Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

114

 

005 - MÂİDE SÛRESİ

 

CÜZ :

6

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

42

Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çevir. Şayet onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, adaletli olanları serer.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Yalan Dinleyenler:

Yüce Allah:

"Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler..." âyetini, tehdit ve daha bir vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar önceden (41, âyet-i kerimede) geçti.

2- Haram Yiyiciler:

Yüce Allah'ın:

"Çokça haram yiyenlerdir" âyeti, çokluk ifade eder: Haram kelimesi, sözlükte aslında helâk olmak ve sıkıntı anlamındadır. Yüce Allah da (aynı kökten olmak üzere)

"sizi azâb ile helâk eder" (Tâ-Hâ, 20/ 61) diye buyurmaktadır. el-Ferezdak da şöyle demiştir:

"Ey Mervan oğlu, zamanın darlık ve sıkıntıları bırakmadı

Geriye maldan hiçbir şey, ufak tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında."

Beyit bu şekilde diye merfu' olarak manaya atfedilmek suretiyle rivâyet edilmiştir.

Kökten tıraş eden hakkında da: Kökten kazıdı, denilir.

Haram mala (bu kökten gelmek üzere): Suht denilmesi ise, itaatleri silip süpürmesi yani onları giderip kökten imha etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ' der ki: Bunun anlamı, açlıktan dolayı yemeğe saldırmaktır. deyimi, çok yemek yiyen kimse hakkında kullanılır. Rüşvet ve haram yiyen bir kimse, kendisine verilen şeylere karşı duyduğu aç gözlülük, aşırı istinasından dolayı midesine çokça yemek dolduran kimseye benzetilmiş gibidir. Harama "suht" deniliş sebebinin, insanın insanlığını kökten alıp götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle birlikte insanlık da gider. Dini olmayanın insanlığı da yoktur.

İbn Mes'ûd ve başkaları suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) der ki: Hakimin aldığı rüşvet suht kabil indendir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle dediği nakledilmektedir: "Suht yemekten dolayı insan vücudunda artan her bir et parçasına ateş daha bir layiktır." Ey Allah'ın Rasulü, suht nedir diye sordular, Hazret-i Peygamber: "Hüküm vermek için -alınan rüşvettir" diye cevap verdi. Tirmizî, Cumua 79; Dârimî, Rikaak 60; Müsned, IH, 321, 399.

Yine İbn Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin kardeşinin bir İhtiyacını görmesi, diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı görenin de bu hediyeyi kabul etmesidir,

İbn Huveyzimendâd da der ki: Kişinin makam ve mevkisî dolayısıyla birşeyler yemesi, "suht" kapsamı içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nezdinde böyle bir yerinin olması dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını karşılamasını istemesi üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın görmemesi suretiyle olur. Bir hakkı iptal etmek yahut da câiz olmayan bir şey karşılığında rüşvet almanın suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ebû Hanîfe der ki: Hakim rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden tarafından azledilmese dahi derhal azlolur ve o andan itibaren vermiş, olduğu bütün hükümler bâtıl olur.

Derim ki: Bu hususta iıigaallah görüş ayrılığı câiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet alması bir fasıklıktır. Fasikın hüküm vermesi ise câiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Allah rüşvet vereni de, rüşvet alanı da lanetlemiştir." Ebû Dâvûd, Akdiye 4; Tirmizî Ahkâm 9; İbn Mâce Ahkam 2; Müsned II, 164,190,194, 212, 388 V, 279.

Ali (radıyallahü anh)’dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kâhinin aldığı ücret ve bir mesele hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere) acelecilik göstermektir.

Vehb b. Münebbih'den de rivâyet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde mi haramdır? diye sorulmuş, o: Hayır demiştir Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağlamak, yahut yerine getirmen gereken hakkı üzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebû’l-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir zaran önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud'un Habeşistanda iken İki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil, bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivâyeti andırmaktadır. el-Mehdevî der ki: Hacamat yapanın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen (benzeri helal kazançları) suht diye adlandıranların bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi kazançların bu işi yapanların insaf ve insanlık duygularını atıp götürmesidir.

Derim ki: Sahih olan, hacamat yapanın kazancının helal olduğudur. Helal olan bir şeyi alan bir kimsenin ise mürüvveti (insanlığı) sakıt olmaz ve mertebesi de düşmez.

Mâlik, Humeyd et-Tavîl den, o, Enes'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaptırdı, Ebû Taybe adındaki birisi ona hacamat yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bir sa' hurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını hafifletmelerini de emretti. Buhârî Buyû' 59, 95, îcâre 17, 19; Müslim, Mûsakaat 64; Ebû Dâvûd Buyû', 38; Muvatta’a, İstizan 26; Müsned, I, 365, IH, 282.

İbn Abdi’l-Berr der ki: İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal olduğuna delildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) batıl herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükâfat, ne de bir karşılık tesbit eder. Enes (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği bu hadis, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın daha önceki hadislerinde haram kılmış olduğu kanın bedeli ile ilgili hadisi neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücreti hoş görmediğini ifade eden hadisi de nesh etmektedir

Buhârî ve Ebû Dâvûd da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaptırdı ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram (sulu) olsaydı, bunu ona vermezdi. Buhârî, Buyû' 39, İcare 1; Müslim Mûsakaat 66; Ebû Dâvûd, Buyû' 30, İbn Mâce Ticarât 10; Müsned , I 250, 258, 292, 365 vs...

Bu kelime suht ve suhut şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuştur. Ebû Amr, İbn Kesîr ve el-Kisâî "suhut" şeklinde, diğerleri ise, "suht" diye okumuşlardır.

el-Abbas b. Ebi Fadl da Hârice b. Mus'ab'dan, o da Nafiden bu kelimeyi "sent" şeklinde "sin" harfini üstün "ha"yı da sakin olarak okumuştur. ez-Zeccâc, bunun azar azar gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir.

Müslüman Olmayanlar Arasında Hüküm Vermek:

"Eger sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" anlamındaki bu âyet, yüce Allah tarafından bir muhayyerlik olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu el-Kuşeyrî söylemiştir. Daha önceden bunun manasının burada sözü edilenlerin zimmi kimseler değil de antlasmalı (olarak İslam yurduna girmiş) kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı.

Zimmet ehli olmadıkları takdirde kâfirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir. Aksine dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir.

Zimmet ehline gelince, davalarını biâm hakimimize getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermek bizim için vacip midir? Bu hususta Şâfiî'nin iki görüşü vardır: Eğer dava, bir müslüman ile alakalı ise hüküm vermek vaciptir.

el-Mehdevî der ki: ilim adamları, hakimin müslürnan ile zimmi arasında hüküm vermesi gerektiğini icma ile ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasındaki davalarda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları, âyet-i kerimenin muhkem olduğunu, hakimin de hüküm verip vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş, Nehaî, Şa'bî ve diğerlerinden rivâyet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Mâlik, Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür. Zina halinde, kitap ehline had uygulamayı terk etmeye dair Mâlik'ten gelen rivâyet bunun dışındadır. Çünkü (ona göre), müslüman bir erkek, kitap ehli bir kadınla zina edecek olursa, erkeğe had uygulanır, fakat kadına had uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi iseler, ikisine de had yoktur. Aynı zamanda bu, Ebû Hanîfe, Muhammed b. el-Hasan ve başkalarının da görüşüdür.

Yine Ebû Hanîfe'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Zimmilere celde uygulanır, fakat recm cezası uygulanmaz. Şâfiî, Ebû Yûsuf, Ebû Sevr ve başkaları ise şöyle demiştir: Eğer bizim hükmümüze rıza göstererek mahkememize gelecek olurlarsa, her ikisine de had uygulanır,

İbn Huveyzimendâd der ki: Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna benzer kendileri sebebiyle fesadın yayginlaşabildiği haksızlıklar ile alakalı olması hali dışında İmâm, onlardan birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber gönderir, ne de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, boşamak ve sair muamelat ile ilgili davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez. Hüküm vermemek hususunda o, muhayyerdir Hüküm vermeyecek olursa, onları kendi hakimlerine geri gönderir Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü ile hükmeder.

Fesadın yaygınlaşmasına sebep teşkil edecek meselelerde, onları müslümanların hükmünü kabul etmeye cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat üzere ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister onlar taralından ister başkaları tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onların malları ve kanları muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu gibi şeyler mubah görülebilir, o takdirde bundan ötürü aramızda fesat yaygınlık kazanır. İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şarap satmalarına, açıktan zina etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yapmalarına mani olduk. Tâ ki, müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fesat bulmasın.

Boşama, zina ve buna benzer dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hakkında hüküm vermeye gelince, bu gibi konularda onların bizim dinimizi uygulamak zorunlulukları yoktur. Bizim dinimize göre aralarında hüküm vermek ise, onların hakimlerine bir zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlanmalarla muamelât ise böyle değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit mezalim (umuma taalluk eden haksızlıklar ve fesadın yayılması) sözkonusudur.

Zimmiler Arasında Hüküm Vermede Muhayyerlik Nesh Olmuş mudur?

Âyet-Î kerîme ile ilgili olarak ikinci bir görüş daha vardır. Bu da Ömer b. Abdülaziz ve yine en-Nehaî'den rivâyet edilmiştir. Buna göre âyet-i kerimede sözü geçen muhayyer bırakma, yüce Allah'ın:

"O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Mâide, 5/48) âyeti ile nesh olmuş olup, hakim aralarında hüküm vermekle mükelleftir. Bu, aynı zamanda Atâ el-Horasanî'nin, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının ve başkalarının da görüşüdür. İkrime'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" âyetini bir başka ayet neshetmiştir. O da;

"O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetidir, el- Mücahid de şöyle demektedir; Mâide'den yalnızca iki âyet nesh olmuştur. Bunlar da, yüce Allah'ın:

"Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" âyetini: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayeti neshetmiştir

"Allah'ın şeairine... saygısızlık etmeyin" (el-Mâide, 5/2) âyetini ise:

"Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.

ez-Zührî der ki: Sünnet (uygulama) şu şekilde görülegelmiştir: Kitab ehli, aralarındaki karşılıklı haklarda ve miras konularında kendi dinlerine mensub hakimlere geri döndürülür. Ancak, Allah'ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde aralarında Allah'ın Kitabı gereğince hükmeder.

es-Semerkandî der ki: Bu görüş, Ebû Hanîfe'nin, onlar bizim hükmümüze rıza göstermedikleri sürece aralarında hüküm vermez, seklindeki görüşüne uygun düşmektedir.

en-Nehhâs, "en-Nasih vel-Mensuh" adlı eserinde şöyle demektedir: Yüce Allah'ın;

"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzcevir" âyeti nesh olmuştur. Çünkü bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye ilk geldiği sıralarda nâzil olmuştur. O sırada yahudiler Medine'de sayıca çoktular. Onların İslama ısındırılmalan için daha uygun ve daha yerinde olan davranış, kendi hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanınca, yüce Allah:

"O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetini indirdi. İbn Abbâs, Mücahid, İkrime, ez-Zührî, Ömer b. Abdülaziz ve es-Süddî de bu görüştedir. Şâfiî den gelen sahih görüş de budur. Şâfiî "Kitabu'l-Cizye"de şöyle demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde hakimin muhayyerliği sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah:

"Küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu ise, konu ile ilgili delil gösterme şekilleri arasında en sahih olanlardandır. Zira, "küçülmüşler olarak" âyetinin anlamı, İslam hükümlerinin kendilerine uygulanması demek olduğuna göre, kendi hükümlerine geri çevirilmemeleri icabeder. Bu ise (aralarında hüküm vermek) vacip olduğuna göre, o halde bu âyet-i kerîme de mensuhrur. Bu aynı zamanda, Kûfelilerden Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür, Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvurdukları takdirde, İmâmın onlardan yüzçevîrmek hakkına sahip olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Karı-koca gelecek olurlarsa, aralarında adaletle hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı değilse, aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir.

Böylelikle ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre, âyet-i kerimenin mensuh olduğu sabit olmaktadır, Bununla birlikte, (bu ayet hakkında) İbn Abbâs'ın (mensuh olduğuna dair az önce geçen) rivâyeti de sabit olmuştur. Eğer İbn Abbâs'tan bu konuda rivâyet gelmemiş olsaydı bile mantıken bu ayetin mensuh olması gerekirdi. Çünkü ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvuracak olurlarsa o, aralarındaki davaya bakmak hakkına sahiptir. Aralarındaki davaya bakacak olursa, hepsine göre isabet etmiş olur. Onlardan yüz çevirmemelidir. Yüz çevirecek olursa, bazı ilim adamlarına göre bir farzı terketmiş ve kendisi için helal olmayan ve yapmaması gereken bir işi yapmış olur.

en-Nehhâs (devamla) der ki: Kûfelilerden bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenlerin bir diğer görüşü daha vardır. Onlardan kimisi şöyle demektedir: îmam, kitap ehlinin, yüce Allah'ın hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek olursa, o haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar İmâmın hükmüne başvurmamış olsunlar. Bu görüşün sahibi, yüce Allah'ın:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetini delil göstermekte ve bu âyetin iki anlama gelme ihtimali vardır demektedir:

Birincisi, senin hükmüne baş vurdukları takdirde sen aralarında hükmet anlamıdır.

Diğeri ise: Senin hükmüne başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında -böyle bir hüküm vermeni gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz yüce Allah'ın Kitabında da, Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze başvurmayacak olsalar dahi, üzerlerine hakkı uygulamayı gerektiren âyetler bulmaktayız. Yüce Allah'ın Kitabındaki âyet şu:

"Ey îman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun." (en-Nisa, 4/135) Sünneti seniyyedeki âyet da; el-Berâ b. Azib yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. O, şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda celde vurulmuş ve yüzü kömür ile karartılmış bir yahudi getirildi, şöyle buyurdu: "Size göre zina edenin haddi böyle midir?" Onlar: Evet deyince, Hazret-i Peygamber ilim adamlarından birisini çağırarak şöyle dedi: "Allah adına senden soruyorum, aranızda zina edenin haddi böyle midir?" Adam: Hayır dedi.- ve hadisin geri kalan kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

en-Nehhâs (devamla) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hadiste görüldüğü gibi kendisinin hükmüne başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş olduğunu delil göstermektedirler. Birisi kalkıp: Mâlik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den rivâyet ettiği hadise göre, yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a geldiler. Az önce işaret edilen yerde geçti. diyecek olursa, ona şöyle denilir: Yine Mâlik'in naklettiği hadiste zina eden o iki kişinin Peygamberin kendilerini recmetme hükmüne razı olduklarına dair bir ifade yoktur. Ebû Ömer b. Abdill-Berr ise der ki; el-Berâ'nın hadisini delil diye gösterenler, aynı hadis üzerinde düşünecek olurlarsa, onu hiç de delil göstermezler. Çünkü hadisin muhtevasında yüce Allah'ın:

"Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının" (el-Mâide, 5/41) âyetinin açıklanması vardır. Söylemek istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yüzü kömürle karartmak şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme fetvasını verecek olursa ondan sakının. İşte bu, yahudilerin Hazret-i Peygamberi hakem tayin ettiklerine, hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da gerek İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisten, gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde görülmektedir.

Birisi kalkıp: İbn Ömer'in hadisinde zina eden iki kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne başvurmadıktan gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Zina edenin haddi; hakimin uygulamakla yükümlü olduğu, yüce Allah'ın haklarından bir haktır. Bilindiği gibi, yahudilerin aralarında hüküm veren ve üzerlerine hadleri ikâme eden bir hakimleri vardı. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne başvuran da odur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah’ın:

"Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" âyetine gelince, Nesâî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kurayzaogulları ile, Nadiroğulları diye iki yahudi kabilesi vardı. Nadiroğulları Kurayzaoğullarından daha üstün kabul edilirdi. Bundan dolayı Kurayzaoğulla andan bir kişi, Nadiroğullarından birisini öldürecek olursa, ona karşılık Kurayzalı öldürülürdü. Şayet Nadiroğullarından birisi Kurayzaoğullaundan birisini öldürecek olsaydı, buna karşılık yüz vesk (altmış sa’ eder) hurma diyet öderdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten sonra (Medine'ye hicretten sonra) Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birisini öldürdü. Bunun üzerine (Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize teslim ediniz, dediler. Bu sefer (Nadiroğulları): Bizimle sizin aranızda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemlik etsin deyince, şu: "Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet" yani, cana karşılık can hükmünü ver ayeti ile:

"Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar?" (el-Mâide, 5/50) ayeti nâzil oldu.

43

İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar? Yine de bundan sonra yüz çevirirler, Onlar İnanmış kimseler değillerdir.

Yüce Allah'ın:

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında İken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar?" âyetinde, Tevrat’ın hükmünden kasıt, el-Hasen'in dediğine göre recm'dir. Katade ise kısastır demektedir.

Yüce Allah'ın:

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan" âyeti recm'in nesh olmadığına delalet midir diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Ebû Alî der ki: Evet, çünkü nesh olmuş olsaydı nesilden sonra o Allah'ın hükmüdür, denilmezdi Nitekim, şarabın helal olması, yahut cumartesi günü (çalışmanın) haram kılınmasının Allah'ın hükmü olduğu söylenemez.

Yüce Allah'ın:

"Onlar inanmış kimseler değillerdir" yani senin verdiğin hükmün Allah'tan gelen hüküm olduğunu kabul etmiyor, ona inanmıyorlar. Ebû Ali de der ki: Ona razı olmamak suretiyle Allah'ın hükmünden başka bir hükmü istiyen kişi kâfir olur. Yahudilerin durumu da budur.

44

Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. Teslim olmuş olan peygamberler, rabbaniler ve bilginler de Allah'ın Kitabını korumaları istendiğinden onunla yahudilere hükmederlerdi. Hepsi de onun üzerine şahiddiler. O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.

"Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır" yani, onda açıklama, bir ziya (aydınlık) ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak olduğuna dair bilgi vardır.

"Hidayet", mübteda olarak ref mahallindedir.

"Ve nûr" da ona atfedilmiştir.

"Teslim olmuş olan peygamber... onunla yahudilere hükmederlerdi." âyetin "peygamberler"den kastın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu ve ondan çoğul lâfzı ile söz edildiği söylendiği gibi, Hazret-i Mûsa'dan sonra Tevrat'ı uygulamak üzere gönderilen bütün peygamberler olduğu da söylenmiştir. Yahudiler, peygamberler yahudi idiler dedikleri gibi, hıristiyanlar da: hıristiyan idiler dediler. Burada yüce Allah her iki kesimin de yalan söylediklerini beyan etmektedir.

"Teslim olmuş olan...lar" âyetinin anlamı ise, Mûsa (aleyhisselâm)’dan, Îsa (aleyhisselâm)’ın dönemine kadar Tevrat'ı tasdik etmiş olanlar demektir. Aralarında, bin peygamber gelip geçmiştir. Dörtbin peygamber olduğu da söylenmiştir Bundan daha fazla geldiği de bildirilmiştir. Bunların hepsi de Tevrat'ta bulunan hükümlerle hükmediyorlardı.

"Teslim olmuş olan...lar" âyetinin, kendileriyle gönderilen hususlarda Allah'ın emirlerine boyun eğerek itaat edenler demek olduğu da söylenmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzere bulunan peygamberler Tevrat ile hükmederlerdi anlamına geldiği de söylenmiştir ki, her İkisinin de anlamı birdir.

"Yahudilere" âyeti ise, yahudiler hakkında, yahudiler arasında demektir Teslim olmuş olan peygamberler, gerek yahudilerin lehine, gerekse onların aleyhine bulunan bütün hususlarda onunla hüküm verirlerdi, anlamında, olduğu da söylenmiş ve burada "aleyhlerine "anlamına gelen kelimesi hazf edilmiştir de denilmiştir.

"Teslim olmuş olanlar" İfadesi burada "Bismillahirrahmanirrahim" İfadesinde olduğu gibi övgü anlamında bir sıfattır. (........) ise, (mealde yahudiler) küfürden tevbe edip dönenler, demektir.

Rabbaniler ve Ahbâr:

Bu âyette takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, Tevrat'ı içinde hidayet ve nûr olduğu halde yahudilere indirdik. Peygamberler, rabbaniler ve bilginler onunla hüküm verirlerdi, Yani, ilim ile insanları idare eden ve onları büyük meselelerden önce ilmin küçük meselleleri ile terbiye edip eğiten rabbaniler onunla hüküm verirlerdi.

"Rabbânîler" anlamına dair bu şekildeki açıklama, İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önce Âl-i İmrân sûresinde (3/79- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Rezin der ki: Rabbânîlerden kasıt, bilge ilim adamları ve hahamlarıdır, İbn Abbâs bunlardan kasıt fakihleridir, demiştir, Hibr ve habr kelimesi, bilgin kişi demektir. Bu, güzelleştirmek anlamına gelen "et-Talıbu"den alınmıştır. Onlar, ilmî tahbîr ettikleri, yani onu açıklayıp güzel ve süslü bir şekilde sundukları için ve bu ilim kalplerinde muhabber (güzelleştirilmiş) olduğu için bu ismi almışlardır.

Mücahid der ki; Rabbânîler ulamadan üstündürler. Kelimenin başına gelmiş olan elif-lâm ise mübalağa içindir.

el-Cevherî der ki: Hibr ve habr kelimesi, yahudilerin Ahbarının birisine (tekil) verilen isimdir. Esreli olarak (hibr şeklinde) okunuşu daha fasihtir. Çünkü, bu kelimenin çoğulu efâl (ahbâr) vezninde gelir, (habr kelimesinin çoğulunun gelmesi gereken şekil olan) fuûi şeklinde gelmemektedir. el-Ferrâ' da der ki: Bu kelimenin tekili hibr şeklinde olup bu, ilim adamına verilen bir isimdir.

es-Sevrî der ki: Ben, el-Ferrâ'ya hibre neden bu ismin verildiğini sordum, şöyle dedi: İlim adamı kimseye hibr ve habr denilir. Bunun anlamı ise, "midâdu hibr: yazı mürekkebi" demektir. Daha sonra "kasaba halkı" anlamında:

"Sen o kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) âyetinde olduğu gibi bir kelimesi hazf edilmiştir. Yine es-Sevrî der ki: el-Esmarye de sordum, o, bu açıklamanın değeri yoktur dedi. Ona habr denilmesi etkisi dolayısıyladır, "Dişleri üzerinde habr vardır" denildiği zaman dişleri sararmış veya kararmış demektir. Ebû’l-Abbas da der ki: Yazıda kullanılan mürekkebe hibr denilmesinin sebebi, onunla yazı gerçekleştirildiğinden dolayıdır,

Ebû Ubeyd de der ki: Benim bildiğime göre ahbâr kelimesinin tekili "habr" diye gelmelidir. Bu ise, sözü ve bilgiyi nasıl tahbir edip güzelleştireceğini iyi bilen kimse demektir. Devamla der ki: Bütün muhaddisler bu kelimeyi fethalı olarak (habr şeklinde) rivâyet etmektedirler. Hokkada bulundurulan ve kendisi ile yazı yazılan şey ise (mürekkeb) esreli olarak "hibr" diye söylenir. Hibr, aynı şekilde iz ve etki anlamına da gelir. Çoğulu ise hubûrdur.

Bu açıklamalar Yakub'dan nakledilmiştir

"Allah'ın kitabını korumaları istendiğinden" yani, Allah'ın Kitabına dair kendilerine verilmiş bulunan emanet, bırakılan bilgiden dolayı... demektir.

(..........) deki "be" harfi "Rabbaniler ve Ahbâr : bilginlerde taalluk etmektedir. Şöyle denilmiş gibidir: Ve bilginler de... korumaları istendiğinden... Yahut da bu harf, "Hükmederlerdi âyeti ile alakalı muallak olabilir. Yani, korumaları istendiğinden hükmederlerdi, demek olur.

"Hepsi de onun üzerine şahittiler" yani Kitabın Allah'tan geldiğine şahidlik ederlerdi. İbn Abbâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükmün Tevrat'ta bulunduğuna dair şahidlik ederlerdi, demektir.

"O halde insanlardan korkmayın" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliğini ve recmi açıkça ifade etmekten çekinmeyin.

"Benden korkun." Bunları gizlemek halinde Benden korkunuz.

Burada hitab, buna göre yahudi ilim adamlarınadır. Mana itibari ile de bu âyetin üzerine açığa çıkarması vacib olan bir hakkı gizleyen herkes de bu âyetin kapsamına girer.

"Âyetlerimi az bir pahaya satmayın" âyetinin anlamı da daha önceden (el-Bakara, 2/41. âyetin tefsirinde) yeterince açıklanmış bulunmaktadır.

Allah'ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler;

"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." Diğer âyetlerde de

"zâlimlerin, fasıkların ta kendileridir" diye buyurulmaktadır. Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nâzil olmuştur. Bu da Müslim'in Sahih'inde el-Berâ yoluyla gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Çoğunluk da bu görüştedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi kâfir olmaz.

Âyet-i kerimede hazf edilmiş ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani, kim Kur'ânı reddetmek suretiyle Hazret-i Rasulün de sözünü inkâr yoluyla Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu, İbn Abbâs ve Mücahid söylemiştir. Bu açıklamaya göre âyet umumidir.

İbn Mes'ûd ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme ister müslüman, ister yahudi, ister katır olsun Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkes hakkında umumidir. Yani, bunun doğruluğuna inanarak ve bu şekilde aykırı hüküm vermenin helal olduğuna kanaat getirerek...

Ancak, kendisinin haram işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, müslümanların fasıkları arasında yer alır. İşi de Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse de ona mağfiret eder.

İbn Abbâs da kendisinden nakledilen bir rivâyete göre söyle demektedir: Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin işine benzeyen bir iş yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Yani, kim Allah'ın bütün indirdikleriyle hükmetmezse, o kimse kâfirdir Ancak, tevhid ile hükmetmekle birlikte, serî bazı hükümler gereğince hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez.

Doğru olan birinci görüştür. Şu kadar var ki Şa'bî: Bu âyet-i kerîme yahudiler hakkında has (özel) dir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir Bunun böyle olduğuna da üç husus delâlet etmektedir. Bunlardan birisi, yahudiler bu âyetten önce:

"Onunla yahudilere hükmederlerdi" âyeti zikredilmişlerdir Dolayısıyla zamir onlara aittir. Diğer bir husus, ifadelerin akışı (siyakı) da buna delalet etmektedir. Nitekim bundan sonra:

"Biz, onda onlara şunu yazdık..." denilmektedir. Buradaki zamir de icma ile yahudilere aittir. Yine yahudiler, recmi ve kısası inkâr edenlerdir.

Birisi kalkıp: Kim" edatı şart edatı olarak zikredilecek olursa, onun tahsis edildiğine dair bir delilin vâki olması hali dışında umumidir, diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Burada bu edat, zikretmiş bulunduğumuz diğer delillerle birlikte O kimse ki, anlamındadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen o yahudiler, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir.

Rivâyet olunduğuna göre, Huzeyfe'ye sorulmuş: Bu âyet-i kerimeler İsrail oğulları hakkında mıdır? o da şöyle demiş: Evet, onlar hakkındadır. Fakat, yemin olsun ki, onların yollarını iki ayakkabı tekinin birbirine benzediği ve aynı hizada olduğu gibi izleyeceksiniz.

"Kâfirlerin tâ kendileridir" ifadesinin müslümanlar,

"zâlimlerin tâ kendileridir" ifadesinin yahudiler,

"fasikların tâ kendileridir" ifadesinin ise hıristiyanlar hakkında olduğu da söylenmiştir. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. Devamla der ki: Çünkü âyetlerin zahirinden anlaşılan budur. Ayrıca İbn Abbâs'ın, Cabir b. Zeyd'in, İbn Ebi Zâide'nin ve İbn Şubrurne ile Şa'bî'nin de tercih ettiği görüş budur.

Tavus ve başkalan da der ki: Bu, kişiyi dinden çıkartan bir küfür değildir. Fakat, küfrün altında kalan bir kütür çeşididir. Ancak, bunda farklı durumlar sözkonusudur. Eğer yanındaki hükmü verirken, o hüküm Allah'ın yanından gelmiştir diye verecek olursa bu, küfrü gerektiren, Allah'ın hükmünü bir değiştirmedir. Şayet hevası gereği ve masiyet yoluyla başka hükümle hükmedecek olursa, elü-i sünnetin günahkârlar için mağfiret ile ilgili kabul ettikleri asıl delillerine binaen mağfiret sözkonusu olabilecek bir günahtır, el-Kuseyrî der ki: Haricilerin görüşüne göre, bir kimse rüşvet alıp Allah'ın hükmünden başka bir hükümle hüküm verecek olursa o kâfirdir. Bu görüş, ayrıca el-Hasen ve es-Süddİ'ye de izafe edilmiştir.

Yine el-Hasen der ki: Yüce Allah, hakimlerden hevalarına uymamayı, insanlardan korkmayıp kendisinden korkmaları ve Allah'ın âyetlerini az bir bedele satmamaları şeklinde üç ahid almıştır.

45

Biz onda, onlara şunu yazdık: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da birbirine kısastır." Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık lı al inde sunacağız:

1- Aynı Din Mensubu Olmayanlar Arasında Kısas:

Yüce Allah:

"Biz onda, onlara şunu yazdık; Cana can" âyeti ile, Tevrat'ta canlar arasında eşitlik gözetmiş olduğunu, fakat onların buna muhalefet ederek sapıtmış olduklarını beyan etmektedir. Nadiroğullarına mensub kimsenin diyeti daha fazla idi. Üstelik, Nadiroğullarına mensub bir kişi, Kurayza oğullarından birisine karşılık olarak Öldürülmüyor, ama Nadiroğullarından öldürülen bir kimse karşılığında Kurayzaoğu İla rina mensub katil öldürülüyor idî. İslam gelince, Kurayzaoğu İlan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu hususta baş vurdular. O da aralarında eşitlikle hüküm verdi. Nadiroğulları; sen bizim hakettiğimiz bir şeyi aşağıya çektin dediler. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sûrenin 41. ayeti 1. başlıkta geçen bu rivâyetin kaynakları orada gösterilmiştir.

"Yazdık", farz kıldık anlamındadır. Önceden de açıklandığı gibi. Onların şeriatı, kısas veya affetmek şeklindeydi. Aralarında diyet yoktu. Nitekim el -Bakara sûresinde daha önceden (2/17S. âyet, 1. başlıkta) açıklanmış bulunmaktadır.

Ebû Hanîfe ve başkaları, bu âyet-i kerimeyi delil diye ileri sürerek şöyle demişlerdir: Zimmi karşılığında müslüman öldürülür. Çünkü, bu da cana can demektir. Yine buna dair açıklamalar daha Önceden el-Bakara sûresinde (2/178. âyet, 5- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî, Ali (radıyallahü anh)'a şöyle sorulduğunu rivâyet etmektedirler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sana özel olarak bir şey tahsis etti mi? Hazret-i Ali :Hayır, şu sahifede bulunan müstesna, dedi ve kılıcının kınında bulunan bir yazılı belge çıkardı. Onda şunlar yazılıydı: "Mü’minlerin kanları birbirine denktir. Onlar kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldir, Hiçbir müslüman bir kâfire karşılık Öldürülmez ve ahid sahibi de ahid (eman) altında iken (öldürülmez)." Ebû Dâvûd, Diyât 11; Nesâî, Kasame 9,13; Müsned, I, 119, 122; ayrıca bk. Buhârî İlm 39, Diyât 24, 31; Ebû Dâvûd, Cihad 147; Tirmizî, Diyat 16; Naat, Kasâme 13; Müsned, 1, 151.

Aynı şekilde âyeti kerîme, yahudilerin kabileler arasındaki üstünlük uygulamalarını ve bir kabileden bir kişiye karşılık bir kişiyi kısas olarak kabul ederken bir diğerinden bir kişi karşılığında iki kişiye kısas uygulamalarını reddetmektedir.

Şâfiîler der ki: Bu, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir. Bizden öncekilerin şeriati ise bizim için şeriat değildir. Bu konuda onların görüşlerini reddetmek hususundaki yeterli açıklamalar, el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, orada bu hususa müracaat edilebilir

Dördüncü bir açıklama da şöyledir:

Yüce Allah:

"Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can ..." Bu, Tevrat'a îman edenler üzerine farz olarak yazılmıştı. Bunlar aynı dinin sahibidirler. Müslümanların zimmet ehli oldukları gibi, onların zimmet ehli yoktu. Çünkü cizye, yüce Allah'ın mü’minlere vermiş olduğu bir fey ve bir ganimettir.

Fey ve ganimet; bu ümmetten önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Geçmişte gönderilmiş bütün peygamberler ancak kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdi. O bakımdan bu âyet-i kerîme, İsrail oğullarına bu hükmü uygulamayı farz kılmaktadır.

Çünkü onların kanları birbirine denk idi. Bu da, bizden bir kimsenin, müslüman olmayan kimseler ile ilgili cinayetlerde cana can demesi gibidir. Zira bununla muayyen bir topluluğa işaret etmektedir. Diğer taraftan: Bu kimseler hakkındaki hüküm, onlardan bir canın, yine onlardan bir can karşılığında olduğu şeklindedir. Bu âyetin hükmü gereğince, Kur'ân ehli (Kur âna îman eden) ümmete vacib olana hüküm şöylece ifade edilir: Onların aralarındaki hüküm, cana can karşılığında dır, şeklindedir. Esasen yüce Allah'ın Kitabında, dinlerin farklılığına rağmen, canın cana karşılık öldürüleceğine delâlet eden bir husus yoktur.

2- Bir Kimse Bir Diğerinin Önce Birtakım Azalarını Kesse, Sonra da Öldürse Ona Ne Şekilde Kısas Uygulanır:

Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları İle Ebû Hanîfe der ki: Önce yaralasa, yahut kulağını veya elini kesse, sonra da öldürse aynı şey ona da uygulanır. Zira, yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Biz onda onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun..." böylelikle onun başkasından aldığı aza, ondan da alınır ve o başkasına ne yaptıysa, onun gibisi ona da yapılır.

Bizim (Mâliki mezhebine mensub) âlimlerimiz de derler ki: Bunu yaparken, müsle kastıyla yapmışsa ona da aynısı yapılır. Eğer böyle bir durum çarpışması ve kendisini savunması esnasında yapılmış ise (ve ondan sonra öldürmüşse) kılıçla öldürülür. Böyle bir şeyin müsle kastıyla yapılması halinde, kısasın icabettiğini söylemelerine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın daha önce bu sûrede (5/33-34 âyet; 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere Uranîlerin gözlerine ateşte kızdırılmış çiviler ile mil çekmiştir.

3- Kıraat Farkları:

Yüce Allah'ın;

"Göze göz" diye başlayan âyeti, Nâfî',

Âsım, A'meş ve Hamza, hepsinde (nefs:cana) atfen hep nasb ile okumuşlardır. Ancak, edatı şeddesiz okunarak hepsinin mübteda ve atf ile merfu' okunması da mümkündür İbn Kesîr, İbn Âmir, Ebû Amr ve Ebû Cafer ise, "Yaralar" kelimesi dışındaki kelimelerin hepsini nasb ile okumuşlardır. el-Kisâî ve Ebû Ubeyd ise, bu âyeti: Göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar..." şeklinde, hep merfu' okurlardı.

Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccâc, Harun'dan nakletti, Harun Abbâd b. Kesir'den, o, Akîl'den, o, ez-Zührî’den, o, Enes'ten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:

"Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da bir birine kısastır" diye okuduğunu rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvûd, (3976 ve 3977 no'hı hadisler); Tirmizî, Kıraat 1.

Bu âyetlerin merfu' okunmaları üç bakımdan mümkündür. Evvela mübteda ve haber olmaları, diğeri ise, Can kelimesinin, mahallen manasının merfu olması dolayısıyla. Çünkü bunun anlamı şöyledir: Biz onlara dedik ki: Can, can karşılığıdır Üçüncü şekil ise, ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır, bu da "can : nefs"deki zamire atıf ile olur. Çünkü, ondaki zamir ref mahallindedir. Zira ifadenin takdiri şöyledir:

Her bir nefs, öbür (öldürdüğü) can karşılığında alınır." Buna göre bütün isimler zamirine atfedil mi ştîr.

İbnü'l-Münzir der ki: Bu kelimeleri merfu’ olarak okuyanlar, mübteda kabul ederek, müslümanlar hakkında bir hükmün açıklaması olarak okurlar. Bu da bu husustaki iki görüşün daha sahih olanıdır Çünkü bu,: Göze göz... şeklindeki okuyuş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın okuyuşudur. Ondan sonrakiler de bu şekildedir. Hitab, müslümanlaradır, onlar bununla emrolunmuşlardır.

Özel olarak Yaralar" kelimesini merfu olarak okuyan kimseler ise, kendisinden önceki âyetlerden kat' ve yeni bir cümle başlangıcı olarak bu şekilde okurlar. Âdeta müslümanlar özel olarak bununla emrolunmuş ve bundan önceki âyetler ile karşı karşıya bırakılmamışlar gibi bir mana ifade eder.

4- Yaralamalarda Kısas:

Bu âyet-i kerîme sözü geçen organlarda kısasın cereyan ettiğine delâlet etmektedir. İbn Şubrume, yüce Allah'ın:

"Göze göz" âyetini ileri sürerek, sağ gözün sol göz karşılığında çıkartılabileceğini, bunun aksinin de mümkün olacağını söylemiştir. Aynı şeyi, sağ el ve sol el hakkında da söyler ve şöyle der: Öğütücü dişe karşılık, ön kesici diş, ön kesici dişe karşılık öğütücü diş alınabilir. Çünkü yüce Allah'ın;

"Dişe diş" âyetinin umumi oluşu bunu gerektirmektedir.

Buna muhalefet edenler ise - ki bunlar ümmetin bütün ilim adamlarıdır- şöyle demektedirler: Eğer varsa, sağ göze karşılık sağ göz alınır ve rıza ile –olmadıkça Nesâî, Kasame 46, 47,Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, III, 209, 210. Ebû Dâvûd, el- Merasil, sh, 212. sağ göz bırakılıp, sol göze kısas uygulanarak alınmaz. Bu ise, bize yüce Allah'ın:

"Göze göz" âyeti ile kast edilenin cinayeti isteyenden cinayetinin misli organının alınacağını açıklamaktadır. Buna göre hiçbir durumda ayağa kısas uygulanması gerekirken, ele kısas uygulanması sözkonusu olmadığı gibi, bir organ bırakılıp diğerine kısas uygulamak câiz değildir ve bu hususta hiç bir şüphe yoktur.

5- Hata Yoluyla Gözün Çıkartılması:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer gözler hata yoluyla isabet alıp çıkartılacak olur ise, buna karşılık tam bir diyet gerekir. Tek gözde ise yarım diyet verilmelidir. Bir gözü olmayanın diğer gözü çıkartılacak olur ise, onda da tam diyet ödemek gerekir. Su husus, Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir Abdülmelik b. Mervan, ez-Zührî, Katade, Mâlik, Leys b. Sa'd, Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.

Yarım diyet ödeneceği de söylenilmiştir. Bu ise Abdullah b. el-Muğaffel, Mes'ruk ve Nehaîden de rivâyet edilmiş; es-Sevrî, Şâfiî ile en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) bu şekilde görüş belirtmişlerdir.

İbnü’l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, Hadîs-i şerîfte: "Gözlerde tam bir diyet vardır" diye buyurulmuştur. Bu böyle olduğuna göre, gözlerden birisinde yarım diyetin sözkonusu olması ise, akla uygun olandır.

İbnü'l Arabî der ki: Zahir (olan) kıyas da bunu gerektirmektedir. Ancak, bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Tek gözü olmayanın bir gözü ile görme menfaati, sağlıklı (iki gözü olan) kimsenin gözlerinden sağladığı menfaat gibi veya ona yakındır. İşte bundan dolayı tek gözü olan birisinin gözünü hataen çıkartan kimsenin ona tam diyet ödemesi icabeder.

6- Tek Gözü Gören Bir Kimse, Sağlıklı Birisinin Gözünü Çıkartırsa:

Tek gözü gören bir kimsenin sağlıklı birisinin gözünü çıkarması hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) dan böyle bir kimseye kısas uygulanmayıp tam diyet ödeyeceği kabul edilmiştir. Atâ, Said b. el-Müseyyeb ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir.

Mâlik der ki: Dilediği takdirde kısas uygular-ve onu kör bırakabilir. Dilediği takdirde de iki gözü de gören bir kimsenin diyeti olarak tam bir diyet alabilir,

en-Nehaî der ki: Dilerse kısas yapar, dilerse yarım diyet alır.

Şâfiî, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî derler ki: Ona (yani tek gözü görmeyen caniye ) kısas uygulanır. Bu husus, aynı zamanda Hazret-i Aliden de rivâyet edilmiştir. Bu, Mes'rûk, İbn Sîrin ve İbn Mâkil'in de görüşü olduğu gibi, İbnü’l-Munzir ile İbnü'l-Arabî'nin de tercih ettiği görüş budur. Çünkü şanı yüce Allah:

"Göze göz" diye buyurmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da iki göz karşılığında diyet ödeneceğini tesbit etmiştir. Tek gözde ise yarım diyet sozkonusudur. Gözleri sağlam olan bir kimse ile tek gözü gören bir kimse arasında kısasta, diğer insanlar arasındaki gibidir,

Ahmed b. Hanbel'in dayanağı şudur; Tek gözü gören bir kimseye kısas uygulanacak olursa, görmenin bir bölümü (iki görenin çıkan tek gözü) karşılığında görmenin tamamını almaktır. Bu ise eşitlik olmaz. Yine bu hususta Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'den gelen rivâyete de dayanır.

Mâlik'in dayandığı delil ise şudur: Deliller birbirleriyle çatışacak olurlarsa, cinayetten mağdur olan kimse muhayyer bırakılır. İbnü'l-Arabî ise der ki: Ancak, Kur'ân'ın umumi âyetlerinin gereğini kabul etmek daha uygundur. Çünkü böylesi yüce Allah nezdinde daha çok selâmete çıkartıcıdır.

7- Tek Gözü Olup O Gözü ile Görmeyenin Durumu:

Tek gözü bulunmakla birlikte onunla da görmeyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Zeyd b. Sabit'ten rivâyet olunduğuna göre böyle bir kimsenin gözüne karşılık yüz dinar ödenir.

Ömer b. el-Hattâb'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir göze karşılık o gözün diyetinin üçtebirİ verilir. İshâk da bu görüştedir. Mücahid ise, o gözün diyetinin yarısının verileceğini söylemiştir. Mesrûk, ez-Zührî, Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve en-Nu'man (Ebû Hanîfe) ise, bu hususta bilir kişinin kararına başvurulur demişlerdir. İbnü'l-Münzir de der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü bu konudaki görüşler arasında en asgariyi İfade eden budur.

8- Gözbebeği Kalmakla Birlikte İki Gözün de Görmesinin Ortadan Kaldırılması:

Gözbebekleri kalmakla birlikte iki gözün de görmesinin giderilmesi halinde tam diyet sözkonusudur. Bu konuda görmesi zayıf (A'meş) ile gündüzün görmeyip geceleyin gören (Âhfeş) arasında bir fark yoktur.

Yine gözbebeği kalmakla birlikte iki gözden birisinin görmesinin giderilmesinde de yarım diyet sözkonusudur

İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta ileri sürülen görüşlerin en güzeli, Ali b. Ebî Tâlibin şu şekildeki uygulamasıdır: Sağlam olan gözünün örtülmesini emr etti . Sonra da bir başkasına bir yumurta verip onu uzaklaştırmasını söyledi. Gözünü kapatan kişi de o yumurtaya görebileceği son noktaya kadar bakmaya devam eder. Görebileceği son noktaya geldiğinde oraya bir çizgi çizdirdi. Daha sonra diğer gözünün örtülmesini emredip sağlıklı gözünü açtırdı. Yine bir adama bir yumurta verip, o da o yumurtayı alıp uzaklaştırdı. Mağdur kişi de o yumurtaya bakmaya devam etti. Görebileceği son naktaya varınca orada da bir çizgi çizdirdi- Daha sonra bir başka yerde aynı işlemin yapılmasını emretti: Çizgilerin aynı olduğunu tesbit edince, görme imkânından azalan miktar kadarını ötekinin malından ödetti. Bu, Şâfiî mezhebine göre de böyledir. Bizim (Mâliki mezhebinin) âlimlerimizin görüşü de budur.

9- Görmenin Kısmen Giderilmesi, Göze Kısasın Nasıl Uygulanacağı ve Göz Kapağı:

Görmenin kısmen giderilmesi dolayısıyla kısas uygulanmayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, böyle bir miktarda eşit olarak'kısası gerçekleştirmek imkânsızdır

Göze kısas uygulama keyfiyeti de şöyle olur: Bir ayna kızdırılır, diğer göze bir pamuk konulur. Daha sonra ayna gözbebeği akıncaya kadar onun gözüne yakınlaştırılır. el-Mehdevî ve İbnü'l-Arabî, bunun Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğini zikretmişlerdir.

Göz kapağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Zeyd b. Sabit, gözkapağında diyetin dörttebir olduğunu söylemiştir ki bu, en-Nehaî, el-Hasen, Katade, Ebû Haşim, es-Sevrî, Şâfiî ve rey sahiblerinin görüşüdür. Yine eş Şa'bî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gözün üst kapağında diyetin üçtebiri, alt kapağında ise diyetin üçteikisi vardır. Mâlik de bu görüştedir.

10- Burunda Kısas:

Yüce Allah'ın:

"Buruna burun" âyeti ile ilgili olarak Hadîs-i şerîfte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Burun kökten kesilecek olursa, karşılığında tam bir diyet ödenir" Nesâî, Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, III, 209, 210; Ebû Dâvûd.

İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile bunu ifade etmiştir Buruna kısas uygulanması, yüce Allah'ın Kitabına uygun olarak sair organlarda olduğu gibi, cinayetin kastî olarak işlenmesi halinde uygulanır.

İlim adamları, burnun kırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, burnun kasten kırılması halinde kısas, hata ile kırılması halinde ise Icü'had (bilirkişi takdiri) olacağı görüşünde idi. İbn Nâfi'in rivâyetine göre burun, kökten koparılmadığı sürece diyeti yoktur. Ebû İshâk et-Tunisî ise, bu görüş şazdır. Bilinen birinci görüştür, demektedir.

Bilinen birinci görüşü esas alarak fert bir takım hususları sözkonusu edecek olursak: Burnun yumuşak tarafının bir kısmı kesilecek olursa, genel bölümüne oranla tam diyetten bir miktar verilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Burundan kesilen karşılığında, oranına göre hesab edilerek diyetten verilir. Bu, Ömer b. Abdulaziz ve eş-Şa'bf den rivâyet edilmiş olup, Şâfiî de bu görüştedir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Burnun yumuşak bölümü kesilir de burun kökten kopartılmamış ise, fıkıh âlimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bunların arkadaşları bu durumda tam bir diyet ödeneceğini kabul etmişlerdir. Bundan sonra onun bir bölümü kesilecek olursa, o takdirde bilirkişinin takdirine başvurulur.

Mâlik ise der ki; Burunda diyet ödenmesini gerektiren cinayet, yumuşağın kesilmesidir. Bu da kemiğin alt bölümünde kalan kısımdır.

İbnü'l-Kasım der ki: Yumuşağın kemik tarafından kesilmesi ile burnun gözlerin alt tarafından kemikten kökten koparılması arasında bir fark yoktur, bunun için diyet ödenir. Nitekim, haşefenin kesilmesi halinde de diyet gerektiği gibi, erkeklik organının kökten kopartılması halinde de diyet ödemek gerekir.

11- Burundaki Küçük Yaralamalar;

İbnü’l-Kasım der ki: Burundan bir parça kesilir yahut kırılır da iyileşmekle birlikte eskisi gibi düzgün bir halde yerine oturmamışsa, bilirkişi takdiri sözkonusudur. Bu durumda bilinen bir diyet yoktur. Şayet eskisi gibi iyileşmiş ise herhangi bir şey ödemek gerekmez. Yine İbrtü'l-Kasım der ki; Bunun yarılıp da eskisi gibi düzgün bir şekilde iyileşmesi, başta kemiğe kadar varan yaranın açılıp eskisi gibi iyileşmesi ve bunun karşılığında diyetinin ödenmesine benzemez. Çünkü, baştaki bu tür yaralama (mudiha) ile ilgili hüküm, sünnette rivâyet varid olmuştur. Burnun yaralanması hususunda ise herhangi bir rivâyet bulunmamaktadır. Ayrıca burun, tek başına bir kemiktir. Onun hakkında mudiha (sadece derisinin yaralanması) diye birşey sözkonusu değildir.

Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları, burunda câife (göğüs, karın ve benzeri organlarda vücudun iç tarafına kadar ulaşan yara) söz konusu değildir. Yine bunlara göre câife, ancak karm bölgesinde sözkonusudur. el-Mârin; burnun yumuşak tarafına verilen addır. el-Halil ve başkaları da böyle demiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Zannederim ki, burun için revse tabiri onun yumuşak tarafı, (el-mârin) emebe tabiri ise onun yan tarafına verilen addır. Ernebe, revse ve arteroenin burnun yan tarafı olduğu da söylenmiştir. Mâlik, Şâfiî ve Kûfelilerle onlara tabi olan fukahanın kabul ettikleri görüşe göre, eğer koklama eksilir veya tamamen giderse, bunda bilirkişi takdirine gidilir.

12- Kulakta Kısas:

Yüce Allah'ın:

"Kulağa kulak" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), bir adamın iki kulağını kesen kimse hakkında, bilirkişi takdirine gidileceğini söylemişlerdir.

Tam diyet ödenmesi ise, işitmenin gitmesi halinde sözkonusudur İşitmenin eksilmesi halinde ise, tıpkı görmede yapılan mukayese gibi burada da yapılır.

İşitmenin iki kulaktan birisinde iptal edilmesi halinde yarım diyet ödenir. İsterse daha önceden yalnızca o kulakla işiten olsun. Bu ise, daha önceden de geçtiği üzere çıkartılması halinde tam diyet gerektiren ve gören tek göz ile ilgili hükümden farklıdır.

Eşheb de der ki: Eğer işitme ile ilgili olarak iki kulaktan birisi, ikisinin de işittiği kadar işitiyor ise, bana göre gören tek göz gibidir. Şayet bu hususta şüpheye düşülürse, değişik yerlerden ona seslenilmek suretiyle denenir ve bu husus tesbit edilir. Eğer değişik yerlerden seslenmeleri işitmesi, eşit veya birbirine yakın ise, işitmesinden giden miktar kadar ona diyetten hesab edilip verilir ve bu hususta ona yemin de verdirilir.

Yine Eşheb der ki: Bu hesaplama onun ayarındaki adamların ortalama işitmesine göre hesap edilir. Eğer denenmekle birlikte yaptığı açıklamalar farklı olursa, o zaman ona bir şey verilmez. Îsa b. Dinar ise der ki: Eğer bu konuda söyledikleri birbirini tutmazsa, yemini ile birlikte ona (işitmesinden giden miktarına tekabül eden) diyetin asgarisi verilir.

13- Dişlerde Kısas:

Yüce Allah'ın:

"Dişe diş" âyeti ile ilgili olarak

İbnü'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diş dolayısıyla kısas uyguladığı ve: "Allah'ın farz yazdığı şey kısastır" Buhârî, Tefsir 2. sûre 24, 5. sûre 6, Sulh 8; Ebû Dâvûd, Diyât 28; Nesâî, Kasâme 17; İbn Mâce, Diyât 16. dediği sabittir. Yine Hadîs-i şerîfte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Dişte de beş deve vardır." Ebû Dâvûd Diyât 18; Nesâî, Kasâme 43; İbn Mâce, Diyât 17.

İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu hadisin zahirini kabul ediyoruz. Buna göre, ön kesici dişlerin, köpek dişleri, öğütücü dişler ve diğer yan kesici dişler üzerine herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi de hadisin zahirine girmektedir. İlim ehlinin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Hadisin zahiri gereği görüş belirtip, dişler arasında herhangi bir ayrım gözetmeyenler arasında Urve b. ez-Zübeyr, Tavus, ez-Zührî, Katade, Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshâk, en-Nu'man ve İbnü'l-Hasan da vardır. Bu görüş aynı şekilde Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve Muaviye'den de rivâyet edilmiştir.

Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, biz bunu Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet etmekteyiz. Ömer b. el-Hattâb, ağzın ön tarafındaki dişleri için beşer "fariza" tesbit etmiştir ki bu, toplam olarak her bir "fariza" on dinar kıymetinde olduğundan dolayı elli dinar eder. Öğütücü dişlerin her birisi için de bir deve verilmesini hükmetmiştir. Atâ şöyle derdi: Ön kesici dişlerden köpek dişlerinin yanında olan dişlerin her birisi ile köpek dişlerinin her birisi için beşer deve, geri kalanların her birisi için de ikişer deve vardır. Üst çenedeki dişler ile alt çenedeki dişler arasında bir fark yoktur. Öğütücü dişler de aynıdır.

Ebû Ömer der ki: Mâlik'in Muvatta’''ında Yahya b. Said'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den naklettiği, Hazret-i Ömer'in öğütücü dişlerde birer deve diyet hükmettiğine dair naklettiği rivâyete gelince, Muvatta’', Ukûl 7. bunun anlamı şudur: Öğütücü dişler yirmi tanedir. Geri kalan dişler ise on iki tanedir. Bunlardan dört tanesi en ortadaki kesici dişler, diğer dördü ise onların yan tarafında ve köpek dişlerinin yanında bulunan diğer dişler ile, dört tanesi de köpek dişidir. Hazret-i Ömer'in görüşüne göre, böylelikle diyet, seksen deveyi bulmaktadır. Öğütücü dişlerin herbirisinde birer deve, diğerlerinde ise beşer deve.

Muaviye'nin görüşüne göre ise, öğütücü dişler ile diğer dişlerin her birisi için beşer deve diyet vardır. Muvatta’', Ukûl 7. Bu durumda da diyet yüzaltmış deve olur.

Said b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre ise, öğütücü dişlerde ikişer deve verilir. Öğütücü dişler ise yirmi tanedir. Hepsi için kırk deve verilmesi gerekir. Diğer dişlerin herbiri için beşer deve verilmelidir. Bunlar da altmış deve ed-T er. Böylelikle yüz deve olur. İşte bu da deve türünden tam bir diyet eder. Aralarındaki görüş ayrılıkları ise, öğütücü dişlerdedir. Diğer dişlerde değil.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Sahabe ve tabiinin ilim adamlarının dişlere dair diyetteki görüş ayrılıkları ve bunlardan birini diğerinden üstün tutmaları oldukça çoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî gibi fukahanın kabul ettiği görüşün delili ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her bir dişte beş deve vardır" âyetidir. Âyetin zahiri onların lehine delil teşkil etmektedir. Öğütücü diş de dişlerden bir diştir.

İbn Abbâs da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Parmaklar birbirine eşittir. Dişler de birbirine eşittir. Kesici diş ile öğütücü diş birbirine eşittir, bu da buna eşittir". Bu ise açık bir nasstır ve bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Diyât 18; İbn Mâce Diyât 17, Yine Ebû Dâvûd İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ellerin ve ayakların parmaklarını eşit olarak değerlendirmiştir. Ebû Dâvûd Diyât 18; Tirmizî Diyât 4; İbn Mâce Diyât 18.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fukaha topluluğu ile ilim ehlinin büyük çoğunluğu bu eserlerin ifade ettiği görüşe bağlı kalarak bütün parmakların diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, dişlerin de diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, ön dişler ile öğütücü dişlerle köpek dişleri arasında fark olmadığını, bunlardan birinin ötekine üstün tutulmayacağını belirtmişlerdir. Amr b. Hazm'ın Kitabı'nda kaydettiğine göre bu böyledir.

es-Sevrî de Ezher b. Muhâribden şöyle dediğini nakletmektedir: Kadı Şureyh'e iki kişi gelip davalaştı. Onlardan birisi diğerinin ön kesici dişine bir darbe indirmiş, diğeri de onun öğütücü dişine isabet ettirmişti. Şureyh dedi ki: Ön kesici diş ve güzelliği, diğer tarafta ise öğütücü diş ve bunun faydası. Her bir diş diğer dişe karşılıktır. Ebû Ömer der ki: Bugüne kadar her tarafta uygulama buna göredir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

14- Vurduğu Darbe ile Dişi Karartırsa:

Dişine bir darbe vurup karartırsa, Mâlik ve Leys b. Sa’d’ın görüşüne göre tam bir diş diyeti Öder. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Bu görüş Zeyd b. Sabitten de rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, ez-Zührî, el-Hasen, İbn Sîrin ve Şureyh'in de görüşü budur. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan bu durumda dişin diyetinin üçtebiri verileceğini söylediği rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.

Şâfiî ve Ebû Sevr der ki; Böyle bir durumda bilirkişi takdirine gidilir.

İbnü'l-Arabî der ki: Bana göre bu, bir noktada uzlaşması mümkün olabilen bir görüş ayrılığıdır. Çünkü, eğer dişin kararması dişin sağladığı faydayı ortadan kaldırıp geriye sadece çolak el ve kör göz gibi yalnızca şekli kalmış ise, diyetin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan eğer dişin sağladığı menfaatin bir bölümü veya tamarry geriye kalmış ise, ancak menfaatin eksilen miktarı kadar ve bilir kişi takdiri ile tesbit edilecek bir dişin diyetinin bir bölümünün verilmesi gerekir. Ömer (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilen diyetin üçte birinin verileceğine dair rivâyet ise, ne senet bakımından, ne de fıkhî açıdan ondan sahih olarak gelmiş değildir.

15- Süt Dişlerinin Durumu:

Dökülmeden önce, küçüğün süt dişlerinin hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik, Şâfiî ve rey ashâbı şöyle derler: Küçüğün süt dişi sökülür daha sonra onun yerine dişi gelirse o dişi şokene birşey düşmez, Şu kadar var ki, Mâlik ile Şâfiî şöyle demişlerdir: Eğer o dişin yanındaki diğer dişten daha kısa çıkacak olur iset eksikliği miktarınca onun için diyet alınır.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda bilirkişi takdirine gidilir. Bu görüş en-Nehaîden de rivâyet edildiği gibi, en-Nu'man (Ebû Hanîfe) da bu görüştedir.

İbnü’l-Münzir der ki: Bu konuda bilgi sahibi olan kimselerin artık bu diş bir daha gelmeyecektir diyecekleri vakte kadar beklenir. Durum böyle olursa, o takdirde hadisin zahirine binaen o dişin tam diyeti ödenir. Daha sonra o diş bitecek olursa, alınmış olan diyet geri ödenir. İlim ehlinden kendilerinden görüş bellenilen kimselerin çoğunluğu ise şöyle der; Bunun için bir sene beklenilir. Bu görüş, Ali, Zeyd, Ömer b. Abdulaziz, Şureyh, en-Nehaî, Katade, Mâlik ve rey sahiplerinden rivâyet edilmiştir. Şâfiî ise bu hususta belli bir süre tesbit etmiş değildir.

16- Büyüğün Sökülen Dişi Yerine Diş Gelirse:

Büyüğün dişi sökülüp diyetini aldıktan sonra o dişinin yerine diş gelecek olursa, Mâlik aldığını geri vermez demektedir.

Küfe âlimleri İse, yerine başka bir diş gelecek olursa aldığını geri öder, derler. Şâfiî'nin ise, geri öder ve ödemez şeklinde iki görüşü vardır, Çünkü bu adeten görülen bir şey değildir Nadiren görülen şeyler için ise hüküm tesbit edilemez. Bu, bizim ilim adamlarımızın da görüşüdür. Kûfeliler ise şunu delil gösterirler: Sökülen dişin yerini tutacak bir başka diş gelmiştir, o bakımdan aldığı diyeti geri ödemelidir. Bu konudaki görüşlerinin asıl dayanağı ise, küçüğün dişi ile ilgili meseledir.

Şafiî der ki: O diş, sağlıklı bir şekilde eskisinin yerine çıktıktan sonra, bir kişi ona karşı bir cinayet İşleyecek olursa, o dişe mukabil tam bir diş diyeti ödenir.

İbnü'l-Münzir der ki: Bu, iki görüşün daha sahih olanıdır. Çünkü, mütecavizlerin her birisi başlı başına bir diş sokmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da her bir diş için beş deve diyet tesbit etmiştir.

17- Sökülen Dişini Yerine Koymak:

Bir kişi bir diğerinin dişini sökse, dişi sökülen de hemen onu yerine koyup diş yerine kaynayacak olsa, bize göre herhangi bir şey ödemek gerekmez.

Şâfiî ise der ki; Necis olduğundan dolayı, sökülen dişini geriye iade edemez. İbnül-Müseyyeb ve Atâ da böyle demiştir Şayet dişini yerine iade edecek olursa, o dişi meyte hükmünde olduğundan dolayı bu şekilde kıldığı her bir namazı İade etmelidir.

Aynı şekilde kulağı da kesilecek ve henüz kanı sıcakken yerine koyup, kulağı yerine yapışacak olursa, yine aynı hüküm sözkonusudur. Atâ der ki: Bu durumda sultan (devlet yöneticisi veya yetkili otorite) onu yerinden sökmeye mecbur eder. Çünkü o, yerine yapıştırdığı bir meytedir.

İbnü'l-Arabî der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü bu görüşü ileri süren kişi, bunu geri çevirmenin ve o organın eski haline gelmesinin, (necaset) hükmünün de geri dönmesini gerektirdiğini farkedememiş, bilememiştir. Zira bu organda necaset, yerinden ayrıldığından dolayı sözkonusudur. Fakat bilahare eski yerine bitişmiştir. Şeriatin hükümleri ise, aynî şeylerin nitelikleri değildir. Şeriatin hükümleri, o hususta yüce Allah'ın söylediklerine ve bu konuda verdiği haberlere göre ortaya çıkar.

Derim ki: İbnü'l-Arabînin Atâ'dan naklettiği ile, İbnü’l-Münzir'in ondan naklettiği arasında farklılık vardır.

İbnü’l-Münzir der ki: Kısas olmak üzere sökülen bir diş, daha sonra eski yerine döndürülüp bu diş yerine kaynayacak olursa, hükmün ne olacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Atâ el-Horasanî ile Atâ b. Ebi Rabah bunda bir mahzur yoktur derken, es-Sevrî, Ahmed ve İshâk bu diş bir daha sökülür, demişlerdir. Çünkü kısas, bu hususta kişiyi te'dip içindir. Şâfiî de der ki: Necis olduğundan dolayı onu eski haline geri çevîremez. Çevirecek olursa, sultan onu yerinden sökmeye mecbur eder.

18- Fazla Dişin Sökülmesi:

Fazla digi olan birisinin o dişi sökülecek olursa, bunun diyetini bilirkişi takdir eder. İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fükahâlan da bu görüştedir. Zeyd b. Sabit ise, bir dişin üçtebir diyeti verilir, demektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Bu konuda diyet miktarım tesbit etmek için herhangi bir delil yoktur. O bakımdan bilirkişi takdirine gitmek daha adaletlidir.

İbnü’l-Münzir de der ki: Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyet sahih değildir. Ali (radıyallahü anh)'dan ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kısmı kırılan diş için, kıran kimse dişi kırılana o dişten eksilen miktara göre diyet verir.

Bur Mâlik, Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür.

Derim ki: Yüce Allah'ın, âyet-i kerimenin nassı ile zikretmiş olduğu organlar burada sona. ermektedir. Ayet-i kerimede dudaklar ve dil zikredilmemiştir ki bunlar da sonraki başlıkların konusudur.

19- Dudakların ve Dilin Diyeti:

Cumhûr der ki: Duduklarda tam bir diyet vardır. Her bir dudak için , yarım diyet verilir. Üst dudağın alt dudağa üstünlüğü yoktur.

Zeyd b. Sabit, Said b. el-Müseyyeb ve ez-Zührî'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Üst dudak karşılığında üçtebir diyet, alt dudak karşılığında ise, üçteiki diyet verilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Ben de birinci görüşteyim. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen merfu' hadiste O: "İki dudakta da bir diyet vardır" Nesâî, Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyat 125. diye buyurmuştur. Diğer taraftan iki elde de -sağladıkları faydalar farklı olsa dahi- bir diyet vardır. İki dudaktan kesilen miktar ise, bütüne oranına göre hesap edilir.

Dil ile ilgili olarak da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Dilde de diyet vardır" Dârimî, Diyat 12; Ebû Dâvûd, el-Merasıt, s. 214. hadisi varid olmuştur. Medineli ve Kûfeli ilim ehli ile hadis ashâbı ve rey ashâbı da icma ile bu görüştedirler. Bunu da İbnü'l-Münzir ifade etmiştir.

20- Dilin Bir Bölümü Kesilecek Olursa:

Bir kimse, bir başkasının dilinin bir parçasını kesecek ve konuşma yeteneğinin bir bölümü gidecek olursa, hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demiştir: (Arapçadaki) yirmisekiz harften kaçını konuşamadığına bakılır. Onun konuşma imkânının gittiği miktarda diyet verir. Şayet tamamiyle konuşamayacak hale gelirse, tam bir diyet öder. Bu; Mâlik, Şâfiî, Ahmed, ..... ve rey ashâbının da görüşüdür. Mâlik der ki: Tam bir kısas mümkün olamadığından dolayı dilde kısas yoktur. Eğer kısas mümkün ise, kısas uygulamak asıl olandır.

21- Lâl Kimsenin Dilini Kesmek:

Konuşamayan lâl kimsenin dilinin kesilmesi hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şa'bî, Mâlik, Medineli âlimler, Sevrî, Iraklılar, Şâfiî, Ebû Sevr, Nu'man (Ebû Hanîfe) ve iki arkadaşı bu durumda bilirkişi takdirine gidilir, derler.

İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta şaz iki görüş de vardır. Birisi Nehaînin görüşüdür bu durumda tam bir diyet ödenir derken, diğeri Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre ise diyetin üçtebiri verilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Birinci görüş daha sahihtir, çünkü bu konuda söylenenlerin asgarisi odur. İbnü'l-Arabî der ki: Şanı yüce Allah, temel azaları nass ile zekrettikten sonra, diğerlerini de bunlara kıyas yapılsın diye zikretmemiştif: Buna göre, kısasın sözkonusu olduğu herbir organda eğer kısas uygulama imkânı var ve burîdan dolayı da kişinin öleceğinden korkulmuyor ise, kısas uygulanır. Sağladığı menfaat tamamiyle ortadan kalkıp geriye sadece şekli kalan her bir organda ise, kısas yoktur. Bunda kısasa imkân bulunmadığından dolayı diyet ödenir.

22- Yaralamalarda Kısas:

Yüce Allah'ın:

"Yaralar da birbirine kısastır." yani, birbiriyle takas edilir demektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Daha ileri boyutlara varmasından korkulan yaralar ile kısası uygulayacak olanın hata etmeksizin yahut daha fazlasına götürmeksizin ya da eksik yapmaksızın uygulaması mümkün olmayacak şeylerde de kısas sözkonusu olmaz. Kısas uygulamanın mümkün olduğu kasti yaralamalarda ise kısas yapılır. Bütün bunlar, yaralamaların kasti olması halinde böyledir. Hata ile olması halinde ise diyet sözkonusudur. Hata ile öldürmede diyet sözkonusu olduğu gibi, yaralamalarda da diyet sözkonusudur.

Müslim'in Sahih'inde, Enes'den rivâyete göre, er-Rubeyy"ın kız kardeşi -Um Harise- birisini yaralamıştı. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda davalaştılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kısas, kısas" diye buyurdu. Um er-Rubeyy: Ey Allah'ın Rasulü dedi, filana kısas mı uygulanacak? Allah'a yemin ederim ki, ona kısas uygulanmayacaktır. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah, Allah. Ey Um er-Rubeyy kısas Allah'ın Kitabı (farz kıldığı hüküm) dır." Um er-Rubeyy hayır, Allah'a yemin ederim ebediyyen ona kısas uygulanmayacaktır, dedi. Hak sahipleri diyeti kabul edinceye kadar o da böylece ısrar edip durdu. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, mutlaka Allah da onun yeminini gerçekleştirir." Müslim, Kasâme 24; Nesâî Kasâme 17; Müsned, III, 284.

Derim ki: Bu hadiste sözü edilen, yaralanan kişi bir cariye idi. Yarası ise ön dişinin kırılması şeklinde idi. Bunu, Nesâî yine Enes'ten şöylece rivâyet etmiştir: Enes'in anası bir cariyenin dişini kırmıştı. Allah'ın Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) kısas yapılacağı hükmünü verdi. Kardeşi Enes b. en-Nadr ise: Filanın ön dişini mi kıracaksın? Hayır, seni hak ile gönderene yemin ederim onun dişi kırılmayacaktır, dedi. Bundan önce ise, yakınlarından af edip diyet almalarını istemişlerdi. Kardeşi olan Enes'in amcası, -ki bu, Uhud günü şehid düşmüştü- yemin edince, onlar da affetmeye razı oldular. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir. " Nesâî, Kasâme 18. Bunu Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd devamla der ki: "Ben, Ahmed b. Hanbel'e diş dolayısıyla nasıl kısas uygulanır diye sorulurken, Onun da: "Törpülenmesi suretiyle diye cevap verdiğini dinledim." Ebû Dâvûd Diyât 28. Aynı olayla başka yerlerde de kaydedilen diğer rivâyetleri için bk. Buhârî, Tefsir 2. sûre 24, 3. sûre 6, Sulh 8; Nesâî, Kasâme 17,18; İbn Mâce, Diyât 16; Müsned, III, 284.

Derim ki: Her iki hadis arasında her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü, onların her birisinin ayrı ayrı yemin etmiş olmaları, Allah'ın da bu yeminlerini gerçekleştirmiş olması muhtemeldir. Bu olayda, ileride yüce Allah'ın izniyle, Hızır (aleyhisselâm) kıssasında açıklanacağı üzere (el-Kehf, 18/66. âyet ve devamının tefsirinde) evliyanın kerametine de delalet vardır. Yüce Allah'tan onların kerametlerine îman etmek üzere bize sebat vermesini ve herhangi bir mihnet ve fitneye maruz bırakmaksızın, bizleri de onların arasına katmasını dileriz.

23- Kemiklerin Kırılması:

İlim adamları, yüce Allah'ın:

"Dişe diş" âyetinde sözü geçen kısasın kasti hallerde sözkonusu olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Bir kişi, bir diğerinin dişini kasti olarak kıracak olursa, Enesin hadisine göre ona kısas uygulanır.

Fakat, ilim adamları, vücuddaki diğer kemiklerin kasti olarak kırılması ha-İinde farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Uyluk kemiği, omurga, me'raume, münakkıle ve hâşime (tanımlan biraz sonra gelecektir) gibi daha ileri derecelere ulaşacağından korkulanlar dışında, bedendeki bütün kemiklerde kısas uygulanır. Ancak tehlikeli olan bu gibi hallerde diyet sözkonusudur.

Küfe âlimleri ise derler ki: Diş dışında kırılan hiçbir kemikte kısas sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah:

"Dişe diş" diye buyurmuştur. Bu aynı zamanda el-Leys ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Şâfiî der ki: Hiçbir zaman bir kırık bir diğer kırık gibi olamaz. O halde kemiklerde kısas yasaktır.

Tahavî der ki: Baş kemiğinin kırılmasında kısas olmayacağı hususunu fakihler ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer kemiklerde de durum böyledir.

Mâlik'in lehine delil ise, Enes yoluyla rivâyet edilen dişte kısasa dair Hadîs-i şerîftir. Diş de bir kemiktir. O halde, ölüm ile neticelenir korkusuyla kısas uygulanması mümkün olmayacağı icma ile kabul edilmiş bir kemik olması dışında sair bütün kemikler de böyledir.

İbnü'l-Münzir der ki: Hiçbir kemikte kısas uygulanmaz diyen kimse, Hadîs-i şerîfe muhalefet etmektedir. Haberin varlığına rağmen, onu bırakıp kıyasa başvurmak ise câiz değildir.

Derim ki: Yine yüce Allah'ın:

"Artık size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin" (el-Bakara, 2/124);

"Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan saldırının benzeri ile karşılık verin" (en-Nahl, 16/126) âyeti da buna delalet etmektedir. Fukahanın icma ile kısas uygulanamayacağını söyledikleri bu âyetin kapsamına girmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve başarı da Allah'tandır.

24- Başta ve Vücudun Diğer Bölgelerindeki Yaralamalar;

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın mûdiha ile, onun dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalar (şicâç)’e dair hadisi hakkında Ebû Ubeyd şöyle demektedir: el-Esmaî ve başkaları der ki: (Dilcilerin) bu husustaki açıklamaları birbirine karışmıştır. Şicâc (baş ve yündeki) yaralamaların birincisi, hârisa diye bilinir. Bu ise, deride az miktarda açılan yaraya denilir. İşte elbiseyi ağartan kimse, kumaşı yardığı zaman denmesi buradan gelmektedir. Bu tür yaralamaya el-Harsa da denilir.

"Bundan sonra badia gelir. Bu da deriyi yardıktan sonra eti de yaralayan yaranın adıdır

Arkasından, mütelâhime gelir. Bu da deriyi yaralamakla birlikte, et ile kemik arasındaki simhak diye bilinen ince zara kadar ulaşmayan yaradır, el-Vakidî der ki: Bu yaralamaya biz miltâ demekteyiz. Başkası ise bu, miltât diye bilinen yaralamadır, demektedir. İşte Hadîs-i şerîfte hakkında: "Miltâtda ise kanına göre hüküm verilir kan akıtıldığı andaki haline göre takdire gidilir" İbnu'l Ashâb, en-Nihâye, IV, 357. denilen yaralamada da bu kastedilmektedir

Bundan sonra Mûdiha gelmektedir. Bu ise, kemiğin beyazlığı görününceye kadar kemik üzerindeki ince zan sıyıran veya yaran yaralama şeklîdir. İşte buna Mûdiha denilir, Ebû Ubeyd der ki: Baş ve yüzdeki yaralamalar arasında özel olarak mûdiha dışında hiçbirisinde kısas sözkonusu değildir, Çünkü, bunun dışında ulaşılabilecek, sınırı belli bir yaralama sözkonusu değildir. Bu mûdiha dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda diyetleri neyse o verilir.

Bundan sonra kâşime gelir. Bu ise, kemiğin kırılmasına yol açanyaralamadır.

Bundan sonra, münakkıle gelir. El-Cevherî bunu "kaf harfinin esrelisi ile nakletmiştir. Bu da kemiği yerinden çıkartmaya neden olan yaralamadır.

Bundan sonra, âmme gelir. Buna, me'mume de denilmektedir. Bu ise, beyine kadar ulaşan yaralamadır. Ebû Ubeyd der ki: "Miltât'da da kanına göre verilir" hadisi hakkında şöyle denilmektedir: Kişi böyle bir yara açacak olursa, o yara açanın aleyhine, yaralanan kimsenin lehine yaraladığı anda, derhal o yaranın diyetini ödemesi hükmü verilir ve bu hususta erteleme yapılmaz. Yine (Ebû Ubeyd) der ki: Bize göre, baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda işin nereye varılacağı görülünceye kadar beklenir. İşin varacağı yer ortaya çıktıktan sonra, o vakit o yara hakkında hüküm verilir. Ebû Ubeyd der ki: Bize göre yüz ve baştaki bütün yaralamalar ile bedendeki sair yaralamalarda da beklenir: Bize Huşeym, Husayn'dan naklederek dedi ki: Ömer b. Abdulaziz dedi ki: (Kemiğe kadar ulaşan yaralama olan) Mûdiha'dan aşağısında ki yaralamalar bir takım çiziklerden ibarettir, bunlar karşılığında sulh sözkonusudur

Hasan-ı Basrî der ki: Mûdiha'dan aşağısındaki yaralamalarda kısas sözkonusu olmaz. Mâlik de der ki: Zan ortaya çıkartan mûdiha ile dâmiye, bâdia ve buna benzer yaralamaların aşağısındakilerde kısas uygulanır. Kûfeliler de böyle demişler ve bunlar buna ayrıca simhâk (kemik üstündeki zara kadar ulaşan yaralama) da eklemişlerdir. Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir.

Ebû Ubeyd der ki: Dâmiye kan akmaksızın kanatan yaralamadır.

Dâmia ise, böyle bir yaradan kanın akması halinde verilen isimdir. Mûdiha'dan aşağisındaki yaralamalarda kısas yoktur.

el-Cevherî ise der ki: Dâmiye, kanatan fakat kam akmayan baş ve yüzdeki yaralamadır.

Bizim (Mâliki mezhebi) âlimlerimiz der ki: Dâmiye, kanın aktığı yaradır.

Mûdiha'dan derin yaralamalarda da kısas sözkonusu değildir. Kemiği kıran (hâşime) ile munakkile (kemiği yerinden ayıran) -özel olarak bundaki görül ayrılığı ile birlikte- ve beyine kadar ulaşan yara olan âmme ile beyin zarını da yararak beyine kadar ulaşan dâmiğada kısas sözkonusu değildir.

Bedendeki hâşimelerde ise kısas vardır. Ancak baldır ve buna benzer daha tehlikeli sonuçlara ulaşacağından korkulan kemik kırmalar müstesnadır. Baştaki haşime ile ilgili olarak İbnü’l-Kasım der ki: Bunda kısas sözkonusu olmaz. Çünkü bunun, hâşimeden çıkıp munâkkıle'ye kadar ulaşması kaçınılmaz bir şeydir, Eşheb ise der ki: Hâşimede kısas uygulanır. Ancak bu hâşime munakkile derecesine ulaşacak olursa onda kısas uygulanmaz.

Azalara gelince, ölüm tehlikesinden korkulanlar dışında bütün eklemlerde kısas uygulanır. Burnun yumuşak bölümü, kulaklar, erkeklik organı, gözkapakları ve dudaklar da eklem hükmündedir. Çünkü bunlar, belli bir şekilde ölçülüp takdir edilebilirler.

Dil hususunda ise iki rivâyet vardır

Kemiklerin kırılmasında kısas sözkonusudur Ancak, göğüs, boyun, omurga, uyluk ve buna benzer insanı ölüme kadar götürebilecek olanları müstesnadır. Pazu kemiğinin kırılmasında da kısas vardır. Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, bir başkasının uyluğunu kıran kimseye7 yine uyluğunun kınlması hükmünü vermiş; Abdulaziz b. Abdullah b. Halid b. Esid de Mekke'de bunu uygulamıştır. Ömer b. Abdulaziz'den de böyle bir uygulama yaptığı rivâyet edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz gibi Mâlik'in görüşü budur ve şöyle demiştir: Bu, onlar tarafından tema ile kabul edilmiştir; bizim beldemizde bir kişiye bir darbe vurunca, diğeri eliyle kendisini ondan korumak isterken, elini kırarsa, ona kısas uygulanması şeklindedir.

25- Baş, Yüz ve Vücudun Sair Bölgelerindeki Yaralamaların Diyetleri:

İlim adamları der ki: Şicâc, baştaki yaralamalar hakkında, cirâh da vücudun sair bölgelerindeki yaralamalar hakkında kullanılan tabirlerdir.

İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre, ilim adamları mûdihadan aşağıdaki baş yaralamalarında erş (yaralama diyeti") olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu diyetin miktan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mûdihadan aşağıdaki yaralamalar ise beş tane olup, bunlar; dârniye, dâmia, bâdia, mütelahime ve simhâk diye bilinir. (Mütelâhime, badiadan daha çok derine varan fakat kemiğe de yaklaşmayan yaralamanın adıdır.)

Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk ve rey sahipleri, dâmiye, bâdia ve müteîahime hakkında da bilirkişi takdiri sözkonusudur derler.

Abdurrezzak ise Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini nakletmektedir; Damiye'de bir deve, bâdiada iki deve, mütelahimede de üç deve verilir. Simhâkta; dört deve, mûdihada beş deve, hâşimede on deve, münakkılede onheş deve vardır. Me'mûmede tam diyetin üçtebiri verilir. Bir kimseye aklım kaybedecek kadar vuran kişi, tam bir diyet ödeyeceği gibi, bir kimseye vurduğu darbe ile sesinin burnundan çıkmasına ve sözünün anlaşılmamasına sebep teşkil eden de tam bir diyet öder. Ya da sesi kısılıp, söylediği söz anlaşılmayacak hale gelirse, yine tam diyet ödemesi sözkonusudur. Göz kapağında diyetin dörttebiri vardır Memenin ucunda da tam diyetin dörttebiri vardır,

İbnül-Münzir der ki: Ali (radıyallahü anh)'dan, simhak hakkında Zeyd'in dediği gibi bir görüş nakledilmiştir. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Simhâkda mûdiha diyetinin yarısı verilir, Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdulaziz ve Nehaî ise, simhak'da bilirkişi takdirine gidilir, derler. Mâlik, Şâfiî ve Ahmed de böyle demiştir. İlim adamları mûdihada Amr b. Hazm'ın rivâyet ettiği hadiste belirtildiği üzere beş deve verileceği hususunda ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü o hadiste Mûdihada da beş deve vardır, denilmektedir. Amr b. Hazm'ın sözü edilen bu rivâyetinin çeşitli bölümlerine de önceden atıflarda bulunulmuştur. Bu rivâyet Nesâî Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, II, 209-210; Ebû Dâvûd, el-Merasil, s. 212"de yer almaktadır. Yine ilim ehli icma ile mûdiha’nın başta da yüzde de olabileceğini kabul etmişlerdir Ancak, yüzdeki mûdihanın baştaki mûdihadan daha üstün olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Bekr ve Ömer'den ikisinin de eşit olduğuna dair görüş rivâyet edilmiştir. Tabiinden bir topluluk da onların görüşlerini kabul ettiği gibi, Şâfiî ve İshak da bu görüştedir.

Said b. el-Müseyyeb'den ise yüzdeki mûdihanın diyetini, baştaki mûdihanın iki katı kabul ettiğine dair rivâyet gelmiştir. Ahmed de der ki: Yüzdeki mûdihanın diyetinin artırılması daha uygundur.

Mâlik der ki: Me'mûme, mûnakkıle ve mûdiha ancak baş ve yüzde olur. Me'mûme ise, yara beyine ulaşacak olursa, yalnızca başta sözkonusu olur. Yine Mâlik der ki: Mûdiha, kafa tasında olur. Ondan aşağısındaki yaralar ise boyun bölgesinde olur ve bunlarda mûdiha yarası sözkonusu değildir. Yine Mâlik der ki: Burun baştan sayılmaz. Burunda da mûdiha sözkonusu değildir. Alt çenede de aynı şekilde mûdiha olmaz.

İlim adamları, bag ve yüzün dışında mûdiha hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ve İbnül-Kasım der ki: Bedendeki mûdiha, munakkıle ve me'mûme'de, içtihad ile diyet takdirinden başka bir yol yoktur. Bu yaralar hakkında bilinen bir diyet (erş) sözkonusu değildir.

İbnü'l-Munzir der ki: Mâlik, Sevrî, Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın görüşü budur. Biz de böyle diyoruz. Atâ el-Horasânî'den rivâyet edildiğine göre mûdiha insanın bedeninde olursa, yirmibeş dinar cezası vardır.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları, bir kişiye iki me'mûme yahut iki mûdiha veya üç me'mûme, yada üç mûdiha yahut bundan da fazla miktarda yarayı tek bir darbede açacak olursa, bütün bunlarda -isterse bunlar genişleyip tek bir yara haline gelsinler- tam bir diyet vardır. Hâşime için, bize göre diyet sözkonusu değildir, bilirkişi takdirine gidilir.

İbnü’l-Münzir der ki: Ben, Medinelilerin kitaplarında hâşimeden söz edildiğini tesbît edemedim. Bunun yerine Mâlik, bir kişinin burnunu kıran bir kimse hakkında, eğer bu hata yoluyla olmuşsa içtihad ile takdire gidileceğini söylemiştir. Hasan-ı Basrî ise, hâşime hususunda herhangi bir miktar takdir etmezdi. Ebû Sevr de der ki: Eğer bu hususta ihtilâfa düşülecek olursa, hâşimenin cezası bilirkişi tarafından takdir edilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Kıyas da buna delalet etmektedir. Zira bu hususta ne sünnet vardır, ne de icma. Kadı Ebû'l-Velid el-Bâcî der ki: Hatimenin cezası, mûdihanın cezası gibidir Eğer hâşime, münakkıleye dönüşecek olursa onbeş deve, şayet me'mûme olursa bu sefer tam bir diyetin üçtebiri verilir.

İbnü'l-Münzir der ki: İlim ehlinden karşılaştıklarımızın ve kendisinden bize bilgi ulaşanların çoğunun hâşimede on deve takdir ettiklerini tesbit ettik. Biz bu görüşü, Zeyd b. Sabit'ten de rivâyet ettik. Katade, Ubeydullah b. el-Hasen ve Şâfiî de bu görüştedir. Sevrî ve rey sahipleri ise; Hâşimede bin dirhem vardır demektedirler. Bundan kasıtları ise tam bir diyetin ondabiridir.

Münakkıleye gelince, İbnü'l-Münzir der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Munakkılede onbeş deve vardır. Nesâî, Kssâme 46, 47,; Dârimî, Diyât 12; Dûrakutnî, III, 210; Müsned, II; Ebû Dâvûd. El Merasil, s. 212. İlim ehli de bunu icma ile kabul etmiştir.

İbnül-Münzir der ki: İlim ehli arasından kendisinden ilim bellenen herkes, munattkılenin, kemiği yerinden oynatan yara olduğunu ifade etmişlerdir. Mâlik, Şafîîi, Ahmed ve rey ashâbı -bu, aynı zamanda Katade ve İbn Şubrume'nin de görüşüdür- munakkılede kısas yoktur, demişlerdir ez-Zübeyr'den ise -ki ondan sabit olmamıştır- munakkılede kısas uyguladığını rivâyet etmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Münzir der ki: Fakat birinci görüş daha uygundur. Zira ben, bu hususta muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyorum.

Me'mûmeye gelince,

İbnü’l-Münzir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan: "Me'mumede diyetin üçtebiri vardır" Nesâî, Dârimî, el-Merasil, aynı yerler, Dârakutnî, III, 209-210. dediği varid olmuştur. İlim ehli de genel olarak bu görüşü kabul etmiştir. Bu hususta Mekhul dışında muhalefet eden bir kimse olduğunu da bilmiyoruz. Mekhul der ki: Me'mûme kasti olarak yapılırsa cezası tam diyetin üçteikisidir. Eğer hata yoluyla yapılırsa, tam diyetin üçtebiridir. Bu ise şaz bir görüştür, ben birinci görüşü kabul ediyorum.

Me'mûme dolayısıyla kısas hususunda farklı görüşler vardır, İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir: Bunda kısas sözkonusu olmaz. İbn ez-Zübeyr'den ise, me'mûme dolayısıyla kısas uyguladığı rivâyet edilmiş ise de insanlar bunu tepki ile karşılamışlardır. Atâ der ki: İbn ez-Zübeyr'den önce biz, me'mûme dolayısıyla kısas uygulayan kimse olduğunu bilmiyoruz.

Câife'ye Câife; Göğüs, karın, sırt, iki böğür, ya da boğazdan içeriye doğru açılan her bir yaradır. gelince; Amr b. Hazm yoluyla gelen hadise binaen câifede tam diyetin üçteikisi vardır. Eğer hata yoluyla yapılmışsa, diyetin üçtebiri vardır. Câife ise, bir iğne girecek kadar dahi olsa vücudun karın bölgesine delerek ulaşan hertürlü yaradır. Şayet iki taraftan oraya ulaşacak olursa, fukahaya göre bu iki tane câife olur ve herbirisinde tam diyetin üçteikisi verilir. Eşheb der ki: Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh) vücudun öbür yan tarafından çıkan bir câife hakkında İki câîfe kadar diyet Ödenmesi hükmünü vermiştir. Atâ, Mâlik, Şâfiî ve rey ashâbının hepsi, câifede kısas yoktur demektedirler.

İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz.

26. Tokat ve Benzeri Cinayetlerde Kısas:

Tokat ve benzeri cinayetlerde kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Buhârî, Ebû Bekir, Ali, İbnüz'-Zübeyr ve Süveyd b. Mukarrin (radıyallahü anhüm)'dan tokat ve benzerlerinden dolayı kısas uyguladıklarını zikretmektedir. Buhârî, Diyât 21.

Osman ile Halid b. el-Velid (r. anhuma)'dan da buna benzer rivâyetlerde bulunulmuştur. Bu, aynı zamanda Şa'bî ve ilim ehlinden bir topluluğun da görüşüdür

el-Leys der ki: Şayet tokat göze vurulmuş ise bunda kısas yoktur. Çünkü, kısas uygulanacak olan kimsenin gözüne bir tehlike gelmesinden korkulur. Bunun yerine sultan onu cezalandırır. Eğer tokat yanağa vurulmuşsa bunda kısas uygulanır. Bir kesim de tokatta kısas yoktur, demektedir. Bu görüş, el-Hasen ve Katade'den rivâyet edildiği gibi, Mâlikin, Kûfelilerin ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Mâlik bu hususta şu sözleriyle delil getirmektedir: Zayıf ve hasta bir kimsenin vuracağı tokat, güçlü bir kimsenin tokatı gibi değildir. Belli bir konum ve mevkii bulunan bir kimsenin tokatı ile siyah kölenin tokatı da bir değildir. İşte bizim tokatın miktarı hususundaki bilgisizliğimiz dolayısıyla bütün bu gibi durumlarda içtihada gidilir.

27- Kamçı Darbesi Dolayısıyla Kısas:

Kamçı darbesi dolayısıyla kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. el-Leys ve el-Hasen kamçı ile vurana kısas uygulanır ve ayrıca yaptığı saldırganlığı dolayısıyla ona fazlası da vurulur derler. İbnü'l-Kasım ise ona sadece kısas uygulanır, demektedir.

Kûfeliler ile Şâfiîlere göre ise, yaralaması hali dışında ona kısas uygulanmaz. Şâfiî der ki: Eğer kamçı yaralayacak olursa, bunda bilirkişi takdirine gidilir.

İbnü'l-Münzir der ki: Kamçı, sopa veya taş ile isabet alıp ölümden daha aşağı yaralamalar sözkonusu olursa, bu kasti bir yaralamadır ve bunda kısas sözkonusudur. Hadis ehlinin çoğunluğu bu görüştedir.

Buhârî'de iser Hazret-i Ömer'in eldeki asa dolayısıyla vurulan darbeden kısas uyguladığı, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'in da üç kamçıdan dolayı kısas uyguladığı kaydedilmektedir. Kadı Şureyh'fn de bir kamçı ve bir kaç tırmalama İzi dolayısıyla kısas uyguladığı belirtilmiştir. Buhârî, Diyât 21. İbn Battal der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisine ilaç içiren bütün hane halkına aynı şekilde ilaç İçirilmesini emrettiğine dair hadisi, Buhârî, Megâzİ, 83, Tıb 21; Müslim, Selâm 85; Tirmizî, Tıb 32; Müsned VI, 53, 118, 438. hertürlü acıdan dolayı -yaralama sözkonusu olmasa dahi- kısas uygulanacağını kabul eden kimseler lehine bir delildir.

28- Kadınların Yaralanmalarının Diyeti:

Kadınların yaralanmalarına karşılık alınacak diyet hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Muvatta’''da Mâlik'ten, onun, Yahya b. Said'den, onun, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre Said şöyle dermiş: Erkeğin diyetinin üçtebirine kadar, kadın erkekten diyet alır. Kadının parmağı, erkeğin parmağı, dişi erkeğin dişi gibidir. Kadının mûdihası erkeğin mâdihası gibi, munakkılesi de erkeğin munakkılesi gibidir. Muvatta’', Ukûl 4.

İbn Bukeyr der ki: Mâlik dedi ki: Eğer kadının alması gereken diyet, erkeğin diyetinin üçtebirine ulaşacak olursa, o takdirde erkeğin hakettiği diyetin yarasını alabilir. İbnü'l-Münzir de der ki: Biz bu görüşü, Ömer ile Zeyd b. Sabitten rivâyet ettiğimiz gibi, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr, ez-Zührî, Katade, İbn Hurmuz, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Abdulrnelik b. el-Macişûn da bu şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Az olsun, çok olsun her hususta kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısıdır. Biz bunu, Ali b. Ebî Tâlib'den rivâyet ettik. es-Sevrf, Şâfiî, Ebû Sevr, en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) ve iki arkadaşı da bu görüştedir. Delil olarak da şunu göstermişlerdir: Çok olan tam diyet hususunda (kadının diyetinin erkeğinkinin yarısı olacağı üzerinde icm'a ettiklerine göre, ondan az olan) miktarın da böyle olması gerekmektedir. Biz de bu görüşteyiz.

29- Önemli Bir Faydası Olmayıp, însan Vücudunda Güzellik Arzeden Organlar:

Kadı Abdulvehhab der ki: Hiçbir şekilde menfaati bulunmayıp güzelliği bulunan her şeyde hükümet (bilirkişi takdiri) vardır. Kaşlar, sakal, saçın gitmesi, erkeğin memesi ve kalçaları gibi. Bilirkişinin takdiri ise şöyle yapılır: Kendisine karşı suç işlenen kişi eğer kusursuz bir köle olsaydı ne ederdi, diye ona kıymet biçilir. Ondan sonra cinayet sonucu meydana gelen eksik durumu ile ona kıymet biçilir. Kıymetinden eksilen miktar onun diyetine oranlanır, miktar ne olursa olsun o oran ödenir.

İbnül-Münzir bunu, kendisinden ilim bellenen ilim ehli herkesten nakletmiştir. Ve şöyle demiştir: Bu hususta ise, işi bilen güvenilir iki kişinin sözleri kabul edilir. Hatta adaletli tek bir kişinin sözü kabul edilir de denilmiştir. Şanı yüce Allah en iyi bilendir.

İşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamının ihtiva ettiği vücud ve azalardaki yaralamalara dair hükümlerin bir özetidir. Bu kadarı ile yetinen kimseler için bu açıklamalar yeterlidir. Lütuf ve keremiyle hidâyete ileten Allah'tır.

30- Kısas Hakkını Bağışlamak Bir Sadakadır:

Yüce Allah'ın:

"Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur" âyeti, şart ve cevaptır. Yani, kim kısas hakkıru tasadduk edip affederse buf bu hakkını tasadduk eden kimse için bir keffaret olur. Bunun yaralayan kimse için keffaret olacağı ve âhirette işlediği bu cinayeti sebebiyle sorumlu tutulmayacağı anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü böyle bir af, yaralayan kimseden hakkın alınmasının yerini tutmaktadır. Ona bu hakkı bağışlayan da ecir alır, İbn Abbâs, bu iki görücü de zikretmekle birlikte, ashâbın ve onlardan sonra gelenlerin çoğunluğu birinci görüşü kabul etmişlerdir. İkinci görüş ise, İbn Abbâs ve Mücahid'den rivâyet edilmiştir. İbrahim en-Nehaî ve en-Nehaî'den de bu görüşle birlikte farklı rivâyet de gelmiştir. Ancak birincisi daha güçlüdür, Çünkü, birinci görüşe göre zamir zikredilmiş bir isme racidir ki, o da; "Kim" lâfzıdır. Ebû'd-Derdadan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Herhangi bir müslümana vücudunda bir musibet gelip çatar, o da bunu (kendisine o zararı verene) bağışhyacak olursa, mutlaka Allah bundan dolayı onu bir dereceye yükseltir ve yine bunun karşılığında onun bir günahını kaldırır." Tirmizî, Diyat; İbn Mâce, Diyât 35.

İbnü'l-Arabî der ki: Yaralanan kişi yaralayanı affettiği takdirde, Allah da onu (yaralayanı) affeder diyen kimsenin bu sözünü destekleyecek bir delil yoktur. O bakımdan bu görüşün bir anlamı da olmaz.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç