet ve bürhana, şahide
ve dikkat ve im'an ile ibret alınacak esbabı hidayete dahi ıtlak olunur. Çünkü
bunlar kuvayı müdrikeyi takviye eder, basıret ve tebassura sebeb olur. Ve bu
ma'naca basıret evvelki manâlara da şamil olur. Çünkü nefsi basıret dahi en
büyük huccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medarı ibrettir ve onsuz hiç
bir şey idrâk olunamaz. Burada da besâir ya birinci
ma'nâya ve yahud ona dahi şamil olan bu üçüncü ma'nâya olarak Kur’ân ve bâhusus
bâlâda varid olan âyâtı beyyinattır. Görülüyor ki, bu âyetler basar-ü basırete
nazarı dikkati calb ederek sureti umumiyede doğrudan doğruya ma'rifeti hakka
vusul basıret ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile de iş'ar olunuyor ki,
müşriklerde fili basıret yoksa da kuvvei basıret tarafı rabbanîden bütün hılkati
beşere verilmiştir. Ve sonra kalbi Muhammedîye vahyolunan âyâtı beyyinat ile de
bütün o basıretleri takviye edecek ve ikinci ma'nâ ile bilfiil basıret ve idrâki
tam husule getirebilecek olan berahîni ilâhiyye tebliğ olunmuştur. Ve şu halde
herkesin bu envarı basırete karşı kalb gözlerini yummayıb kendindeki kuvvei
basırete bakması ve bu suretle besâirden istifade ederek bilfiil basırete ve
ma'rifeti hakka ermesi vazifei ıhtariyesi kalmıştır. Binaenaleyh
(.........) her kim ibsar ederse,
ya'ni kalb göziyle bakar rabbından gelen bu
delâili basıret ile hakkı görmek ister de îman ederse bu kendi lehinedir. Kendi
menfaatinedir. (.........) ve her kim körlük
eder, kalb gözünü yumar, kör olursa bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir.
Kendi zararınadır. (.........) medlûlü üzere
asıl körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın hadd-ü payanı
yoktur. Ey basıret körleri bu takdirde (.........)
Ben de sizin üzerinize hafîz değilimdir. -
Ya'ni Allah verdiği
basırete, gönderdiği besâire körlük eden sizin gibi nankör kâfirlerin,
müşriklerin ef'ali ıhtıyariyelerinde hâfız ve hâmisi değildir, bil'akis
rakibidir. Körlük ve dalâlet halk eder, kendilerini körkörüne tuğyanlara,
zulmetlere bırakır, ve bundan muhafaza edecek ve zulmetlerden nûra çıkaracak
diğer bir veliyyi hafîz de mümkin değildir. Körkörüne rast gelene sarılırsınız,
onlar da sizi tutar, zulmetten zulmete, zarardan zarara sürüklerler. Hasılı
alâkülli şeyin hafiz ve hayrülhalikîn olan Allah
(.........) dur. Beriün minelmüşrikîn ve adüvvün lilkâfirîndir. Çünkü
bunlar Allah’ın hıfz ve himaye için verdiği ve gösterdiği besâire körlük etmiş,
hıfz-u vikayei İlâhiyyeden iba ve imtina eylemişlerdir. Ve bu hususta mes'uliyet
kendilerine aiddir. Görülüyor ki, burada ibsar ve ama fiilleri ıbade isnad ve
bunlardan birini tercih ve ıhtiyar ile vazifei tahaffuzun abde aid olduğu tefhim
olunarak tevhidi hâlik mes'elesine karşı tevehhüm olunabilecek olan bir cebr
suâlinin hallile büyük bir inzar vardır. Basıret körlüğü eden kimselere kendi
«ene» si, ya'ni benliği, nefsi muhafız olmadığı
gibi hâlık tealâ da onlara hafîz ismi şerifiyle muamele etmez. Ve işte bizim
anladığımıza göre Allahü teâlânın
görderdiği besaire körlük ve hakkına nankörlük eden kâfirlere, müşriklere karşı
(.........) buyurması bu ma'nâ iledir. Ve
âyette (.........) gıyabından
(.........) tekellümüne iltifat vardır. Burada
müfessirîn «hafîz» ismi şerifini mücazat
veya mükâfât etmek üzere amelleri murakabe ve hıfz eden «rakıb» ma'nâsiyle
tefsir ettiklerinden dolayı bu âyet lisanı resul üzere varid olmuştur diyorlar.
Ve bunu «ya Muhammed! de ki, sizin üzerinizde hafîz,
ya'ni amellerinizi murakabe ve hıfz ederek muahaze edecek olan rakıb ben
değilim Allahdır, Ben ancak bir resulüm» mealinde tefsir ediyorlar. Fakat biz bu
te'vili pek de muvafık bulmuyoruz.
105
yine âyetleri böyle şekilden şekle koyuyoruz ki, hem o
körlük edenler sana ders almışsın desinler, hem onu ilmi şânından olanlar için
tebyîn edelim
(.........) Ve işte biz
böyle âyetleri tasrif ederiz.- Hakıkî vücuh ve suveri muhtelifesile ifade eder
ı'cazkâr bir nizamı bedi' ile halden hale tevali ettirir, şekilden şekle
koyarız. Bir taraftan nûrlar saçar gözlerden geçirir, Basıretler açarız, diğer
taraftan bunları lâyık olmıyan gözlere göstermez, basıretleri bağlar, körlük ve
zulmetler içinde bırakırız (.........) bu
tasrif ve tasarrufu şu akıbet ve hikmet için yaparız ki,
(.........) sen ders görmüşsün, çok okumuşsun,
ya'ni bu âyetler ve Kur’ân tahsıl ve tetebbua
mütevakkıf bir çok ulûm ve maarif ile alâkadardır. Bir ümî bunları bilemez ve
bunlar vahy ile de olmaz, demek ki, sen kimsenin haberi olmadan gizlice ders
almışsın desinler -İbn-i Kesir ve Ebû amır kıraetlerine göre
(.........) müdarese etmişsin,
ya'ni kitâb ehli, okumuş bir takım kimselerle
müzakere etmişsin, bu ma'lûmatı o suretle ediniyorsun ve söylediklerini vahy ile
değil, o müzakere ile söylüyorsun desinler- İbn-i âmir kıraetine göre
(.........) bunlar
ya'ni senin okuduğun şeyler zemânı geçmiş, bugün için hukmü kalmamış eski
şeyler desinler -hasılı bunlardan birini söyleyerek hem Kur'ânın ehemmiyyetini
ve senin bir ilmi ledünnîye mazhariyyetini zımnan i'tiraf, hem de vahiy ve
nübüvveti inkâr ile küfr-ü şirkte ısrar etsinler. Buna mukabil
(.........) biz de bu âyetlerin mazmununu
bilecek olanlara, ilim şanından bulunanlara beyan ve tavzıh edelim: Ya Muhammed!
106
Rabbından sana ne vahy olunuyorsa ona tâbi' ol başka ilâh
yok ancak o, müşriklere bakma
(.........) sen rabbından
sana vahy olunana tâbi ol (.........) ondan
başka ilâh yok, ona bak (.........) ve
müşriklerden sarfı nazar et, ne derlerse desinler bakma
107
Allah dilese idi müşrik olmazlardı, biz seni onların
üzerine mürakıb göndermedik, sen onlara vekil de değilsin
(.........) Allah dilese
idi onlar da müşrik olmazlardı, iymânı ıhtıyarlarına bırakmaz, şirkten muhafaza
eder, cebren mü'min kılardı. Mademki müşriktirler demek ki, Allah iymanlarını
dilememiş ve onları şirkten ve şirkin muktezayatından muhafaza etmemiştir.
(.........) Biz seni anların üzerine muhafız da
ta'yin etmedik -Binaenaleyh ne onları şirkten ve başlarına gelecek felâketten
muhafaza edebilirsin, ne de bundan dolayı mes'ul olursun
(.........) ve sen onlar üzerine vekil de
değilsin.- Onlar tarafından vekil değilsin ki, leh veya aleyhlerine idarei umur
etmek için onlara bakasın. Allah’ın vekili de değilsin ki, şirklerinden dolayı
üzerlerine musallat olub Allah’ın onlara yapacağı muahaze ve mücazatı veya
ıslahatı yapmak salâhiyyetini haiz olasın. Hâsılı sen ancak Allah’ın evamir ve
ahkâmını tebliğ-u ıhbara me'mur bir Resulsün. Bunun için rabbından sana ne
vahyolunursa ona ittiba' et ve müşriklere bakma. Ey mü'minler:
(.........)
108
Maamafih onların Allahdan beride taptıklarına sebb de
etmeyin ki, cehaletle tecavüz ederek Allâha sebbetmesinler; her ümmete böyle
amellerini tezyin etmişizdir, sonra ise hep dönüp Allah’a varacaklar, o vakıt
kendilerine temamen haber verecek ne yapıyorlardı
(.........) Ey mü'minler
(.........) Allahtan başkasına yalvaranlara,
tapanlara sebbedib de (.........) cahillikle
atılarak Allah’a sebbetmelerine sebeb olmayın. -
Ya'ni onlara taptıkları,
kendilerince hurmet ettikleri şeyleri karıştırarak meselâ «kahrolsun taptığınız»
veya «dini şöyle böyle» gibi bir sebb-ü şetmile hıtab ederek söğerseniz,
vicdanlarına, hissiyyatlarına basmış olursunuz, onlar da hiddetlenerek ve
cehaletlerinden dolayı mukabele bilmisil yaptıkları zu'münde bulunarak «biz de
sizinkine» diye sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun ona mümasil olmadığını
bilmezler ve bu suretle hakkı tecavüz ederek Allah’a sebbetmiş olurlar. Ve siz
bu sebb-ü küfre sebeb olmayın: Sebb-ü şetim sureti umumiyyede ahlâkî bir şey
olmadığı gibi aslı i'tibariyle batılı, küfrü, istihkar ve tezyif etmek gibi
meşru' ve müstahsen de olsa böyle küfre ve tezyidi küfre sebeb olacak olan
sebb-ü şetim tesebbüben bir küfür demektir.- Bundan dolayıdır ki, kütübi
Fıkhiyyede her kimin olursa olsun dinine sebbetmek elfazı küfürden sayılmıştır.
Hâsılı, her hangi bir milletin ne kadar bâtıl olursa olsun mukaddesattan
zu'mettikleri şeylere sebbetmekten sakınmalıdır.
(.........) biz böyle her ümmete amelini zinetlemişizdir. -Kimisinin
lehine tevfık, kimisinin aleyhine tahzîl olmak üzere her birine muhtelif
daıyeler, şakileler, zevkler, telâkkiler vererek yaptıklarını hoş
göstermişizdir. Nefsel'emirde hayr olsun, şerrolsun, küfrolsun îman olsun. Tâat
olsun, ma'sıyet olsun hepsi yaptıklarını beğenerek, güzel telâkkı ederek
yaparlar. Ve sevdiklerini müdafaa için heyecanlara düşerler. Hoşlanıb
hoşlanmamak gibi hissiyyat ıhtiyarî değil cebrîdir. Hakk-u hayrın tarikı
mücerred zevk ve hissiyyatta değil, balâda beyan olunduğu üzere besairdedir.
Basıreti bırakıb ta yalnız zevk ve süs, hissiyyat arkasında gidenler bir çok
kötü şeyleri iyi telâkkı ederek yapmağa mecbur olurlar. Allah onları yanlış
telâkkılerden muhafaza etmez, bil'akis kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi
gösterir, hepsi yaptığını kendi lehine iyi yapıyorum diyerek yapar. Fakat yalnız
onların telâkkılerile ve bahussu rızayı hakkı gözetmeyib mücerred süse, zevka
tabi' olan telakkîleriyle ve yalnız kendi rızalarına istinad eden amelleriyle iş
bitmez. (.........) sonra merci'leri,
müracaatleri, hepsinin rabbı, mâliki emri olan
Allahü teâlâya müntehîdir.- O süsün ilk neş'esi geçer, nevbet sonuna,
netaicine gelir. O neş'eti ûlânın bir neş'eti uhrâsı, öldükten sonra bir
dirilmesi ve o zaman huzurı rabbül'âlemînde bir dikilmesi vardır. O vakit
(.........) rabbülalemîn onların mukaddema
yapar oldukları amellerinin ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O günde
süslü görüb beğenerek yapmasını ı'tiyad ettikleri amellerin süslü mü süssüz mü,
acı mı tatlı mı, güzel mi çirkin mi ne olduğunu sonunda anlarlar. Şimdi
müşriklerin ba'zı amellerini ıhbar ve Allah’ın mercıı umur olduğunu tafsıl ile
buyuruluyor ki,
(.........)
109
Bir de olanca yeminleriyle Allah kasem ettiler ki, eğer
kendilerine bam başka bir âyet gelirse imiş her halde ona iymân edeceklermiş, de
ki, "Âyetler ancak Allah’ın nezdinde" siz ne bileceksiniz ki, doğrusu: onlar o
âyet geldiği vakit de iymân etmiyecekler
(.........) Müşrikler
güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah’a kasemde ettiler ki,
(.........) her halde kendilerine bir âyet,
istedikleri bir mu'cize gelse -ezcümle Safa tepesi altın olsa- muhakkak ve
muhakkak îman edeceklermiş. -Rivayet olunduğuna göre ba'zı mü'minler de bunların
bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin nüzuliyle iymanları ümidine düştüler.
-Ya Muhammed (.........) âyetler ancak Allah’ın
ındindedir.-
Ya'ni onlara kadir olan
ancak odur. Dilediğini ızhar eder, dilediğini etmez, hiç biri benim kudret-ü
irademle değildir -De. (.........) siz
bilmezsiniz ki, (.........) o istedikleri âyet
geldiği vakit de îman etmezler.
110
Biz onların kalblerini ve gözlerini ters döndürünüz, ilkin
buna iymân etmedikleri gibi bırakıveririz kendilerini de tuğyanları içinde kör
körüne bocalar giderler
(.........) ve biz onların
gönüllerini ve gözlerini çeviririz.- Gönülleri bir tarafa, gözleri başka tarafa
döner, hayret ve tereddüd içinde kalırlar. (.........)
ilk defa îman etmedikleri gibi yine hakkı anlamaz, âyeti görmezler, îman
etmezler (.........) ve kendilerini
basıretsizlikleri ile tuğyanları içinde bırakırız, kör körüne yuvarlanır
giderler. -
Ya'ni ilk evvel
iymansızlıkları sebebi îman olacak âyât olmadığından değil, temerrüd ve
tuğyanlarından ve âyâtı hakkı görmemezlik ettiklerinden dolayıdır. Ve bundan
dolayı Allah onları küfr-ü tuğyanlarına bırakmayı takdir etmiştir. Allah onları
bu tuğyandan muhafaza etmiyecek, mü'minlere verdiği hidayeti ve tevfikı iymânı
vermiyecek, körlüklerinde bırakacak, tab'edecek
(.........) sirri temamen zâhir olacaktır. Onun için bir âyet değil:(.........)
|