Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

139

 

006 - EN'ÂM SÛRESİ

 

CÜZ :

7

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

95

Allâh o dâneleri, çekirdekleri pörtleten, ölüden diri çıkarır, ve diriden ölü çıkaran, işte size söyliyorum Allâh o, şimdi söyleyin nereden çevriliyorsunuz?

(.........) Allah dâneleri ve çekirdekleri yarandır (.........) ölüden diri çıkarır (.........) ve diriden ölü çıkarandır. (.........) işte Allah budur. -Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olan fâtırı muciddir.

FALK, şakketmek çatlatmaktır. HABB, habbenin, NEVA da çekirdek demek olan nevatın cem'i makamında ismi cinstir. Hab, dane, ot tohumlarına, nevat, çekirdek de ağaç tohumlarına delâlet eder. Maamafih ot ve ağaç ikisi de nebatî olduğundan nevatı dânenin içindeki mayei nebatî gibi mülâhaza etmek ma'nen daha muvafık olacaktır ki, bir habbenin içindeki bu lüb, bu maya bir hurma veya üzüm tanesinin içindeki çekirdek gibidir. Buna nevatın tasgıri olarak «nüveyye» dahi denilir ki, Fransızların «nuvoyya» ta'biri bundan me'huz görünür. Bakınız bir dâne, bir çekirdek dahilinden bir hareket, bir tazyık, bir intaş husule getirir, onu altından üstünden falkeder, çatlatır, tabiatı sükûnu tabiatı harekete, tabiatı ittisali tabiatı infisale tahvil eder. Üstteki çatlaktan vahidülfelka veya zatülfelkateyn olarak havaya yükselen şecere, altındaki çatlaktan zemine geçen ve saçak ta'bir olunan şecere çıkar ve o habbe, o çekirdek evvelâ böyle biri sâıd, biri hâbıt iki muhtelif tabiatte bulunan iki şecerenin sebebi ittisali olur. Parmakla eziliverecek kadar ince ve lâtif olan o yumuşak saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemiyeceği derecede sulb olan yerleri ve ba'zı zaman kaskatı taşları bile çatlatır, aralarına girer ve sonra bir nebât, bir ağaç üzerinde o kadar acîb ve bedi' bir surette tabayi'ı muhtelife tahassul eder bu muhtelif garaizin hepsi öyle bir ahenk-ü nizam ve işler çalışır ki, acaib-ü dekaikının şerh-ü izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıb çıkan kışir. Haşebe, öz,

uruk, cezr, sak, ağsan, evrak, ezhar, envar bu muhtelif tabayiın her biri bütün kuvayı tabiıyye üzerinde icrayı hukm-ü te'sir ve ibrazi sun-u kudret eden kudreti fatıranın âyâti ı'cazından olan birer âlemdirler. Bunları daha geniş bir zevk ile müşahede etmek isteyenler nebatatın teşrihını, ensacını garâizi uz'viyyesini tedkık ve mutalea etsinler. Sonra çatlaktan çatlağa, fıtratten fıtrate geçen ve sıfatları hassaları, levinleri, şekilleri, ta'mları, tabiatları muhtelif olan bu ecsamı muhtelifenin mesaii müşterekesinden maksudı aslî olan semere tevellüd eder. Bir habbe veya bir çekirdek yerine kat kat kutular, mahfazalar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri kemalini bulunca yeni bir âlem olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere zemine atılır. Menşe' bir ve tabiatin, nücumun, fusulün, anasırın te'sirleri şeraitı müsavi olduğu halde bir habbeden, bir çekirdekten bu kadar muhtelif ecsam ve tabayiın çatlayıb çıkması tabayi' ve anasırın değil, hakîm rahîm, kadiri muhtar olan vacibülvücudun takdir-ü tedbiri eseri olduğunda şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları bitirib çıkaran kudreti fâtıra ne ise yine toprakta bunlardan çekirdeği bitiren kudreti fâtıra ne ise yine toprakta bunlardan çekirdeği bitiren kudreti fâtıra da odur. Gerek dâneyi, çekirdeği şaktan nebât ve eşcâr çıkarmak ve gerek bir şaktan dâne, çekirdek halk etmek her iki ma'nasile (.........) odur. Binaeanelyh doğrudan doğru topraktan habb-ü nevatı yaradıb çıkaran da odur. O böyle ölüden diri çıkarır, diriden ölüyü çıkaran da odur. Ve bu ma'na hayvanâtta daha derin ve daha büyük bir şümul ve bedaat ile zâhirdir. Ve işte Allah bu falk-u fıtrati yapan, ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar üzerinde hâkim olan kadiri mutlak, faıli muhtardır. (.........) binaenaleyh ondan nasıl çevrilir de başkalarına taparsınız? Yahûd ondan, onun te'siri hukm-ü kudretinden nerede kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun gerek mematta, gerek hayvanlara karışın gerek otlara, gerek yere geçin gerek göke çıkın, gerek zulmette bulunun, gerek nûrda. Hasılı hiç bir halde, hiç bir noktada onun elinden kurtulamazsınız. Zira

96

O, tan attırıb sabah çıkaran, geceyi bir aramgâh kılmış, Şems-ü Kameri de birer nişanei hisâb, o işte o azîz, alîmin takdiri

(.........) sabahı çatlatan: zulmetleri yarıb fecr yapan, zıyayı aksettirib tan attıran odur. (.........) o geceyi seken: dinlenecek istirahat edecek bir muhıtı sükûn (.........) Şems-ü Kameri de hisab yapmıştır. -Âsım Hamze, Kisaî ve Halefi Âşirden maadasında (.........) okunur- zulmeti ademi çâk edib tan attırarak yoğu var eden ve ufku sabah ve sabahatle açıb vücude, hayata intibah ve hareket-ü faaliyet veren ve geceleyin bunları gizleyerek heyecanları teskin etmek ve yorgunlukları dinlendirmek için bir sütreti sükûn çeken yine odur. Âyeti nehar olan şems ve âyeti leyl olan kamer bunların âmil ve faili değil, vasıtai hisabiyyeleridir. Hepsi hisablı yapılmıştır. Ve insanlar faaliyyet ve sükûnlarının hisabını vermekte mükellef bulunduklarından Allahü teâlâ mekadir ve kemmiyyatı ta'yin-ü tahsıs ederek hisabı da halketmiş, şems ve kameri bu hareket-ü sükûnun hisabına birer alâmet yapmıştır. (.........) bütün bunlar, bu falkler, bu caıller, bu hisablar (.........) o azîz ve alîmin takdiridir. -Ne hisabsız, takdirsiz, gelişi güzel, keyfe mettefak oluvermiş bir tesadüftür, ne de ne yaptığını bilmiyen kör bir tabiatin ıttıradıdır. Böyle vücud ve adem, zulmet ve nûr, hareket ve sükûn gibi ikisi de bir yere gelmek ıhtimali bulunmıyan muhtelif ve mütenakız tabiatlerin her birine birer mıkdarı muayyen tahsıs ederek birer had koyub nâmütenahî ıhtilâflarına rağmen hepsini bir nizamı te'lif ve terkib içinde hisabı kat'î ile yürütmek elbette hiç bir tabiate mahkûm olmıyan nazîrsiz bir ızzet-ü kudretin ve gaib-ü şâhidi bilen nihayetsiz bir ilmi muhkemin sahibi olan bir azîz ve alîmin eseri beliği ve sun'ı bediıdir. Binaenaleyh o hâlık-u fâtır olan Allah yalnız kadir değil şerik ve nazîri yok bir azîz-ü alîmdir de. Bunu hisaba almayıb da ondan sarfı nazar etmek ve onun tahtı ızzet ve ilminde bulunan kuvai tabiıyye veya hayatiyye veya felekiyyeye bağlanıb perestiş etmek ve sonra onun hisabından kurtulmak nasıl mümkin olur? Halbuki:

97

Hem odur, o ki, karada ve denizde yolu doğrultmanız için size yıldızları sebeb kılmıştır, hakikat ilim ehli olanlar için âyetleri tafsıl eyledik

(.........) O hem öyle bir Allahdır ki, (.........) sizi nücum için değil, nücumu sizin için, ya'ni (.........) berr-ü bahir zulmetlerinde bunlarla hidayet bulasınız: Bunların delâletiyle hedefinizi, cihetlerinizi, kıblenizi, maddî ma'nevî yolunuzu doğrultasınız diye yapmıştır. -Binaenaleyh bunlar size taallûkları noktai nazarından üzerinizde hâkim ve müdebbir birer ma'bud değil, menafiinize hâdim birer fanusı hidayet ve âyâtı rahmettirler. (.........) şübhe yok ki, biz ilim şanından olanlar için bu âyetleri tafsıl ettik.-

Evvelâ Semadaki yıldızlar gibi nokta nokta ayırt edilerek veciz bir surette kesretle zikr-ü beyan edilen bu âyetler umuma hidayet olmakla beraber öyle ilmî noktalardır ki, bunlardan ehli ilm olanlar, bilmek şanından bulunanlar istifade ederler.

Saniyen bunların kitabı hılkatte, berr-ü bahirde, Arz-u Semada, nebatat ve hayvanatta, cevviyyat ve felekiyyatta o kadar çok tafsılâtı vardır ki, bunlardan intifa' edebilmek de ehli ilm olanlara, kabiliyyeti ilmiyesi bulunanlara mahsustur. Binaenaleyh müslimanlar bu düsturları esas ittihaz ederek nebatat, hayvanat, hisab, rasad, asârı cevviyye, hey'eti riyazıyye ilimlerini tahsıyle çalışmalıdırlar. Hâsılı bu âyâtı Kur’âniyye o kadar ulûmı mufassalayı muhtevidir ki, bunun şerh-ü tafsılinde (.........) hukmü caridir.

98

Hem odur, o ki, sizi bir tek nefisten halketti, demek bir müstekar bir de müstevda' var, hakıkat ince anlayışlı fıkıh ehli olanlar için âyetleri tafsıl eyledik

(.........) Yine o öyle bir Allahtır ki, sizi ibtida bir nefisten inşa etti. -Bir candan, bir Ademden neş'et ettirdi, üretti [Sûre-i «Nisa» nın başına bak.] (.........) sonra bir müstekarr, bir de müstevda' var: Çeşit çeşit.-

MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA' istıkrar ve istiyda' ma'nasına masdarı mimî veya mahalli istıkrar ve mahalli istiyda' ma'nâsına ismi mekân olur.

Ya'ni hepiniz bir nefisten neş'et etmiş olduğunuz halde her birinizin bir istikrar haliniz, bir istiyda' haliniz var. Sulbden rahime, rahimden Dünyaya, Dünyadan kabre kâh istıkrar kâh istiyda' iki mütenavib hal içindesiniz yahud kiminiz istikrar yeri, kiminiz istiyda' yeri, ba'zınız erkek ba'zınız dişi, yahud kiminizin mevzı'ı istıkrarı kiminizin mevzı'ı istiydaı var, ba'zınız sahibi sulb, ba'zınız sahibi rahim ba'zınızın karargâhı, hanesi vatanı var, ba'zınız gurbette, seferde veya göçebe. İbn-i kesir, Ebû amr, Ya'kubdan Revh kıraetlerinde kafın kesriyle ismi fail olarak (.........) okunur ki, bu surette (.........) ismi mef'uldür. İstıkrar lâzım olduğundan müstekar ismi mef'ul olamaz. Fakat istiyda' iki mef'ulüne ta'diye eder ki, birisi vedia kılınan şey, diğeri de kendine vedia edilen şeydir. Ve bunun ikisine de müstevda' denilir ve burada birincisidir. Binaenaleyh bu kıraete göre ma'na: Hepiniz bir nefisten inşa edilmiş olduğunuz halde kiminiz müstekır bulunuyor, istıkrar halinde, kiminiz de henüz vedia halinde yani kiminiz henüz menşe' olan sulbden ayrılmamış orada duruyor. Kiminiz rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir ma'na ile: Kiminiz rahimde istıkrar etmiş, kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor yahud kiminiz bilfiil halkedilmiş, kiminiz de henüz kuvve halinde, yahud kiminiz kararını bulmuş, bülûğ ve kemaline irmiş, kiminiz de henüz tahti velâyet ve vesayette, yahud kiminiz mütemekkın, medenî veya mukım, kiminiz müsafir veya seyyar, nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı Dünyada. Hâsılı menşe' bir neş'et mütenevvi', naşi' ve ahval, ıttırad ve inkılâb içinde hem müttefik, hem muhtelif de muhtelif. Binaenaleyh tabiî bir noktai nazara bakıldığı zaman ilm-ü fennin en büyük kanunu olan ıttıradı tabiat kaidesi mucebince bu tenevvü' ve ıhtilâf olamamak ve bu neş'et bulunamamak iktiza ederdi. Eğer bu vakıat olmasa idi de mes'ele tabiat mebdeiyle binnazariyye tasavvur edilse idi bu neş'etlere mümteni' bir tenakuz nazariyle bakılmak lâzım gelirdi. Halbuki âleme nazaran bile menşe'i vahidden füruı kesire ve mütehalifenin neş'eti emri vakı'dır. Ve vakıa, vakıadır. Demek ki, ılleti vakıa, madde ve tabiati menşe' değil halıktır. Maddeye ve tabiati menşe'e inzımam eden her hâdısede bir halkı cedid vardır.

Ya'ni bilâ madde icad gibi zat ve sıfâtı halıktan başka hiç bir şarta mütevakkıf olmıyan bir icadı ma'dum, bununla beraber bu icadı icadı sabıka tevfik ve rabtederek onu tenmiye ve tezyid eden bir takdir ve bir sun'ı bedi' vardır, Maddeyi kendi tabiatinde istıkrar ettirmeyib de şakketmek ve ona onda bulunmıyan tenevvü' ve ıhtilâfi vererek vahidden kesir, muvafıktan mugayir ve mugayirden muvafık çıkararak bir çok furu' ve şuebatı muhtelife inşa etmekte dahi ilk maddeyi ademden icad gibi madde ve tabiati madde haricinden gelen bariz bir halk-u te'sir, vücudi halika ve ılm-ü kudretine delâlet eden bir sun'ı bedi' okunur ki, bunun vücuhı delâleti ma'nayı tabiat olan istıkrar ve ıttıradın zıddı olub onu temamen veya kısmen tehallüf ettiren yeniliklerin, inkılâbatın mevcudiyyetidir. Her istîda' her yenilik, her hudus, her uruz, her tegayür bir delili halk ve bunun içinde her istıkrar, her ıttırad, her tevafuk, her nizam bir delili san'attir. Vahidin kesir, mugayirin kesir, muvafıktan mugayir yapılması ancak halk-u inşa ile mümkin olur. Ba'zıları ademden halki bekayı ıllet ve tezayüfi ılliyyet kaidesine muhalif zannederler. Tabiate nazaran bir de ademden halk, ma'dunun ılliyyeti ma'nasına tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Zira ma'dumun ılliyyeti, ılletin ma'dumiyyeti demek olacağından bu takdirde ne ıllet kalır, ne de bakayı ıllet. Halbuki hâdisat için ıllet zarurîdir. Tabiat, ıllet farzedildiği zamanda da her teğayür ve tahavvül noktasının beka ve tezayüfi ıllete muhalif olduğu bedihî bir emri vaki'dir. Fakat halkta ıllet hâlık olmak üzere mülâhaza edildiği zaman ne bekayı ıllet, ne de tezayüfi ılliyyet hiç biri tehalüf etmemiş olur. Ve hattâ halk mefhamudur ki, bu kanunu tesbit ve te'yid eder. Ancak tezayüfi ılliyyet, her ma'lûlün ıllete tevakkufu ve ılletten fazla bir kudret ifade edememesi ma'nasına anlaşılmalı, Ma'lûlün behemehal ılletine müsavatı ma'nasına telakkı edilmemelidir. Zîrâ ma'lûlün ılletine müsavatı da muhaldir. Bir okka bir okkayı çekemez. Hakikî ıllet, ma'lûlünün müsavisi olamaz. Bir fark ve fazlı haiz olmak zarurîdir. Illet ma'lûlüne kendinden bir şey vermez, onda eserini halkeder. Yoksa ıllet tükenir, bekayı ıllet kalmaz. Ve bunun için ıllet, ma'lûlünün aslı değil hâlık ve harii'dir. Tohum ve ağaç, baba ve evlâd, usul ve furu' yekdiğerinin ıllet ve ma'lûlü değil sebeb ve müsebbebi, ya'ni tarikı hudusu ve mahalli istiydaıdır. Bunların istiyda' ve istıkrarları da beka ve tezayüfi ılletin, vücud ve te'siri halikın vechi delâletleridir. Asl ile feri' arasında inkılâb ve ıhtilâf ne kadar çok ve ma'nayi istıkrar ve ıttırad ne kadar az olursa orada hukmi tabiat o kadar az ve te'siri hâlık o nisbette çok görünür. Gerçi lâekal hareket ve sükûn gibi iki ma'nayi mütegayire kabiliyyetten azâde olan sükûn ve istıkrarı mutlak içinde bulunan hiç bir madde yoktur. Ve hattâ mücerred hareket bile tabiatin kanunı küllîsi olan ıttirada ve yeknesaklığa muhalif ve teceddüd ve inkılâb ifade eden bir tegayür ve istiyda'dır. Lâkin eczai maddedeki bu tegayür ve tahavvül ekseriyyetle hafiy olduğu için mücerred madde fikrine doğru inildikce hukmi tabiat daha zâhir ve madde bakı ve müstakır gibi tevehhüm olunur. Maamafih mevaddi basitada tahavvül hissedildiği zaman da besatati haysiyyetiyle ma'nayı halk daha büyük bir bedahetle keşf olunur. Bu suretle cemadat ve maadin üzerindeki ma'nayı halk nebatata, hayvanata doğru geçildikçe bir nisbeti mütezayide ile artar, delâili halk daha çok tebarüz eder. Tenasüli beşerî ve hayatı insaniyyeye gelince: efradı beşer beynindeki tefavüti ahval hepsinden ziyade olduğu için burada kudret ve san'ati hâlık delilleri daha çok daha mufassal ve bununla beraber kesreti terkib ve tafsılden naşi tasavvur ve ihatası daha müşkildir. İşte (.........) bütün bu delâili ve âyâtın vücuhi delâletlerini bütün vuzuh-u tenkıhı ilmîsiyle gösteren bir düsturdur. Ve hiç bir hakîm, hiç bir felsefe «ıttırad ve tegayür» tahaffuz ve tahavvül, beka ve tezayüf düsturunu bu kadar güzel ve bu kadar şumul ve tezayüf düsturunu bu kadar güzel ve bu kadar şumul ve nekahatile fezleke edememiştir. Binaenaleyh burada evvelâ cinsi beşerin ma'nayı vahdetini tazammun eden Hazret-i Âdem’in heyfiyyeti halk ve inşasiyle hiç meşgul olmadan her ailede, her kavm-ü kabilede gördüğümüz veçhile bir asıldan, bir ırktan bir çok kimselerin mütevaliyen tenasül te tekessür edib gittilerini ifade eden tenasül kanununun iş'ar ettiği kesreti tenevvü' ve tahavvül kat'iyyetle isbat eder ki, Allahü teâlâ yalnız menşe'lerin halikı değil, bütün tafsılatiyle her nevi' neş'etlerin dahi halikıdır. Görülüyor ki, (.........)

tahlil ve tafsıli o kadar yüksek ve amîk bir düsturı hıkmettir ki, bununla o bir âyetlerin vücuhı delaletlerindeki en dakîk bir mebde', tafsıl ve izah edilmiş bulunuyor. Binaenaleyh bunu anlamak, diğer âyetleri de şerh-ü tafsıl etmek demek olacağı ve bu da onlardan daha derin daha ince bir ehliyyeti ilmiyye ıktiza edeceği cihetle buyuruluyor ki, (.........) Biz bu âyetleri ehli fıkh olan, nefisinde ince ve derin bir fehmi bulunan zümrei hukema için tafsıl ettik. -

Ya'ni tafsılden istifade edebilmek için sade ehli ilm olmak kâfi değil fakıhünnefs olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği veçhile fıkıh aslı lûgatte bir şeyi ılel-ü hıkmetiyle anlamak, fehimi dakîk ile fehmetmek ma'nâsınadır ki, bunda ma'rifetünnefis ma'nâsı da mündericdir. Ve bununla şuna da işaret edilmiştir ki, bundan evvelki âyetlerin tafsılâtı ilmiyyesi şeraitından biri de insanların kendilerini ve ahvali nefsiyyelerini tanımalarıdır. Alel'âde ehli ilm olanlar ma'rifetünnefsi hisaba almadan afâkı anlayıverdiklerini zannederler. Halbuki âyâtı afakıyye, âyâtı enfüsiyye ile bilinir ve kararı hak ikisinin intıbakından verilir. Binaenaleyh neş'eti insaniyye ve hayatı enfüsiyye fehm-ü temyiz olunmadıkça neş'eti afakıyye hakkındaki ilim, gayri muhkem olur. Neş'eti insaniyye ise neş'eti nebatiyye ve hayvaniyyeden daha cem'iyyetli olduğu için ma'rifeti nefis daha mu'dıl ve kendinden zühul etmemek şartıyle mütaleai afak daha zor olduğundan ve (.........) tahlili bu tafsıli de muhtevi bulunduğundan evvelkinde (.........) ile iktifa olunduğu halde burada (.........) buyurularak daha ziyade tahsıs kılınmıştır. Binaenaleyh fakıhünnefs olmayanlar için ne kadar tafsılât verilse boştur. Fakıhünnefs olanlar için de vakı'de mevcud olan tafsılâtı anlamak için bu âyet en büyük miftahı tetkık ve tahlildir. Ve hatta böyle fakıhünnefs olanlar yine bu âyetteki düsturun iş'ar ettiği âyâtı tafsıliyyenin kendisidirler. Bunun için ehli fıkha bu cem'iyetli nokta ıhtar edildikten sonra aynı düstur dahilinde (.........) mazmununu teşrih ve silsilei ıstıfa ve tekâmülü tavzıh ve bu babda anasırı bir mebdei müessir gibi mülâhaza edenleri redd için en mühim anasırı hayatiyyeden bulunan ve bir zamanlar basit ve kadim zannedilen suyun inzalinden bed' ile bunun üzerinde tecelli eden ve cem'iyyeti beşeriyyenin devamı hayat ve esbabı saadetine teallûk eyliyen âyâtı rahmet ve delâili kudret gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir tahlil-ü terkib ile umuma irae olunarak şöyle buyurulmuştur:

99

Yine odur, o ki, Semâdan bir su indirdi, derken onunla her şeyin nebatını çıkardık, derken ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üzerine binmiş dâneler çıkarıyoruz, hurma ağacından da tal'ından sarkan salkımlar ve üzümlerden bağlar, zeytunu da narı da birbirine benzer benzemez, bakın her birinin meyvesine: Bir meyve verdiği vakıt, bir de kemale erişine, şüphesiz şu sizi gösterilende îman ehli olanlar için bir çok âyetler vardır

(.........) Ve yine o, öyle bir Allahdır ki, (.........) yüksekten bir su indirdi. İmdi kudret-ü rahmete bakın ki, biz azîmüşşân bir su indirdik de (.........) bununla her şeyin nebatını çıkardık. -Habb-ü nevatın ve her türlü nebatın ve insanlar ve hayvanlar gibi nebat ile tagaddi eden veya maadin vesaire gibi nebatata gıda olarak onlara tahavvül ve temessül edecek olan her şeyin nebatiyyetini, kuvvei nebatiyyesini, nümüv ve inkişaf hasletini fi'le çıkardık (.........) ve binaenaleyh ondan -o nebattan veya o şeyden- taze bir yeşilik, bir çim çıkardık (.........) bir yeşillik ki, ondan birbirine binmiş dâneler çıkarırız. -Buğday, arpa, çavdar gibi hububat başakları havadan hücum edecek düşmanlara karşı harb nizamı almış mızraklarını uzatmış süvari bölükleri gibi ne güzel müterakibdirler (.........) ve hurma ağacından (.........) tal'ından da ya'ni tomurcuğundan da (.........) yakınlara sarkmış salkımlar olur. (.........) ve daha türlü üzümlerden bağlar (.........) ve zeytun ve nar (.........) birbirine hem müteşabih, hem de gayri müteşabih- bu müşbehet ve ademi müşabehet kaydi yukarıda istıkrar ve istiyda' ile ifade olunan ıttırad ve tegabür düsturunun mantık noktai nazarından daha vazıh bir ifadesidir. (.........) şimdi bunun bir meyve verdiği zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemale irişine. -Arada ne büyük bir fark vardır, ve bu farkta ne mühim bir feyzı terbiye, ne açık bir feyzı terakki!... (.........) Her halde bunda îman edecek olanlar için- Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, hikmeti rübubiyyetine delâlet eden -bir çok âyetler vardır. Suyun inzali, nebatın, çimin ihracı, (.........) diye mazı sıgasiyle ifade edilmiş olduğu halde habbi müterakibi, ihrac (.........) diye istıkbal sıgasiyle ve (.........) ın sıfatı olarak kuvve halinde gösterilmesi ve tomurcuğun, salkımların bu minval üzere bunlara atfedilmesi şayanı dikkattir. Bununla Mekkede Bu âyetin nâzil olduğu sırada dini islâmın henüz o çim, o tomurcuk misalinde olduğuna, Kur’ân’ın Semadan inen bir rahmet bulunduğuna ve müminlerin istıkbali o Cennetler ve kemale irmiş meyveler gibi olacağına bir işaret dahi edilmiştir. Fahruddini Razî der ki, Burada evvelâ hububat, sonra nahl, meb, zeytun, rumman: Dört nevi' ağaç zikredilmiş ve zeri', eşcare takdim olunmuştur. Çünkü zeri' gıda,

ağaçların meyveleri fâkihe, ya'ni yemiştir. Gıda ise fakiheye mukaddemdir. Sonra nahl diğer fakihelere takdim edilmiştir. Zira hurma Araba nisbetle gıda makamındadır. Bir de hukema, hurma ağaciyle hayvan beyninde bir çok havasta müşabehet bulmuşlardır ki, bu kadar müşabehet sair envaı nebatatta bulunmaz. Bu ma'nâya işarete aleyhissalâtü ves-selâm da demiştir ki, «ammeniz, ya'ni halanız nahleye ikram ediniz. Çünkü o Âdemın tınetinin bakıyyesinden halkedildi». Nahlin akıbinde de meb zikr edilmiştir. Zira üzüm envai fevakihin en şereflisidir. İlk zuhur eden filizlerinden âhiri haline kadar müntefeun bihtir. Filizinden ilk zamanlarda incecik yeşil iplikler çıkar ki, ekşimtirek leziz bir tadı vardır. Ve bundan yemek yapmak da mümkin olur. -Yaprağından edilen intifa' da ma'lûmdur.- Sonra kuruk çıkar ki, bu da gerek hastalara ve gerek sağlamlara hoş bir taamdır. Bundan zevkı lâtif, safralılara nafi' şurublar da yapılır. Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki, hâmızh matbuhatın en lezzetlilerindendir. Tam üzüm olunca da fakihelerin en lezizi, en iştihalısıdır. Yaş üzümü âvenk asarak bir sene veya daha ziyade iddihar da mümkin olabilir. Ve bu hakikaten fevakihi müddeharenin en lezizidir. Sonra üzümden tenavül olunacak dört nevi' şey yapılır: Kuru üzüm, pekmez, sirke, şarab, bu dört şeyin menafiini anlatmak ise ciltlerle kitâblara mütevakkıftır. Gerçi şarabı şeriat tahrim etmiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Allah bunun hakkında (.........) buyurmuştur. Üzümün en güzel şeyi çekirdeğidir. Etıbba bundan bir takım tertibler yaparlar ki, zaiyf ve ratıb mideler için pek büyük menfeatleri olur. (Filvaki' zamanımız etıbbası da üzüm çekirdeklerinin çiğneyib ezerek yemek şartiyle menafii pek büyük olduğunu beyan etmekte bunun müttefiktirler). Hasılı üzüm sultanülfevâkih ıtlakına şayan bir meyvedir. Kezalik zeytundan da intifa' pek çoktur,

danesi tenavül olunur, yağının da yemek ve sair hususatta ne kadar menfeatı azîm ve isti'mali kesîr olduğu ma'lûmdur. Rummana gelince: Nar, cidden acaib bir meyvedir. Bu evvelâ dört şeyden mürekkeb bir cisimdir. Kabuğu zarları, çekirdeği, suyu, ilk üçü, ya'ni kışrı, şehmı, çekirdeği, barid, yabis, kesif, kabızdır. Hem bu sıfatlarda pek kavidir. Suyu ise bunların zıddına olarak gayet leziz ve lâtif ve i'tidale akrab bir meşrubdur. Ve tab'î mu'tedil olanlara pek münasibdir. Zayif mizacları bir takviyesi de vardır. Minvechin gıda ve minvechin de devadır. Binaenaleyh nar, teemmül olunduğu zaman aksamı selâsesindeki kesafeti tamme ve suyundaki letafet ve i'tidal ile halık tealâ bunda iki zıddı mütegayiri cemi' etmiş gibidir. ilh...

Ya'ni bunda (.........) mazmunundaki tevafuk ve tegayür kanununun bariz bir misali vardır. Hasılı her şey'in gerek mebdeinde ve gerek seyri tekâmülünün her lahzasında hem ehli ilme, hem ehli fıkh-ü hikmete hem alelûmum kabiliyyeti iymaniyyesi olanlara Allahü teâlânın âsârı rübubiyyeti ve berahîni kudret-ü vahdaniyyeti zâhir ve bâhirdir. Böyle iken

100

Bir de tuttular Allâha Cinleri (gizli mahlûkları) şerik koştular, halbuki o onları yarattı, bundan başka ona oğullar ve kızlar saçmaladılar, ne dediklerini bildikleri yok, onun zatı sübhanîsi ve yerin mübdii, ona veled nasıl tasavvur edilir? ki, bir eşi bulunmak mümkin değil, o her şeyi yaratmış ve her şeye alîm

(.........) Allah’a Cinleri türlü türlü şerikler kıldılar. Cinnami umumîsi altında dahil olan, nazarlardan mestur karanlık mahlûkata veya gözle görünmez, maba'dettabiî kuvâ ve cevahiri rûhâniyyette ülûhiyyetten veya rübubiyyetten veya halikıyyetten hıssa vererek Allah’a denk veya mâdun ortak yaptılar, kimi Melâike kimi İblis cinsine, kimi hepsine muhtelif namlarla taptılar veya zatî kudret ve te'sir isnad ettiler. -

Müfessirînin beyanına göre buradaki Cinn, Melâike ve Şeytanlara dahi şamil bir ma'nâyı eamme masruftur. İbn-i Abbas demiştir ki, «Cinn lâfzı nâyı eamme masruftur. İbn-i Abbas demiştir ki, «Cinn lâfzı istitardan muştaktır. Melâike ve alel'umum ruhaniyyun da gözle görünmezler ve sanki gözlerden müstetir gibidirler.

Bu te'vil iledir ki, İblis de cinden ma'duddur. Melâike ve ruhaniyyuna dahi cin ıtlak olunmuştur.» Ilh.... Yukarıda asnam ve nücum gibi mahsûs ve fizikî şeylerden şerik ittihaz edenlerin Ashabı asnam ve Ashabı nücum ve heyakilin dalalleri beyan olunduktan sonra burada da bunların men'şei felsefîsi olan ashabı ruhaniyyatın dalalleri ya'ni Melâike, Şeytan, Akıl, Nefis, Madde, Kuvvet, Tabiat gibi gizli veya mâba'dettabiî esbaba bağlananların ve bunların erbabı üvel ve mutevassıta farzeyliyenlerin dalalleri beyan olunmuştur. Ba'zı müfessirînin beyanına göre bu âyet «Melâike Allah’ın kızlarıdır» diyenler dolayısile nâzil olmuş ve Melâikeye cin ıtlak olunmuştur. Melâikeye Allah’ın kızları demek de müşareketi cevheriyye ıktıza eden tevlid fikriyle Sabienin teabbüdi Melâike zihniyyetine alâkadardır. İbn-i Abbastan bir rivayete göre de işbu (.........) Sûre-i «Saffat» daki (.........) âyetinin de delâleti veçhile Allah ile İblis beyinlerinde bir neseb alâkası ıktiza eden mutekabil iki birader gibi addederek «hayırların hâlikı Allah, şerrin hâlikı İblıstir» diyen zenâdika hakkında nâzil olmuştur ki, bu surette de evvelâ Mecus ı'tikadına ve saniyen buna benziyenlere âlakadar olur. Zîrâ alel'umum Mecus bu âlemdeki bütün hayırlar nurdan ve ta'biri âharle yezdandan bütün şerler de zulmetten ve ta'biri âharle ehremendendir diye bir ikiliğe kail olduklarından sureti umumiyyede «Sineviyye» unvanını almışlardır. Ve esasen Zerdüştün «Zend» kitabına nisbeti ifade eden Farisîde «zendik» ve Arabîde «zindık» ve bunun cem'i olarak zenadika alelumum Mecusun lakabıdır. Bütün Mecus mezhebinde anası ve kız kardeşi gibi mehârimini tezevvüc etmek halâl addedildiği gibi yine Mecus içinde haram ve halâl ahkâmına ı'tikad etmiyen «hurremdîniler» ta'bir olunan eski bir İbahiyye fırkası ve kezalik alelumum kadınlarda ve emvalde ot, su mer'a gibi iştirake kail olan ve Mezdekiyye denilen bir iştirakiyye fırkası dahi bulunduğu cihetle zındık bilhassa dinsiz ve ı'tikadsız ma'nasına da örf olmuş ise de esasen zenadika Zerdüştün «Zendavesta» sı dolayısiyle alelumum Mecus demektir. Mecusun hissî bir noktai nazar iş'ar eden nur ve zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik akıdeleri sûrenin başında (.........) kavli celili ile şumullü bir surette takbih olunduğu gibi yezdan ve Ehremen veya Hürmüz ve Ehremen diye mâba'dettabiî ve ma'nevî bir noktai nazardan ifade eden şirkleri de burada cin mantukıyle takbih ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen islâmda İblis denilendir. Ve İblis (.........) medlulünce Cindendir, gerçi müfessirînin ve Milel-ü Nihalde Şehristanînin beyanları veçhile Mecusîlerin bu babda bir çok ıhtilâfatı vardır. İçlerinden biri mebdei hayr, biri meb'dei şerrolan iki aslın ikisinin de aynı derecede kıdemine kail olan ve tam ma'nasile Sineviyye bulunan Mâniviyye ve mezdekiyye gibi mezhebler bulunduğu gibi bu iki asla muaddili cami' olmak üzere bir aslı salis daha ilâve ederek teslise kail olan Disaniyye ve Merkuniyye gibi fırkalar da vardır. Ve ekser Mecus ve alelhusus Kiyumresiyye, Zervaniyye Zerdüştiyye, meshıyye gibi asıl ve eski Mecusîler bu iki aslı mütezaddı vücubı vücud ve kudret noktai nazarından aynı seviyyede tutmadıkları ve çünkü Ehreminin kadim olmayıb tesadüf veya tevellüd veya halk veya mesh suretiyle hâdis olduğuna kail bulundukları cihetle mecusiyyetle nasranıyyet beyninde bir dini şirk tutan Mâniviyye tarzında tam ma'nâsiyle sineviyye değildirler. Fakat bütün bunlarla beraber yine hepsi ve hattâ mebdei hayr olan nur ile mebdei şerr olan zulmet veya Ehremin ikisinin de bariy tealânın halk-u ibdaıyle muhdes olduklarına kail olan zerdeştîler de dahil olduğu halde hepsi bu âlemi tedbirde Allah’a ehremeni teşrik etmekte ya'ni hayr, Allahdan ve şer İblistendir da'vasında müttefıktirler ve bu ma'nâ ile umumen sineviyedirler. Şehristanî der ki, Alel'umûm Mecus hayr-ü şerri, nef'-u zarrı salâh ve fesadı beyinlerinde temamen ıktisam etmiş, ya'ni birisi yalnız mebdei hayr, biri de yalnız mebdei şerrolan iki asla kail oldular, birine Nur ve birine Zulmet ve farisî olarak Yezdan ve Ehremen tesmiye ettiler. Bu babda bunların bir çok mezhebleri varsa da Mecus mesailinin hepsi iki kaide üzerinde toplanır, birincisi Nurun Zulmet ile sebebi imtizacı, ikincisi de Nurun zulmetten halâsı mes'eleleridir. İmtizacı mebde', halâsı maad addederler. Bütün Mecus bu suretle iki asıl isbat ederler. Bununla beraber asıl Mecusîler bu iki aslın ikisinin de kadimi ezelî olması caiz olamıyacağına, Nurun ezelî, zulmetin muhdes olduğuna kaildirler sonra da bunun sebebi hudusünde ıhtilâf ederler. Aslı şerrolan Zulmet veya Ehremenin hudusü Nur ve Yezdândan mı oldu? Mebdei hayr olan Nur veya Yezdan cüz'î bir şerr ihdas etmiyorsa nasıl olur da aslı şerrolan Ehremeni ihdas eder? Bunu o ihdas etmemiş ise, kim ihdas edebilir? İhdas edilmiş değil ise terkib ve imtizâç nasıl mümkin olur? İşte bunlar Mecusun hatbî noktalarıdır.» Kiyumresîlere göre «Nur, benim bir münazaacim olsa nasıl olur? Diye bir fikretmiş ve tabiati nura münasib olmıyan bu fikreti redieden Zulmet hasıl olmuş ve buna Ehremen denilmiş. Ehremen şerr-ü fitne ve fesad ve ızrar tabiatinde olduğundan Nura karşı huruc edib tabiaten ve kavlen ona muhalefet etmiş ve binaenaleyh Nurun askeriyle Zulmetin askeri beyninde muharebe olmuş, sonra Melâike tavassut etmiş, âlemi süflî Ehremenin olmak üzere sulh olmamışlar: Bu sulh, yedi bin sene sürecek sonra Ehremen âlemi tahliye edib Nura teslim eyliyecekmiş. Zervanîlere göre de Nur evvelâ hepsi Nurdan bir takım eşhası ruhaniyyei nuraniyye ibda' etmiş, lâkin Zervan namındaki en büyük şahıs bir şeyde şekketmiş ve bu şekten Ehremen Şeytan huduse gelmiş, ba'zı Zervanîler de demişler ki, Zervanı kebir, bir oğlu için [9999] sene zemzeme etmiş olmamış, sonra galiba bu âlem hiç bir şey değil diye nefsinde bir fikir hâdis olmuş ve binaenaleyh o merakından ehremen ve bu ilminden Hürmüz ekiz olarak tevellüd etmiş, Hürmüz babı huruca daha yakın iken Ehremen Şeytan hiyle edib anasının karnını yarmış ve evvelâ çıkıb dünyayı zaptetmiş. Zerdeşt de bu iki aslın mütezadd olub mevcudatı âlemin iki mebdei olduğunu bunların imtizacından terkibat ve bu terkibattan suveri muhtelife husule geldiğini ve maamafih bu iki zıddın ikisi de barî tealânın halk-u ibdaiyle husul bulduğunu ve bu mezc-ü terkibin faili halık tealâ olduğunu ve binaenaleyh Allah’ın vahid olub zıddı, dengi ve zatında şeriki bulunmadığını söylemiş ise de aslı şerrolan Ehremenin zıddiyle beraber halkını ve bunların mezcini vahid olan Allahü teâlâya nisbet ettiği halde Ehremenin vücudunu Allah’a nisbet etmek caiz değildir diye ısrarı noktasında zikrolunan habt-u tenakuzdan kurtulamamış ve bir de vahid olan halikı evvelin madununda biri halikı hayr, biri de halikı şerr ile mebdei mütezad kabul etmekle tedbiri âlemde birincisi halikı evvel ve sebebi mizac olan Yezdanı vahid, ikincisi mebdei hayr olan mahlûk Nur veya Hürmüz veya Melek, üçüncüsü mebdei şer ve mahlûk olan Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak üzere üç rabbı müdebbir farzeden müselles bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk biri zıddı ve dengi ve şeriki olmayıb vahid olan halık biri de onun halk-u ibda' ve mezcettiği Melek ve Şeytan iki mebdei mahlûkun hasılı mezci ve bu âlemdeki hayrü şerrin, salâh-ü fesadın, taharet-ü habasetin halikı müştereki bir rabbı mahlûk olmak üzere bir taraftan şeriksiz halık, bir rabbı kadim, bir tarafta da ikiz bir şirketi Melek ve Şeytandan mürekkeb bir rabbı hadis beyninde tasavvur olunmuş mütenakız bir şirki Sinevîy mahiyyetindedir. Binaenaleyh Zerdeşt yalnız hayr, Allahtan ve şer İblisten olmak üzere hayr-ü şer Melek ve İblis şirketinden, bu şirket de Allahdan demek tarzında bir sineviyyete kail olmuştur. Bu izahtan anlaşılır ki, İbn-i Abbas Hazretlerinden nakl edilen sebeb-i nüzulde zenadika halîkı hayr ve halikı şerr iki kardeş Sineviyyeti (.........) âyeti mucebince neseb ta'birleri bütün Mecus mezaheblerinin esaslarına işareti muhtevidir. Hem hepsinin bir sinevîlikte toplandığını göstermiş hem de Mecus mezaheblerinin esaslarına işareti muhtevidir. Hem hepsinin bir sinevîlikte toplandığını göstermiş hem de Mecus yerine zenadika lakabını ıhtiyar ederek bilhassa zerdeştîlere nazarı dikkati celbeylemiştir. Binaenaleyh âyetteki Cin diğer Mecusîlere nazaran yalnız Şeytana masruf olmak lâzım gelirse de ba'zı Zervanîlerle Zerdeştîlere nazaran Ehremene ve Hürmüze ya'ni Şeytana ve Meleğe, Cin ve Perîye şamildir. Ve bu ma'nâ ile âyet nakledilen sebeb-i nüzulün ikisine de müntabık olduktan başka siyak'u sibaktan anlaşıldığına göre gerek Sineviyye ve gerek Teslis vesair suretle olsun maba'dettabiî ve ruhanî şirklerin cümlesine tevzian şamildir. Ve bu şumulü tevzian anlatmak içindir ki, (.........) değil (.........) buyurulmuştur. Bundan başka (.........) fiziki mahiyyette fail tasavvur olunan kuvayi tabi'iyye gibi gizli ve mestur avamile merbut felsefî ve gayri felsefî şirklerin dahi envaına şamil olabilecektir. Zira Cinnin mefhumı cammınde yalnız gayri meriy olan ve ancak temessül halinde görünebilen kuvâ ve ruhaniyyeti mücerrede değil gözle görülmek şanından olmakla beraber mestur ve gizli bir halde bulunan büyük küçük ecsam ve eşhas ve cem'iyatı hafiyye bile dahil olacaktır. Velhasıl Allah’ı hakkıyle takdir etmiyen kâfirler ona Cinleri türlü türlü şürekâ tuttular (.........) Halbuki onları Allah halk etti -

Ya'ni Cinler de Allah’ın mahlûkudur. Netekim o müşriklerin ekserîsi bunu esas i'tibariyle i'tiraf ederler. İ'tiraf etmiyenlerin de etmesi icab eder. Binaenaleyh mahlûku halikına şerik ve rakıb addetmeğe kalkışmak ve Allah’ın izni olmaksızın Cinlerin âlemde ve insanlar üzerinde bir te'sir yapabileceklerini farz etmek ve bu suretle halikın mahlûkuna karşı bir aczine ıhtimal vermek büyük bir hamakat ve dalâlet ve Açık bir haksızlık olduğu aşikârdır. Bu ma'nâya göre (.........) zamiri cinne raci'dir. Ve bunda Cinlerin de zevilukul cümlesinden bulunduğuna tenbih vardır. Bu zamirin Cine değil (.........) nın faili olan müşriklere ircaı da muhtemeldir. Ve bu surette ma'nâ şu olur: Halbuki bu müşriklerin kendilerini halk eden Cinler değil Allahü teâlâdır. Binaenaleyh halika karşı Cinleri şerik farzetmeğe kalkışmak ve onlarda izini İlâhî haricinde bir tesir tahayyül etmek ne büyük küfrandır. Halbuki bir takımları Cinleri, Perîleri, gizli kuvvetleri Allah’a şürekâ addettiler (.........) bir takımları da Allah’a oğullar, kızlar uydurdular.- Allahta tevellüd ve tevalüd tahayyül ettiler ve bu suretle Allahtan doğmuş erkek veya dişi ilâhlar uydurdular ve bunları Allah’ın oğulları veya kızları diye ilah cinsinden addedib ma'bud edindiler, Allah’ı bunlarla, bunları putlarla temsile kalkıştılar. Melâike Allah’ın kızlarıdır diyen Arab Müşrikleri ve Sabieleri bu cümleden olduğu gibi Hürmüz ve Ehremen Allah’ın oğullarıdır diyen ba'zı mecus, Üzeyr İbnullah diyen ba'zı Yehud, Mesih İbnullah diyen Nesârâ dahi bu cümledendir. Tekvinde sudur ve tevlide kail olan feylesoflar da bunlara benzer. Hep bunları (.........) hiç bir ilme müstenid olmıyarak ve ne dediklerini bilmiyerek uydurdular. -Allah’a şerik, oğul veya kız evlâd uydurmağa kalkışanlar ilâh ve veled dedikleri zaman ne söylediklerini bilmiyen câhiller ve müfterilerdir. İlâh ikidir veya üçtür diye Allah’a zatında veya sıfatında veya ef'alinde az veya çok muadil veya mâdun, mümasil veya zıd bir şerik, bir arkadaş veya rakıb farzedenler ne dediklerini bilmez câhiller, müfteriler olduğu gibi oğul veya kız veled isnad edenler de aynı veçhile ne dediğini bilmeden şerik ve mücanis isnad etmiş câhiller ve müfterilerdir. (.........) Allah sübhanehu kendini bunlardan tenzih eder ve onun zatı sübhanîsi bunların böyle câhilâne ve müfteriyâne tavsıflerinden mukaddes ve müteâlidir.- Gerek zıddiyyet ve gerek mümaselet ve mücaneset suretiyle olsun her nevi' şirk ve kezalik mümaselet ve mücanesetle müşareketi istilzam eden doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilâhiyyet vasfına münâfi, ilâh mefhumiyle mütenakızdırlar. Bunlar bir nevi' noksan ve aciz ve ıhtiyac ifade eden evsafı hudûstür. İlâhlık hakikati ise her noksandan münezzeh ve müteâli bir kemâli âlâdır. Binaenaleyh zât ve hakıkatı ilâhiyye hakkında şirk ve veled mümtenı'dir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyac da yoktur. Bizzat ilâh mefhumu bu imtinaı isbata kâfidir. Zira ilâh mefhumunda en yüksek bir ulviyyet ile bir mübdi'iyyet ve bedi'ıyyet vasfı vardır. Allah’ın şerik ve veledi nasıl olabilir ki,

101

Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.

(.........) o bütün Semavât-ü Arzın bediı: mübdi'ı bî misaldir. -Bütün âlemi ulvî ve süflîden hiç biri yokken, misal olacak, mümaselet ifade edecek kanun, asıl, madde, suret, nümune, örnek dinecek hiç bir şey mevcud değil iken ilk evvel bunları ıhtira' ve tekvin eden, her nev'ın ilk ferdini, ilk misalini ibda' edib yoktan vücude getiren ve böyle ibda' âdeti ve sıfatı fi'liyyei zatiyyesi olan ve binaenaleyh misl-ü misali, eşi ve nazîri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmıyan ve onun vücud ve icadı olmadan bir ma'dumun vücude gelmesi ve her hangi bir şey'in vücudde kaim olması imkânı bulunmıyan mübdi'ı müteâlidir.- Ma'lûmdur ki, ibda' misali sebk etmemiş olan bir şey'i ıhtira' ve tekvin etmektir. İbda'i nisbî az çok bir misal ile alâkadar olabilirse de ibda'i hakıkî hiç bir misâl ve asl ile mesbuk olamaz. Böyle hiç bir misâli sebketmeden icad olunan örneksiz güzel ve fevkal'ade şey'e ibda' edilmiş veya bedaatle muttasıf ma'nâsına (.........) denildiği gibi bunu ibda' eden ve ibda' âdeti olan mübdi'a dahi (.........) denilir ki, sarıh bimana musrıh, semi' bima'nâ müsmi' gibi fe'ıl bima'nâ müf'ıl veya bima'nâ faıldir. Ve buna bedi' denilmesinde mübdi' isminin ifade etmediği bir devam ve sübût ma'nası vardır. Ve her iki ma'nâ ile bedi' denildiği zaman bir misalsızlık, nazîrsizlik, güzellik ve fevkal'adelik mefhumu vardır ki, bütün Semavat-ü Arz böyle bedayi' ile meşhun bir bediadır. Maamafih her ne olursa olsun ibda' edilmiş olan şeylere bedi' ıtlakı ancak misalı sabıkı olmamak i'tibariyle ızafî ve nisbîdir. Bir bedi'ayı ibda' eden emsalini de edebilir. Ve bir çok bedayı' bulunabilir. Binaenaleyh bedi'ı hakıkî bedi'ı mef'ul değil, bedi' faıldir.

Ya'ni daima ibda' eden mübdi'ı hakıkîdir. Bu nükteye mebni (.........) terkibi izafîsiyle Semavat-ü Arzın dahi bedi'ıyyetine iyma edilmiş olmakla beraber evvel-ü Âhir misl-ü misalı bulunmak ıhtimali olmiyan bedi'ı yegâne Semavat-ü Arz değil, onların mübdi'ı olan Allah teala olduğu tasrıh edilmiş ve Semavat-ü arzın bedayi'ı ızafiyyesi mübdi'ı bî misalin vücudünü ve sıfatı ibda'ını kendilerinde az çok temsil eden bir misal ve bir delaleti mutabekıyye veya tazammuniyye ifade eden bir dall olarak değil, ancak ma'lûlün ılleti faıliyyesine hadisin muhdisine, san'atin sani'ıne delâleti gibi nisbî ve intikalî bir delâleti iltizamiyye ile delil ve alâmet olarak ifade ettikleri ve Allah denildiği zaman bütün bedı'aların bedi'ı olan mübdi'ı yegâne anlaşılmak lazım geldiği gösterilmiştir. Burada şunu iyi teemmül etmek lâzım gelir ki, ibda'ın ta'rifindan anlaşıldığı üzere bedi' bir eser demek bir misali lahıkı değilse de bir misali sâbıkı olmiyan nazîrsiz bir eser demektir. O bir kanun bir mukayese ile vücude gelmez. İlk misal onunla başlar, mümaselet, nev'ıyyet, kanun ondan sonra husule gelir. Bununla beraber, ma'dumun kendi kendine vücude gelmesi, zati yok olanın bizatihi var olması, ya'ni tekevvün bizahiti muhaldir. Bir tenakuzı sarıhtir. Yalnız ılleti maddiyye, ya'ni bilfi'ıl ma'dum olan bir şey'in bilkuvve bulunduğu bir asl-ü menşe'den kendi kendine fi'le çıkması veya yalnız ılleti suriyye, ya'ni ma'dum olan bir şey'in mücerred bir örnekten yine failsiz kendi kendine bir suret iktisab etmesi veya her ikisi de kâfi değildir. Bilkuvve gerek bulunsun gerek bulunmasın, bilfiil mevcud olmıyan her hangi bir şey'in mevcud olması her halde bir ılleti faıliyyeye, ya'ni onu fi'leni cad edecek bir mucide muhtacdır. Ve ancak o zamandır ki, tekevvün bizatihi tenakuzu mürtefi' olur. Bir failin ılleti maddiyye veya suriyyeye bir şey ilâve etmesiledir ki, yeni bir varlık tasavvuru mümkin olabilir. Yoksa yine tekevvün bizatihi tenakuzu varid olur. Binaenaleyh hakıkî ma'nâsile ılleti faıliyye yoğu var eden, vücud yapan bir kadir mevcud demektir ki, gerek az çok bir misali ıhtiva eden bir asıl ve maddeden ıhrac ve inşa suretile olsun gerek bununla beraber diğer bir örneğe taklid suretile olsun ikisinde de bilfiıl mevcud olmıyan bir şey'i bilfiıl mevcud yapmak ve binaenaleyh vücude yepyeni bir şey ilâve etmek vardır. O halde ılleti maddiyye ve ılleti suriyye ılleti failiyyeden müstağni olmadığı halde ılleti faıliyye haddi zatında bunlardan müstağni ve müstakıldir. Bunun için hâdisatın hudusunda ılleti maddiyye ve suriyye atılabilir ve fakat ılleti faıliyye atılamaz. Ve hakıkî ılleti faıliyye fi'linde ne ılleti maddiyyeye ne de ılleti suriyyeye, kanuna mahkûm ve muhtac değildir. O maddesiz veya misalsiz, yahud hiç biri olmaksızın da icad yapabilecek fâıli mahız, mucidi mahızdır.

Ya'ni tam ma'nasile mübdi'dir. Fi'linde madde ve surete muhtac olmıyan faıli mübdiin eserine kendi zatından bir madde veya suret ve misal verdiğini farzetmek de tenakuz olur. Demek ki, mübdii hakıkî ibda'ı mahz ile yaptığı ilk eseri bediıni icad ederken ne kendinden bir cüz' ayırıb dışarı fırlatmak gibi bir tahavvül yapmış, ne de kendinden bir misal ittihaz edib kendini taklid ve temsil etmiş olamaz. Zira tahavvül, ılleti maddiyyede mümaselet de ılleti suriyye de mülâhaza olunabilir. Halbuki ibda'da bunlar yok, ancak faıl ve fiil vardır. Binaenaleyh faıli mübdia nazaran tahavvüli ıllet şudur ve tevellüd ve fena ve infial yok ancak beka ve fiil vardır. Mahlûkı evvelin ibdaından sonradır ki, ılleti maddiyye ve ılleti suriyye tasavvur olunabilir. Ve bunun için ilk eseri bedi' olan mahlûkı evvel ile faıli mübdii beyninde ne bir sudur-u infisal melhuz olabilir ne de zaten sıfaten fi'len bir müşareket, bir mücaneset, bir mümaselet bulunabilir. Madde ve misal böyle ibda' edilen mahlûkı evvel ile başlar. Kuvveler mümaseletler, kanunlar, nevi'ler, cinsler ona irca' olunur. O, eşyayı mütemasile ve mütehalifenin aslı ve menşeidir. Tahavvül-ü temasül, tekâmül hep ondan sonradır. Ve ona munzamm olan her tahavvül tehalüf, yenilik tekâmül dahi faıli mübdiin re'sen bir ibdaıdır ki, buna (.........) emri denilir ve bedayii hılkate de (.........) ta'bir olunur. Bu veçhile faıli hakıkî hiç bir mümasili sebk etmiyen fili ibdaına nazaran mübdi', misali sebkeden ve o misale mümaseletle beraber bir tehalüf ve temayüz ifade eden ve ibdaı cüz'îyi mutazammın olan fi'line nazaran da münşidir. Illeti maddiyyeyi ibdaı i'tibariyle fâtır ve ılleti suriyyeyi ibdai i'tibariyle de musavvirdir. Hâlık ve bari isimleri de hepsinden eamdır. Halk, ibda' ve inşadan eamdır. Ve unutulmamak lâzım gelir ki, bu inşadaki vücuhi tehalüfe mukarin mümaseletler faıli hakıkîye değil, misali sâbık olan mahlûkı evvele mümaselettir. Faılin sun'u hepsinde ibda'dır. Hattâ inşadaki mümaselet de onun ibdaıdır, hasılı küllî veya cüz'î bir ibda' olmadan hiç bir şey kendi kendine ademden vücude gelemez. Bunun için halk-u hâlık delilleri daima eşyanın vücuhi tehalüfünde, hudusunda, yeniliğinde, hasılı ibda' noktalarındadır. Eşyanın mümaseletleri içindeki tehalüf ve tahavvül ile ibdaı cüz'î noktaları ibdaı mahzın ve vücudi mübdiın delâil-ü bürhanı ve âyâtı kudretidir. Eşyaya nazarı basiret ile bir atfi nazar edilirse görülür ki, bidayeten ibdaa istinad etmiyen hiç bir şey bulunamıyacağı gibi nihayeten de ibdaı cüz'iye istinad etmiyen hiç bir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, cüziyyatı eşyadan hiç biri ilmi tasavvurî ve temessülî ile temamen bilinemez, faslı tamla ta'rif olunamaz. Bilinirse re'yelayn bilinir veya ba'zı vücuhile tehayyül olunur. Ve bunlardan hey'eti mecmuasındaki ibda'ı mutlak derhal anlaşılır ki, bu nazar, Semavat ve Arz mecmuuna bir atfi nazardır. Ve bunun için burada doğrudan doğru ibdaı mahzı göstermek için (.........) buyrulmuş (.........) diye muhteveyatı ilâve edilmemiş onlar, bilahare (.........) ile gösterilmiştir. Şimdi bâlâda kıssai İbrahimde zikredilen uful-ü hudus ve bundan evvelki âyetlerde tafsıl olunacak halk, meyyitten hay ve hayden meyyit ıhracı, cal'-ü tahsıs, inşa, istıkrar ve istiyda', inzal ve inbat, teşabüh ve ademi teşabüh, ismar ve ikmal mefhumlarından sonra ibda', mübdi', bedi' mefhumları da iyice tasavvur ve teemmül olunursa bütün Semavat-ü Arz bedayiinin bir mübdiı bulunduğu ve onun bunları mahzı fi'l olan ve hiç bir misali sebk etmiyen ibdaile icad eylemiş olduğu ve binaenaleyh o mübdiın o Semavat-ü Arzda ya'ni, hey'eti mecmuai âlemde hiç bir misl-ü misali bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmıyan bedîulbedayi' bir mübdiı hakıkî olduğu ve doğrudan onun ibdaına istinad etmiyen hiç bir hâdise mevcud olamıyacağı sureti katiyyede sabit olur ki, işte Allah o bediüssemavati vel'erzdır. Ve bunu Sâbiîler, Zerdeştîler, Yehud ve Nesârâ dahi teslim ve i'tiraf ederler. Böyle iken tutarlar da bir de ona veled uydururlar. Ve düşünmezler ki, tevellüd de ibdaa mütevakkıf ve ibda'dan sonra olan bir tahavvüldür. Mübdiı bedi' mümaseletten münezzeh olduğu halde valid ile mevlûd beyninde bir iştirak unsuru, zat-ü sıfat ve ef'alde bir mücneset ve mümaselet vardır. Ve bunun içindir ki, Allah’a veled isnad edenler o velede ilâhiyyet de isnad eder, ilâh diye teabbüd ederler. Veled isnadı şirk isnadını müstelzim olur. Halbuki ma'dumun bizatihi tekevvünü muhal olduğu gibi bizatihi tevellüdü de muhal olduğundan validin bir veled doğurması ve ona kendisinden bir cüz'i cevherî ve bir misal verib kısmen ılleti maddiyye ve suriyye olabilmesi o valid de bir tehavvül ve infial ibda' eden faıli mübdiın bir fi'l ibdaına mütevakkıftır ki, ilâh da o faili mübdi'dir, hasılı ilâh, mübdi' ve mübdi', mümaselet-ü mecenesetten münezzeh demek olduğu halde aynı zamanda ona veled ve müceneset ve mümaselet isnad etmek bir tenakuzdan başka bir şey değildir. Ve ne dediğini bilmemektir. Binaenaleyh bediüssemavati vel'erz olan böyle bir kudreti ibdaa malik ve hey'eti mecmuai âleme temasül ve mücanesetten münezzeh bulunan mübdiı müteâlin misl-ü misali bulunabileceğini ve onun zatında bir tecezziy ve infisal, bir tehavvül, bir tenakus veya tezayüd ve her hangi bir ihtiyac hasıl olabileceği farzeylemek ve faıli bi misal olan mübdim her hangi bir mahlûku ihdas etmesi için kendini parçalıyarak bir veled ifrazına muhtac olacağı tevehhümünde bulunmak ne büyük tenakuz ve cehalet ve ne kadar açık bir iftiradır? Tevellüd ve tevlid ancak ibda'dan sonra Semavat-ü Arz dahilinde mülâhaza olunabilir. Halbuki Semavat-ü Arza bile veled isnad etmek ma'kul değil iken onların mübdiı müteâline bir mücaneset ve küfviyyet ifade eden oğul ve kız isnadı nasıl tasavvur ve tecviz olunur. Her halde tevellüd ve sudur da'vası batıldır. İbdaa tevlid demek hakıkaten bir tenakuz ve cehalettir. (.........) O mübdiı bediın veledi nasıl veya nereden olur ki, (.........) bir sahibesi, bir eşi yoktur- Halbuki veled için valide lâzımdır. Gerçi valid olmadığı halde yalnız bir valide ile veled tasavvur olunabilir netekim bir valideden türeyen -monomer- bir takım hayvanat vardır. Isâda da bu imkânı inkâra aklen hak yoktur. Fakat validesiz veled taakkul olunamaz, böyle bir tasavvur tenakuz olur. Zira veled mefhumunda valide zarurîdir. Bunun için Allah’ın bir velede valid ya'ni baba olmasını tasavvur ederken o veledden evvel ona vâlide ve Allah’a sahibe ve refika olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek lâzım gelir. Halbuki her türlü şevaibi hudus ve ıhtıyacdan münezzeh ve Semavat-ü Arzın mübdiî olan vahidi zülcelâlin bir eşi, bir sahibesi bulunmak mumteni'dir. Binaenaleyh Allah’ın bir valide olması muhal olduğu gibi bittevalüd bir velede valid olması da muhaldir.

Ya'ni ne ana olması mümkindir ne de baba. Ve bu imtina' onun noksanından, akametinden değil, mübdiı bedi' olduğundan dolayı kemali mutlakından ve ademi noksanındandır. O bütün Semavat-ü Arzı ibda' eylemiş (.........) her dilediği şeyi de halketmiştir. -Semavat-ü Arzın bütün muhteviyatını, bu miyanda validleri,

valideleri, veledleri ve bu miyanda ona valid ve şerik olduğu iddia edilenlerin hepsini ve Isânın halkı tayrı, onlardan sudur eden mahlûkatın da hepsini o halk eylemiştir. Besaıt de onun mahlûku, mürekkebat da onun mahlûkudur. Madde de onun mahlûku suret de onun mahlûkudur. Ecsam da onun mahlûku, ervah da onun mahlûkudur. Mahsûsat da onun mahlûku, ma'kûlat da onun mahlûkudur. Âlemi şehadet de onun mahlûku âlemi gayb de onun mahlûkudur. Faıli hayr olanlar da onun mahlûku faıli şerr olanlar da onun mahlûkudur. Cin de onun mahlûku, ins de onun mahlûkudur. Hasılı kendisinden başka bu güne kadar vücude gelen bütün masivâ onun ibda' ve halkıdır. O ancak kendisini halketmemiştir. Çünkü kendisi ezelen ve ebeden vacibülvücud, hayy-ü kayyumdur. Bir de şerik halketmemiştir. Çünkü onun şeriki bulunmak mümteni'dir. Mahlûkun halikı lemyezele şerik olması da muhaldir. Kendisi için bir akamet, bir eksiklik değil, kemali mutlaktır. Vücud ve kudret noktai nazarından böyle olduğu gibi (.........) o her şey'e de alîmdir.- Ondan hiç bir şey'in gizlenmesine de imkân yoktur. (.........) den sonra zamir ile (.........) buyurulmayıp da (.........) diye «şey'»in nekire olarak ızhar edilmesi bu iki şey'in şümul ve tenavülce farklı bulundukları iş'ar eder. Çünkü (.........) de (.........) den Allah’ın kendisi aklen müstesnadır. (.........) de ise müstesna değildir.

Ya'ni Allah hem kendini, hem masivâsını, her şey'i tamamiyle ve ayniyle bilir. Onun ilmi surî, misalî ve temessülî değil, aynî ve muhıttır. Ve hatta her şey'in aynı ve nefsel'emri ilmullahdadır. Onun için halk-u ibdaa kadir olan ancak odur. Halbuki masivası onun gibi her şey'e alîm değildir. Binaenaleyh vücud ve kudret i'tibariyle hiç bir şey Allah’a küfv olamıyacağı gibi ilim i'tibarile de öyledir. Ne Semavat-ü Arzda, ne de ecza ve cüz'iyyatından, ne ecsam ve ne ervahta ne Melâike, ne Şeytan, ne insanda, ne zâhir ne bâtında, hasılı bütün kâinatta Allah’a ne bir küfüv ne de mücanis veya müşarik yoktur. Ve olması ihtimali de yoktur. Allah’a şerik tasavvuru cehl-ü tenakuzdan ibaret bir tasavvuri muhalden başka bir şey değildir. Veled tasavvuru da şirk tasavvurundan münbaistir. Ey bunları eşidenler: (.........)

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç