42
Onlar, alabildiğine yalan
dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında
hükmet, ya da onlardan yüz çevir. Şayet
onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedersen,
aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, adaletli olanları serer.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
iki başlık halinde sunacağız:
1-
Yalan Dinleyenler:
Yüce Allah:
"Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler..."
âyetini, tehdit ve daha bir vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna
dair açıklamalar önceden (41, âyet-i kerimede)
geçti.
2-
Haram Yiyiciler:
Yüce Allah'ın:
"Çokça haram yiyenlerdir"
âyeti, çokluk ifade eder: Haram kelimesi, sözlükte aslında helâk olmak ve
sıkıntı anlamındadır. Yüce Allah da
(aynı kökten olmak üzere)
"sizi azâb ile helâk eder"
(Tâ-Hâ, 20/ 61) diye buyurmaktadır.
el-Ferezdak da şöyle demiştir:
"Ey Mervan oğlu, zamanın darlık
ve sıkıntıları bırakmadı
Geriye maldan hiçbir şey, ufak
tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında."
Beyit bu şekilde diye merfu'
olarak manaya atfedilmek suretiyle rivâyet edilmiştir.
Kökten tıraş eden hakkında da:
Kökten kazıdı, denilir.
Haram mala
(bu kökten gelmek üzere): Suht denilmesi
ise, itaatleri silip süpürmesi yani onları
giderip kökten imha etmesinden dolayıdır.
el-Ferrâ' der ki: Bunun anlamı, açlıktan dolayı yemeğe saldırmaktır.
deyimi, çok yemek yiyen kimse hakkında kullanılır. Rüşvet ve haram yiyen bir
kimse, kendisine verilen şeylere karşı duyduğu aç gözlülük, aşırı
istinasından dolayı midesine çokça yemek dolduran kimseye benzetilmiş
gibidir. Harama "suht" deniliş sebebinin, insanın insanlığını kökten alıp
götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Ancak birinci görüş
daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle birlikte insanlık da gider. Dini
olmayanın insanlığı da yoktur.
İbn Mes'ûd ve başkaları
suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh) der ki: Hakimin aldığı
rüşvet suht kabil indendir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle
dediği nakledilmektedir:
"Suht yemekten dolayı insan
vücudunda artan her bir et parçasına ateş daha bir layiktır."
Ey Allah'ın Rasulü, suht nedir diye sordular,
Hazret-i Peygamber:
"Hüküm vermek için -alınan
rüşvettir"
diye cevap verdi.
Tirmizî,
Cumua 79; Dârimî, Rikaak 60;
Müsned, IH, 321, 399.
Yine İbn Mes'ûd'dan şöyle
dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin kardeşinin bir İhtiyacını görmesi,
diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı görenin de bu hediyeyi kabul
etmesidir,
İbn Huveyzimendâd da der ki:
Kişinin makam ve mevkisî dolayısıyla birşeyler yemesi, "suht" kapsamı
içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nezdinde böyle bir yerinin olması
dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını karşılamasını istemesi
üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın görmemesi suretiyle
olur. Bir hakkı iptal etmek yahut da câiz olmayan bir şey karşılığında
rüşvet almanın suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş ayrılığı
yoktur.
Ebû Hanîfe der ki: Hakim rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden
tarafından azledilmese dahi derhal azlolur ve o andan itibaren vermiş,
olduğu bütün hükümler bâtıl olur.
Derim ki:
Bu hususta iıigaallah görüş ayrılığı câiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet
alması bir fasıklıktır. Fasikın hüküm vermesi ise câiz değildir. Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmuştur:
"Allah rüşvet vereni de, rüşvet
alanı da lanetlemiştir."
Ebû Dâvûd,
Akdiye 4; Tirmizî Ahkâm 9;
İbn Mâce Ahkam 2;
Müsned II, 164,190,194, 212, 388 V, 279.
Ali (radıyallahü anh)’dan da şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kâhinin aldığı ücret ve bir
mesele hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere)
acelecilik göstermektir.
Vehb b. Münebbih'den de rivâyet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde
mi haramdır? diye sorulmuş, o: Hayır demiştir Senin olmayan bir hakkın sana
verilmesini sağlamak, yahut yerine getirmen gereken hakkı üzerinden
kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve
malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram
değildir. Fakih Ebû’l-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul
ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir
zaran önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud'un
Habeşistanda iken İki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil,
bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivâyeti andırmaktadır. el-Mehdevî der
ki: Hacamat yapanın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen
(benzeri helal kazançları) suht diye
adlandıranların bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi kazançların bu işi
yapanların insaf ve insanlık duygularını atıp götürmesidir.
Derim ki: Sahih olan, hacamat yapanın kazancının helal olduğudur.
Helal olan bir şeyi alan bir kimsenin ise mürüvveti
(insanlığı) sakıt olmaz ve mertebesi de
düşmez.
Mâlik,
Humeyd et-Tavîl den, o, Enes'den şöyle dediğini rivâyet eder:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaptırdı, Ebû Taybe adındaki
birisi ona hacamat yaptı. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona bir sa'
hurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını
hafifletmelerini de emretti.
Buhârî
Buyû' 59, 95, îcâre 17, 19; Müslim,
Mûsakaat 64; Ebû Dâvûd Buyû', 38;
Muvatta’a, İstizan 26;
Müsned, I, 365, IH, 282.
İbn Abdi’l-Berr der ki: İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal
olduğuna delildir. Çünkü Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) batıl
herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükâfat, ne de bir karşılık
tesbit eder. Enes (radıyallahü anh)'ın
rivâyet ettiği bu hadis, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın daha
önceki hadislerinde haram kılmış olduğu kanın bedeli ile ilgili hadisi
neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücreti hoş görmediğini ifade eden
hadisi de nesh etmektedir
Buhârî
ve Ebû Dâvûd da
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmektedirler: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat
yaptırdı ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram
(sulu) olsaydı, bunu ona vermezdi.
Buhârî,
Buyû' 39, İcare 1; Müslim Mûsakaat 66;
Ebû Dâvûd, Buyû' 30,
İbn Mâce Ticarât 10;
Müsned , I 250, 258, 292, 365 vs...
Bu kelime suht ve suhut
şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuştur.
Ebû Amr,
İbn Kesîr ve el-Kisâî "suhut"
şeklinde, diğerleri ise, "suht" diye okumuşlardır.
el-Abbas b. Ebi Fadl da Hârice
b. Mus'ab'dan, o da Nafiden bu kelimeyi "sent" şeklinde
"sin" harfini üstün "ha"yı da sakin olarak
okumuştur. ez-Zeccâc, bunun azar azar
gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir.
Müslüman Olmayanlar Arasında Hüküm Vermek:
"Eger sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da
onlardan yüzçevir"
anlamındaki bu âyet,
yüce Allah tarafından bir muhayyerlik
olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu el-Kuşeyrî
söylemiştir. Daha önceden bunun manasının burada sözü edilenlerin zimmi
kimseler değil de antlasmalı (olarak İslam yurduna
girmiş) kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye
gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı.
Zimmet ehli olmadıkları
takdirde kâfirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir. Aksine
dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir.
Zimmet ehline gelince,
davalarını biâm hakimimize getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermek
bizim için vacip midir? Bu hususta Şâfiî'nin
iki görüşü vardır: Eğer dava, bir müslüman ile alakalı ise hüküm vermek
vaciptir.
el-Mehdevî der ki: ilim
adamları, hakimin müslürnan ile zimmi arasında hüküm vermesi gerektiğini
icma ile ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasındaki davalarda farklı
görüşlere sahiptirler. Bazıları, âyet-i kerimenin muhkem olduğunu, hakimin
de hüküm verip vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş,
Nehaî, Şa'bî ve diğerlerinden rivâyet edilmiştir. Bu, aynı zamanda
Mâlik,
Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür. Zina halinde, kitap ehline had
uygulamayı terk etmeye dair Mâlik'ten gelen rivâyet bunun dışındadır. Çünkü
(ona göre), müslüman bir erkek, kitap ehli
bir kadınla zina edecek olursa, erkeğe had uygulanır, fakat kadına had
uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi iseler, ikisine de had
yoktur. Aynı zamanda bu, Ebû Hanîfe,
Muhammed b. el-Hasan ve başkalarının da görüşüdür.
Yine
Ebû Hanîfe'den şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Zimmilere celde uygulanır, fakat recm cezası uygulanmaz.
Şâfiî, Ebû
Yûsuf, Ebû Sevr ve başkaları ise şöyle demiştir: Eğer bizim hükmümüze
rıza göstererek mahkememize gelecek olurlarsa, her ikisine de had uygulanır,
İbn Huveyzimendâd der ki:
Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna benzer kendileri sebebiyle fesadın
yayginlaşabildiği haksızlıklar ile alakalı olması hali dışında İmâm,
onlardan birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber
gönderir, ne de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, boşamak ve sair muamelat
ile ilgili davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez.
Hüküm vermemek hususunda o, muhayyerdir Hüküm vermeyecek olursa, onları
kendi hakimlerine geri gönderir Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü
ile hükmeder.
Fesadın yaygınlaşmasına sebep
teşkil edecek meselelerde, onları müslümanların hükmünü kabul etmeye
cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat üzere
ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister onlar taralından ister
başkaları tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onların
malları ve kanları muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu
gibi şeyler mubah görülebilir, o takdirde bundan ötürü aramızda fesat
yaygınlık kazanır. İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şarap satmalarına,
açıktan zina etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yapmalarına mani
olduk. Tâ ki, müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fesat bulmasın.
Boşama, zina ve buna benzer
dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hakkında hüküm vermeye gelince,
bu gibi konularda onların bizim dinimizi uygulamak zorunlulukları yoktur.
Bizim dinimize göre aralarında hüküm vermek ise, onların hakimlerine bir
zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlanmalarla muamelât ise böyle
değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit mezalim
(umuma taalluk eden haksızlıklar ve fesadın
yayılması) sözkonusudur.
Zimmiler Arasında Hüküm Vermede Muhayyerlik Nesh Olmuş mudur?
Âyet-Î kerîme ile ilgili olarak
ikinci bir görüş daha vardır. Bu da Ömer
b. Abdülaziz ve yine en-Nehaî'den rivâyet edilmiştir. Buna göre âyet-i
kerimede sözü geçen muhayyer bırakma, yüce
Allah'ın:
"O
halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
(el-Mâide, 5/48) âyeti ile nesh olmuş olup,
hakim aralarında hüküm vermekle mükelleftir. Bu, aynı zamanda
Atâ el-Horasanî'nin,
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının ve
başkalarının da görüşüdür. İkrime'den de
şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da
onlardan yüzçevir"
âyetini bir başka ayet neshetmiştir. O da;
"O
halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
âyetidir, el- Mücahid de şöyle
demektedir; Mâide'den yalnızca iki âyet nesh olmuştur. Bunlar da,
yüce Allah'ın:
"Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir"
âyetini: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayeti
neshetmiştir
"Allah'ın şeairine... saygısızlık etmeyin"
(el-Mâide, 5/2) âyetini ise:
"Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün"
(et-Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.
ez-Zührî der ki: Sünnet (uygulama)
şu şekilde görülegelmiştir: Kitab ehli, aralarındaki karşılıklı haklarda ve
miras konularında kendi dinlerine mensub hakimlere geri döndürülür. Ancak,
Allah'ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde aralarında Allah'ın
Kitabı gereğince hükmeder.
es-Semerkandî der ki: Bu görüş,
Ebû Hanîfe'nin, onlar bizim hükmümüze
rıza göstermedikleri sürece aralarında hüküm vermez, seklindeki görüşüne
uygun düşmektedir.
en-Nehhâs, "en-Nasih vel-Mensuh" adlı eserinde şöyle demektedir:
Yüce Allah'ın;
"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da
onlardan yüzcevir"
âyeti nesh olmuştur. Çünkü bu âyet,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye ilk geldiği sıralarda
nâzil olmuştur. O sırada yahudiler Medine'de sayıca çoktular. Onların İslama
ısındırılmalan için daha uygun ve daha yerinde olan davranış, kendi
hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanınca,
yüce Allah:
"O
halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
âyetini indirdi.
İbn Abbâs,
Mücahid, İkrime,
ez-Zührî,
Ömer b. Abdülaziz ve es-Süddî de
bu görüştedir. Şâfiî den gelen sahih
görüş de budur. Şâfiî "Kitabu'l-Cizye"de
şöyle demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde hakimin muhayyerliği
sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah:
"Küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar..."
(et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır.
en-Nehhâs der ki: Bu ise, konu ile
ilgili delil gösterme şekilleri arasında en sahih olanlardandır. Zira,
"küçülmüşler olarak" âyetinin anlamı, İslam hükümlerinin kendilerine
uygulanması demek olduğuna göre, kendi hükümlerine geri çevirilmemeleri
icabeder. Bu ise (aralarında hüküm vermek)
vacip olduğuna göre, o halde bu âyet-i kerîme de mensuhrur. Bu aynı zamanda,
Kûfelilerden
Ebû Hanîfe, Züfer,
Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür,
Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvurdukları takdirde, İmâmın onlardan
yüzçevîrmek hakkına sahip olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı
yoktur. Şu kadar var ki, Ebû Hanîfe
şöyle demektedir: Karı-koca gelecek olurlarsa, aralarında adaletle
hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı
değilse, aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir.
Böylelikle ilim adamlarının
çoğunluğunun görüşüne göre, âyet-i kerimenin mensuh olduğu sabit olmaktadır,
Bununla birlikte, (bu ayet hakkında)
İbn Abbâs'ın
(mensuh olduğuna dair az önce geçen) rivâyeti de sabit olmuştur. Eğer
İbn Abbâs'tan bu konuda rivâyet gelmemiş
olsaydı bile mantıken bu ayetin mensuh olması gerekirdi. Çünkü ilim adamları
icma ile şunu kabul etmişlerdir Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvuracak
olurlarsa o, aralarındaki davaya bakmak hakkına sahiptir. Aralarındaki
davaya bakacak olursa, hepsine göre isabet etmiş olur. Onlardan yüz
çevirmemelidir. Yüz çevirecek olursa, bazı ilim adamlarına göre bir farzı
terketmiş ve kendisi için helal olmayan ve yapmaması gereken bir işi yapmış
olur.
en-Nehhâs (devamla) der ki:
Kûfelilerden bu ayetin mensuh olduğunu
söyleyenlerin bir diğer görüşü daha vardır. Onlardan kimisi şöyle
demektedir: îmam, kitap ehlinin, yüce Allah'ın
hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek olursa, o
haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar İmâmın hükmüne başvurmamış
olsunlar. Bu görüşün sahibi, yüce Allah'ın:
"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
âyetini delil göstermekte
ve bu âyetin iki anlama gelme ihtimali vardır demektedir:
Birincisi, senin hükmüne baş vurdukları takdirde sen aralarında
hükmet anlamıdır.
Diğeri ise: Senin hükmüne
başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında -böyle bir hüküm vermeni
gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz
yüce Allah'ın Kitabında da,
Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze başvurmayacak olsalar dahi,
üzerlerine hakkı uygulamayı gerektiren âyetler bulmaktayız.
Yüce Allah'ın Kitabındaki âyet şu:
"Ey îman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik
edenler olun."
(en-Nisa, 4/135)
Sünneti seniyyedeki âyet da; el-Berâ b. Azib yoluyla gelen
Hadîs-i şerîftir. O, şöyle
demektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda
celde vurulmuş ve yüzü kömür ile karartılmış bir yahudi getirildi, şöyle
buyurdu: "Size göre zina
edenin haddi böyle midir?" Onlar: Evet
deyince, Hazret-i Peygamber ilim
adamlarından birisini çağırarak şöyle dedi:
"Allah adına senden soruyorum, aranızda zina edenin
haddi böyle midir?" Adam: Hayır dedi.- ve
hadisin geri kalan kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
en-Nehhâs
(devamla) der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hadiste görüldüğü gibi kendisinin
hükmüne başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş olduğunu delil
göstermektedirler. Birisi kalkıp: Mâlik'in Nafi'den, onun
İbn Ömer'den rivâyet ettiği hadise göre,
yahudiler Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)a geldiler.
Az önce işaret edilen yerde geçti.
diyecek olursa, ona şöyle denilir: Yine Mâlik'in naklettiği hadiste zina
eden o iki kişinin Peygamberin
kendilerini recmetme hükmüne razı olduklarına dair bir ifade yoktur. Ebû
Ömer b. Abdill-Berr ise der ki;
el-Berâ'nın hadisini delil diye gösterenler, aynı hadis üzerinde düşünecek
olurlarsa, onu hiç de delil göstermezler. Çünkü hadisin muhtevasında
yüce Allah'ın:
"Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının"
(el-Mâide, 5/41) âyetinin açıklanması
vardır. Söylemek istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yüzü
kömürle karartmak şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme
fetvasını verecek olursa ondan sakının. İşte bu, yahudilerin
Hazret-i Peygamberi hakem tayin
ettiklerine, hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da gerek
İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisten,
gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde görülmektedir.
Birisi kalkıp:
İbn Ömer'in hadisinde zina eden iki kişi
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne
başvurmadıktan gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir diyecek olursa,
ona şöyle cevap verilir: Zina edenin haddi; hakimin uygulamakla yükümlü
olduğu, yüce Allah'ın haklarından
bir haktır. Bilindiği gibi, yahudilerin aralarında hüküm veren ve üzerlerine
hadleri ikâme eden bir hakimleri vardı. İşte
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne başvuran da odur.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce Allah’ın:
"Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet"
âyetine gelince, Nesâî,
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Kurayzaogulları ile, Nadiroğulları diye iki yahudi kabilesi
vardı. Nadiroğulları Kurayzaoğullarından daha üstün kabul edilirdi. Bundan
dolayı Kurayzaoğulla andan bir kişi, Nadiroğullarından birisini öldürecek
olursa, ona karşılık Kurayzalı öldürülürdü. Şayet Nadiroğullarından birisi
Kurayzaoğullaundan birisini öldürecek olsaydı, buna karşılık yüz vesk
(altmış sa’ eder) hurma diyet öderdi.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)
peygamber olarak gönderildikten sonra
(Medine'ye hicretten sonra) Nadiroğullarından birisi,
Kurayzaoğullarından birisini öldürdü. Bunun üzerine
(Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize
teslim ediniz, dediler. Bu sefer (Nadiroğulları):
Bizimle sizin aranızda Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) hakemlik
etsin deyince, şu: "Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet"
yani, cana karşılık can hükmünü ver ayeti
ile:
"Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü
istiyorlar?"
(el-Mâide, 5/50)
ayeti nâzil oldu.
43
İçinde Allah'ın hükmü bulunan
Tevrat yanlarında iken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar? Yine de
bundan sonra yüz çevirirler, Onlar İnanmış kimseler değillerdir.
Yüce Allah'ın:
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında İken nasıl olur da senin
hükmüne başvuruyorlar?"
âyetinde, Tevrat’ın hükmünden kasıt,
el-Hasen'in dediğine göre recm'dir.
Katade ise kısastır demektedir.
Yüce Allah'ın:
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan"
âyeti recm'in nesh olmadığına delalet midir
diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Ebû Alî der ki: Evet, çünkü nesh
olmuş olsaydı nesilden sonra o Allah'ın hükmüdür, denilmezdi Nitekim,
şarabın helal olması, yahut cumartesi günü
(çalışmanın) haram kılınmasının Allah'ın hükmü olduğu söylenemez.
Yüce Allah'ın:
"Onlar inanmış kimseler değillerdir"
yani senin verdiğin hükmün Allah'tan gelen
hüküm olduğunu kabul etmiyor, ona inanmıyorlar. Ebû Ali de der ki: Ona razı
olmamak suretiyle Allah'ın hükmünden başka bir hükmü istiyen kişi kâfir
olur. Yahudilerin durumu da budur.
44
Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik.
Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. Teslim olmuş olan
peygamberler, rabbaniler ve
bilginler de Allah'ın Kitabını korumaları istendiğinden onunla yahudilere
hükmederlerdi. Hepsi de onun üzerine şahiddiler. O halde insanlardan
korkmayın, Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.
"Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır"
yani, onda açıklama, bir ziya
(aydınlık) ve
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak olduğuna dair bilgi vardır.
"Hidayet",
mübteda olarak ref mahallindedir.
"Ve nûr"
da ona atfedilmiştir.
"Teslim olmuş olan peygamber... onunla
yahudilere hükmederlerdi."
âyetin
"peygamberler"den
kastın, Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu ve
ondan çoğul lâfzı ile söz edildiği söylendiği gibi, Hazret-i Mûsa'dan sonra
Tevrat'ı uygulamak üzere gönderilen bütün
peygamberler olduğu da söylenmiştir. Yahudiler,
peygamberler yahudi idiler dedikleri
gibi, hıristiyanlar da: hıristiyan idiler dediler. Burada
yüce Allah her iki kesimin de yalan
söylediklerini beyan etmektedir.
"Teslim olmuş olan...lar"
âyetinin anlamı ise, Mûsa
(aleyhisselâm)’dan, Îsa
(aleyhisselâm)’ın dönemine kadar Tevrat'ı
tasdik etmiş olanlar demektir. Aralarında, bin
peygamber gelip geçmiştir. Dörtbin
peygamber olduğu da söylenmiştir
Bundan daha fazla geldiği de bildirilmiştir. Bunların hepsi de Tevrat'ta
bulunan hükümlerle hükmediyorlardı.
"Teslim olmuş olan...lar"
âyetinin, kendileriyle gönderilen hususlarda
Allah'ın emirlerine boyun eğerek itaat edenler demek olduğu da söylenmiştir.
İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzere
bulunan peygamberler Tevrat ile
hükmederlerdi anlamına geldiği de söylenmiştir ki, her İkisinin de anlamı
birdir.
"Yahudilere"
âyeti ise, yahudiler hakkında, yahudiler
arasında demektir Teslim olmuş olan
peygamberler, gerek yahudilerin lehine, gerekse onların aleyhine
bulunan bütün hususlarda onunla hüküm verirlerdi, anlamında, olduğu da
söylenmiş ve burada "aleyhlerine "anlamına gelen kelimesi hazf edilmiştir de
denilmiştir.
"Teslim olmuş olanlar"
İfadesi burada "Bismillahirrahmanirrahim"
İfadesinde olduğu gibi övgü anlamında bir sıfattır.
(........) ise,
(mealde yahudiler) küfürden tevbe edip dönenler, demektir.
Rabbaniler ve Ahbâr:
Bu âyette takdim ve tehir
olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, Tevrat'ı içinde
hidayet ve nûr olduğu halde yahudilere indirdik.
Peygamberler, rabbaniler ve
bilginler onunla hüküm verirlerdi, Yani,
ilim ile insanları idare eden ve onları büyük meselelerden önce ilmin küçük
meselleleri ile terbiye edip eğiten rabbaniler onunla hüküm verirlerdi.
"Rabbânîler"
anlamına dair bu şekildeki açıklama,
İbn Abbâs ve başkalarından
nakledilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önce Âl-i İmrân sûresinde
(3/79- âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Ebû Rezin der ki: Rabbânîlerden
kasıt, bilge ilim adamları ve hahamlarıdır, İbn
Abbâs bunlardan kasıt fakihleridir, demiştir, Hibr ve habr kelimesi,
bilgin kişi demektir. Bu, güzelleştirmek anlamına gelen "et-Talıbu"den
alınmıştır. Onlar, ilmî tahbîr ettikleri, yani
onu açıklayıp güzel ve süslü bir şekilde sundukları için ve bu ilim
kalplerinde muhabber (güzelleştirilmiş)
olduğu için bu ismi almışlardır.
Mücahid der ki; Rabbânîler ulamadan üstündürler. Kelimenin başına
gelmiş olan elif-lâm ise mübalağa içindir.
el-Cevherî der ki: Hibr ve habr kelimesi, yahudilerin Ahbarının
birisine (tekil) verilen isimdir. Esreli
olarak (hibr şeklinde) okunuşu daha
fasihtir. Çünkü, bu kelimenin çoğulu efâl (ahbâr)
vezninde gelir, (habr kelimesinin çoğulunun
gelmesi gereken şekil olan) fuûi şeklinde gelmemektedir.
el-Ferrâ' da der ki: Bu kelimenin tekili
hibr şeklinde olup bu, ilim adamına verilen bir isimdir.
es-Sevrî der ki: Ben, el-Ferrâ'ya
hibre neden bu ismin verildiğini sordum, şöyle dedi: İlim adamı kimseye hibr
ve habr denilir. Bunun anlamı ise, "midâdu hibr: yazı mürekkebi" demektir.
Daha sonra "kasaba halkı" anlamında:
"Sen o kasabaya sor"
(Yûsuf, 12/82)
âyetinde olduğu gibi bir kelimesi hazf edilmiştir. Yine
es-Sevrî der ki: el-Esmarye de sordum,
o, bu açıklamanın değeri yoktur dedi. Ona habr denilmesi etkisi
dolayısıyladır, "Dişleri üzerinde habr vardır" denildiği zaman dişleri
sararmış veya kararmış demektir.
Ebû’l-Abbas da der ki: Yazıda kullanılan mürekkebe hibr denilmesinin sebebi,
onunla yazı gerçekleştirildiğinden dolayıdır,
Ebû Ubeyd de der ki: Benim bildiğime göre ahbâr kelimesinin tekili
"habr" diye gelmelidir. Bu ise, sözü ve bilgiyi nasıl tahbir edip
güzelleştireceğini iyi bilen kimse demektir. Devamla der ki: Bütün
muhaddisler bu kelimeyi fethalı olarak (habr
şeklinde) rivâyet etmektedirler. Hokkada bulundurulan ve kendisi ile
yazı yazılan şey ise (mürekkeb) esreli
olarak "hibr" diye söylenir. Hibr, aynı şekilde iz ve etki anlamına da
gelir. Çoğulu ise hubûrdur.
Bu açıklamalar Yakub'dan
nakledilmiştir
"Allah'ın kitabını korumaları istendiğinden"
yani, Allah'ın Kitabına dair kendilerine
verilmiş bulunan emanet, bırakılan bilgiden dolayı... demektir.
(..........) deki "be" harfi
"Rabbaniler ve Ahbâr : bilginlerde taalluk etmektedir. Şöyle denilmiş
gibidir: Ve bilginler de... korumaları istendiğinden... Yahut da bu harf,
"Hükmederlerdi âyeti ile alakalı muallak olabilir.
Yani, korumaları istendiğinden hükmederlerdi, demek olur.
"Hepsi de onun üzerine şahittiler"
yani Kitabın Allah'tan geldiğine şahidlik
ederlerdi. İbn Abbâs der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükmün Tevrat'ta bulunduğuna
dair şahidlik ederlerdi, demektir.
"O
halde insanlardan korkmayın"
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
niteliğini ve recmi açıkça ifade etmekten çekinmeyin.
"Benden korkun."
Bunları gizlemek halinde Benden korkunuz.
Burada hitab, buna göre yahudi
ilim adamlarınadır. Mana itibari ile de bu âyetin üzerine açığa çıkarması
vacib olan bir hakkı gizleyen herkes de bu âyetin kapsamına girer.
"Âyetlerimi az bir pahaya satmayın"
âyetinin anlamı da daha
önceden (el-Bakara, 2/41. âyetin tefsirinde)
yeterince açıklanmış bulunmaktadır.
Allah'ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler;
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ
kendileridir."
Diğer âyetlerde de
"zâlimlerin, fasıkların ta kendileridir"
diye buyurulmaktadır. Bu
âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nâzil olmuştur. Bu da
Müslim'in Sahih'inde el-Berâ yoluyla
gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Çoğunluk da bu görüştedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi
kâfir olmaz.
Âyet-i kerimede hazf edilmiş
ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani,
kim Kur'ânı reddetmek suretiyle Hazret-i Rasulün de sözünü inkâr yoluyla
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu,
İbn Abbâs ve
Mücahid söylemiştir. Bu açıklamaya göre
âyet umumidir.
İbn Mes'ûd ve
el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme ister
müslüman, ister yahudi, ister katır olsun Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen
herkes hakkında umumidir. Yani, bunun
doğruluğuna inanarak ve bu şekilde aykırı hüküm vermenin helal olduğuna
kanaat getirerek...
Ancak, kendisinin haram
işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, müslümanların fasıkları arasında
yer alır. İşi de Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse
de ona mağfiret eder.
İbn Abbâs da kendisinden nakledilen bir rivâyete göre söyle
demektedir: Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin
işine benzeyen bir iş yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir:
Yani, kim Allah'ın bütün indirdikleriyle
hükmetmezse, o kimse kâfirdir Ancak, tevhid ile hükmetmekle birlikte, serî
bazı hükümler gereğince hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez.
Doğru olan
birinci görüştür. Şu kadar var ki Şa'bî: Bu
âyet-i kerîme yahudiler hakkında has (özel)
dir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş
ve şöyle demiştir Bunun böyle olduğuna da üç husus delâlet etmektedir.
Bunlardan birisi, yahudiler bu âyetten önce:
"Onunla yahudilere hükmederlerdi"
âyeti zikredilmişlerdir Dolayısıyla zamir
onlara aittir. Diğer bir husus, ifadelerin akışı
(siyakı) da buna delalet etmektedir. Nitekim bundan sonra:
"Biz, onda onlara şunu yazdık..."
denilmektedir. Buradaki zamir de icma ile
yahudilere aittir. Yine yahudiler, recmi ve kısası inkâr edenlerdir.
Birisi kalkıp: Kim" edatı şart
edatı olarak zikredilecek olursa, onun tahsis edildiğine dair bir delilin
vâki olması hali dışında umumidir, diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir:
Burada bu edat, zikretmiş bulunduğumuz diğer delillerle birlikte O kimse ki,
anlamındadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah'ın indirdikleri ile
hükmetmeyen o yahudiler, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. Bu da bu
hususta yapılan açıklamaların en güzelidir.
Rivâyet olunduğuna göre,
Huzeyfe'ye sorulmuş: Bu âyet-i kerimeler İsrail oğulları hakkında mıdır? o
da şöyle demiş: Evet, onlar hakkındadır. Fakat, yemin olsun ki, onların
yollarını iki ayakkabı tekinin birbirine benzediği ve aynı hizada olduğu
gibi izleyeceksiniz.
"Kâfirlerin tâ kendileridir"
ifadesinin müslümanlar,
"zâlimlerin tâ kendileridir"
ifadesinin yahudiler,
"fasikların tâ kendileridir"
ifadesinin ise hıristiyanlar hakkında olduğu
da söylenmiştir. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur.
Devamla der ki: Çünkü âyetlerin zahirinden anlaşılan budur. Ayrıca
İbn Abbâs'ın, Cabir b. Zeyd'in, İbn Ebi
Zâide'nin ve İbn Şubrurne ile Şa'bî'nin de tercih ettiği görüş budur.
Tavus ve başkalan da der ki:
Bu, kişiyi dinden çıkartan bir küfür değildir. Fakat, küfrün altında kalan
bir kütür çeşididir. Ancak, bunda farklı durumlar sözkonusudur. Eğer
yanındaki hükmü verirken, o hüküm Allah'ın yanından gelmiştir diye verecek
olursa bu, küfrü gerektiren, Allah'ın hükmünü bir değiştirmedir. Şayet
hevası gereği ve masiyet yoluyla başka hükümle hükmedecek olursa, elü-i
sünnetin günahkârlar için mağfiret ile ilgili kabul ettikleri asıl
delillerine binaen mağfiret sözkonusu olabilecek bir günahtır, el-Kuseyrî
der ki: Haricilerin görüşüne göre, bir kimse rüşvet alıp Allah'ın hükmünden
başka bir hükümle hüküm verecek olursa o kâfirdir. Bu görüş, ayrıca
el-Hasen ve es-Süddİ'ye de izafe
edilmiştir.
Yine
el-Hasen der ki:
Yüce Allah, hakimlerden hevalarına
uymamayı, insanlardan korkmayıp kendisinden korkmaları ve Allah'ın
âyetlerini az bir bedele satmamaları şeklinde üç ahid almıştır.
45
Biz onda, onlara şunu yazdık:
"Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da
birbirine kısastır." Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret
olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ
kendileridir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
otuz başlık lı al inde sunacağız:
1- Aynı
Din Mensubu Olmayanlar Arasında Kısas:
Yüce Allah:
"Biz onda, onlara şunu yazdık; Cana can"
âyeti ile, Tevrat'ta
canlar arasında eşitlik gözetmiş olduğunu, fakat onların buna muhalefet
ederek sapıtmış olduklarını beyan etmektedir. Nadiroğullarına mensub
kimsenin diyeti daha fazla idi. Üstelik, Nadiroğullarına mensub bir kişi,
Kurayza oğullarından birisine karşılık olarak Öldürülmüyor, ama
Nadiroğullarından öldürülen bir kimse karşılığında Kurayzaoğu İla rina
mensub katil öldürülüyor idî. İslam gelince, Kurayzaoğu İlan
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu hususta baş vurdular. O da
aralarında eşitlikle hüküm verdi. Nadiroğulları; sen bizim hakettiğimiz bir
şeyi aşağıya çektin dediler. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Bu sûrenin 41. ayeti 1. başlıkta geçen bu
rivâyetin kaynakları orada gösterilmiştir.
"Yazdık",
farz kıldık anlamındadır. Önceden de açıklandığı gibi. Onların şeriatı,
kısas veya affetmek şeklindeydi. Aralarında
diyet yoktu. Nitekim el -Bakara sûresinde daha önceden
(2/17S. âyet, 1. başlıkta) açıklanmış
bulunmaktadır.
Ebû Hanîfe ve başkaları, bu âyet-i kerimeyi delil diye ileri sürerek
şöyle demişlerdir: Zimmi karşılığında müslüman öldürülür. Çünkü, bu da cana
can demektir. Yine buna dair açıklamalar daha Önceden el-Bakara sûresinde
(2/178. âyet, 5- başlık ve devamında)
geçmiş bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd,
Tirmizî ve
Nesâî, Ali
(radıyallahü anh)'a şöyle sorulduğunu
rivâyet etmektedirler Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) sana özel
olarak bir şey tahsis etti mi? Hazret-i Ali :Hayır, şu sahifede bulunan
müstesna, dedi ve kılıcının kınında bulunan bir yazılı belge çıkardı. Onda
şunlar yazılıydı:
"Mü’minlerin kanları birbirine
denktir. Onlar kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldir, Hiçbir
müslüman bir kâfire karşılık Öldürülmez ve ahid sahibi de ahid (eman)
altında iken (öldürülmez)."
Ebû Dâvûd,
Diyât 11; Nesâî, Kasame 9,13;
Müsned, I, 119, 122; ayrıca bk.
Buhârî İlm 39, Diyât 24, 31;
Ebû Dâvûd, Cihad 147;
Tirmizî, Diyat 16; Naat, Kasâme 13;
Müsned, 1, 151.
Aynı şekilde âyeti kerîme,
yahudilerin kabileler arasındaki üstünlük uygulamalarını ve bir kabileden
bir kişiye karşılık bir kişiyi kısas olarak kabul ederken bir diğerinden bir
kişi karşılığında iki kişiye kısas uygulamalarını reddetmektedir.
Şâfiîler der ki: Bu, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir.
Bizden öncekilerin şeriati ise bizim için şeriat değildir. Bu konuda onların
görüşlerini reddetmek hususundaki yeterli açıklamalar, el-Bakara sûresinde
(2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır, orada bu hususa müracaat edilebilir
Dördüncü bir açıklama da şöyledir:
Yüce Allah:
"Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can ..."
Bu, Tevrat'a îman edenler
üzerine farz olarak yazılmıştı. Bunlar aynı dinin sahibidirler.
Müslümanların zimmet ehli oldukları gibi, onların zimmet ehli yoktu. Çünkü
cizye, yüce Allah'ın
mü’minlere vermiş olduğu bir fey ve bir
ganimettir.
Fey ve ganimet; bu ümmetten
önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Geçmişte gönderilmiş bütün
peygamberler ancak kendi kavimlerine
peygamber olarak
gönderilmişlerdi. O bakımdan bu âyet-i kerîme, İsrail oğullarına bu hükmü
uygulamayı farz kılmaktadır.
Çünkü onların kanları birbirine
denk idi. Bu da, bizden bir kimsenin, müslüman olmayan kimseler ile ilgili
cinayetlerde cana can demesi gibidir. Zira bununla muayyen bir topluluğa
işaret etmektedir. Diğer taraftan: Bu kimseler hakkındaki hüküm, onlardan
bir canın, yine onlardan bir can karşılığında olduğu şeklindedir. Bu âyetin
hükmü gereğince, Kur'ân ehli (Kur âna îman eden)
ümmete vacib olana hüküm şöylece ifade edilir: Onların aralarındaki hüküm,
cana can karşılığında dır, şeklindedir. Esasen
yüce Allah'ın Kitabında, dinlerin farklılığına rağmen, canın cana
karşılık öldürüleceğine delâlet eden bir husus yoktur.
2- Bir
Kimse Bir Diğerinin Önce Birtakım Azalarını Kesse, Sonra da Öldürse Ona Ne
Şekilde Kısas Uygulanır:
Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları İle
Ebû Hanîfe der ki: Önce yaralasa, yahut kulağını
veya elini kesse, sonra da öldürse aynı şey
ona da uygulanır. Zira, yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Biz onda onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun..."
böylelikle
onun başkasından aldığı aza, ondan da alınır ve o başkasına ne yaptıysa,
onun gibisi ona da yapılır.
Bizim
(Mâliki mezhebine mensub) âlimlerimiz de derler ki: Bunu yaparken,
müsle kastıyla yapmışsa ona da aynısı yapılır. Eğer böyle bir durum
çarpışması ve kendisini savunması esnasında yapılmış ise
(ve ondan sonra öldürmüşse) kılıçla
öldürülür. Böyle bir şeyin müsle kastıyla yapılması halinde, kısasın
icabettiğini söylemelerine gelince,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
daha önce bu sûrede (5/33-34 âyet; 1. başlıkta)
açıklaması geçtiği üzere Uranîlerin gözlerine ateşte kızdırılmış çiviler ile
mil çekmiştir.
3-
Kıraat Farkları:
Yüce Allah'ın;
"Göze göz"
diye başlayan âyeti, Nâfî',
Âsım, A'meş ve Hamza, hepsinde
(nefs:cana) atfen hep nasb ile
okumuşlardır. Ancak, edatı şeddesiz okunarak hepsinin mübteda ve atf ile
merfu' okunması da mümkündür İbn Kesîr,
İbn Âmir,
Ebû Amr ve Ebû Cafer ise, "Yaralar" kelimesi dışındaki kelimelerin
hepsini nasb ile okumuşlardır. el-Kisâî
ve Ebû Ubeyd ise, bu âyeti: Göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar..." şeklinde, hep merfu'
okurlardı.
Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccâc, Harun'dan nakletti, Harun Abbâd b.
Kesir'den, o, Akîl'den, o, ez-Zührî’den,
o, Enes'ten Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe diş. Yaralar da bir birine kısastır"
diye okuduğunu rivâyet etmişlerdir.
Ebû Dâvûd,
(3976 ve 3977 no'hı hadisler);
Tirmizî, Kıraat 1.
Bu âyetlerin merfu' okunmaları
üç bakımdan mümkündür. Evvela mübteda ve haber olmaları, diğeri ise, Can
kelimesinin, mahallen manasının merfu olması dolayısıyla. Çünkü bunun anlamı
şöyledir: Biz onlara dedik ki: Can, can karşılığıdır Üçüncü şekil ise,
ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır, bu da "can :
nefs"deki zamire atıf ile olur. Çünkü, ondaki zamir ref mahallindedir. Zira
ifadenin takdiri şöyledir:
Her bir nefs, öbür
(öldürdüğü) can karşılığında alınır." Buna
göre bütün isimler zamirine atfedil mi ştîr.
İbnü'l-Münzir der ki: Bu kelimeleri merfu’ olarak okuyanlar, mübteda
kabul ederek, müslümanlar hakkında bir hükmün açıklaması olarak okurlar. Bu
da bu husustaki iki görüşün daha sahih olanıdır Çünkü bu,: Göze göz...
şeklindeki okuyuş, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın
okuyuşudur. Ondan sonrakiler de bu şekildedir. Hitab, müslümanlaradır, onlar
bununla emrolunmuşlardır.
Özel olarak Yaralar" kelimesini
merfu olarak okuyan kimseler ise, kendisinden önceki âyetlerden kat' ve yeni
bir cümle başlangıcı olarak bu şekilde okurlar. Âdeta müslümanlar özel
olarak bununla emrolunmuş ve bundan önceki âyetler ile karşı karşıya
bırakılmamışlar gibi bir mana ifade eder.
4-
Yaralamalarda Kısas:
Bu âyet-i kerîme sözü geçen
organlarda kısasın cereyan ettiğine delâlet etmektedir. İbn Şubrume,
yüce Allah'ın:
"Göze göz"
âyetini ileri sürerek, sağ gözün sol göz
karşılığında çıkartılabileceğini, bunun aksinin de mümkün olacağını
söylemiştir. Aynı şeyi, sağ el ve sol el hakkında da söyler ve şöyle der:
Öğütücü dişe karşılık, ön kesici diş, ön kesici dişe karşılık öğütücü diş
alınabilir. Çünkü yüce Allah'ın;
"Dişe diş"
âyetinin umumi oluşu bunu gerektirmektedir.
Buna muhalefet edenler
ise - ki bunlar ümmetin bütün ilim adamlarıdır- şöyle demektedirler: Eğer
varsa, sağ göze karşılık sağ göz alınır ve rıza ile –olmadıkça
Nesâî,
Kasame 46, 47,Dârimî, Diyât 12;
Dârakutnî, III, 209, 210.
Ebû Dâvûd, el- Merasil, sh, 212.
sağ göz bırakılıp, sol göze kısas uygulanarak alınmaz. Bu ise, bize
yüce Allah'ın:
"Göze göz"
âyeti ile kast edilenin cinayeti isteyenden
cinayetinin misli organının alınacağını açıklamaktadır. Buna göre hiçbir
durumda ayağa kısas uygulanması gerekirken, ele kısas uygulanması sözkonusu
olmadığı gibi, bir organ bırakılıp diğerine kısas uygulamak câiz değildir ve
bu hususta hiç bir şüphe yoktur.
5- Hata
Yoluyla Gözün Çıkartılması:
İlim adamları icma ile şunu
kabul etmişlerdir: Eğer gözler hata yoluyla isabet alıp çıkartılacak olur
ise, buna karşılık tam bir diyet gerekir. Tek gözde ise yarım diyet
verilmelidir. Bir gözü olmayanın diğer gözü çıkartılacak olur ise, onda da
tam diyet ödemek gerekir. Su husus, Hazret-i
Ömer ile Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir Abdülmelik b. Mervan,
ez-Zührî,
Katade, Mâlik, Leys b. Sa'd,
Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.
Yarım diyet ödeneceği de
söylenilmiştir. Bu ise Abdullah b. el-Muğaffel, Mes'ruk ve Nehaîden de
rivâyet edilmiş; es-Sevrî,
Şâfiî ile en-Nu'man
(b. Sabit, Ebû Hanîfe) bu şekilde görüş
belirtmişlerdir.
İbnü’l-Münzir der ki: Biz de bu
görüşteyiz. Çünkü, Hadîs-i şerîfte:
"Gözlerde tam bir diyet vardır"
diye buyurulmuştur. Bu böyle olduğuna göre, gözlerden birisinde yarım
diyetin sözkonusu olması ise, akla uygun olandır.
İbnü'l Arabî der ki: Zahir
(olan) kıyas da bunu gerektirmektedir.
Ancak, bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim
adamlarımız şöyle demişlerdir: Tek gözü olmayanın bir gözü ile görme
menfaati, sağlıklı (iki gözü olan) kimsenin
gözlerinden sağladığı menfaat gibi veya ona
yakındır. İşte bundan dolayı tek gözü olan birisinin gözünü hataen çıkartan
kimsenin ona tam diyet ödemesi icabeder.
6- Tek
Gözü Gören Bir Kimse, Sağlıklı Birisinin Gözünü Çıkartırsa:
Tek gözü gören bir kimsenin
sağlıklı birisinin gözünü çıkarması hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır Ömer, Osman ve
Ali
(radıyallahü anhüm) dan böyle bir kimseye kısas uygulanmayıp tam
diyet ödeyeceği kabul edilmiştir. Atâ,
Said b. el-Müseyyeb ve
Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir.
Mâlik der ki: Dilediği takdirde kısas uygular-ve onu kör bırakabilir.
Dilediği takdirde de iki gözü de gören bir kimsenin diyeti olarak tam bir
diyet alabilir,
en-Nehaî der ki: Dilerse kısas yapar, dilerse yarım diyet alır.
Şâfiî, Ebû Hanîfe ve
es-Sevrî derler ki: Ona
(yani tek gözü görmeyen caniye ) kısas
uygulanır. Bu husus, aynı zamanda Hazret-i Aliden de rivâyet edilmiştir. Bu,
Mes'rûk, İbn Sîrin ve İbn Mâkil'in de görüşü olduğu gibi, İbnü’l-Munzir ile
İbnü'l-Arabî'nin de tercih ettiği görüş budur. Çünkü şanı
yüce Allah:
"Göze göz"
diye buyurmuştur.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da iki göz karşılığında diyet
ödeneceğini tesbit etmiştir. Tek gözde ise yarım diyet sozkonusudur. Gözleri
sağlam olan bir kimse ile tek gözü gören bir kimse arasında kısasta, diğer
insanlar arasındaki gibidir,
Ahmed b. Hanbel'in dayanağı şudur; Tek gözü gören bir kimseye kısas
uygulanacak olursa, görmenin bir bölümü (iki
görenin çıkan tek gözü) karşılığında görmenin tamamını almaktır. Bu
ise eşitlik olmaz. Yine bu hususta Hazret-i
Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'den gelen rivâyete de dayanır.
Mâlik'in dayandığı delil ise
şudur: Deliller birbirleriyle çatışacak olurlarsa, cinayetten mağdur olan
kimse muhayyer bırakılır. İbnü'l-Arabî
ise der ki: Ancak, Kur'ân'ın umumi âyetlerinin gereğini kabul etmek daha
uygundur. Çünkü böylesi yüce Allah
nezdinde daha çok selâmete çıkartıcıdır.
7- Tek
Gözü Olup O Gözü ile Görmeyenin Durumu:
Tek gözü bulunmakla birlikte
onunla da görmeyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır Zeyd b. Sabit'ten rivâyet olunduğuna göre böyle bir
kimsenin gözüne karşılık yüz dinar ödenir.
Ömer b. el-Hattâb'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir
göze karşılık o gözün diyetinin üçtebirİ verilir. İshâk da bu görüştedir.
Mücahid ise, o gözün diyetinin yarısının
verileceğini söylemiştir. Mesrûk,
ez-Zührî,
Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve en-Nu'man
(Ebû Hanîfe) ise, bu hususta bilir
kişinin kararına başvurulur demişlerdir.
İbnü'l-Münzir de der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü bu konudaki
görüşler arasında en asgariyi İfade eden budur.
8-
Gözbebeği Kalmakla Birlikte İki Gözün de Görmesinin Ortadan Kaldırılması:
Gözbebekleri kalmakla birlikte
iki gözün de görmesinin giderilmesi halinde tam diyet sözkonusudur. Bu
konuda görmesi zayıf (A'meş) ile gündüzün
görmeyip geceleyin gören (Âhfeş) arasında
bir fark yoktur.
Yine gözbebeği kalmakla
birlikte iki gözden birisinin görmesinin giderilmesinde de yarım diyet
sözkonusudur
İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta ileri sürülen görüşlerin en güzeli,
Ali b. Ebî Tâlibin şu şekildeki
uygulamasıdır: Sağlam olan gözünün örtülmesini emr etti . Sonra da bir
başkasına bir yumurta verip onu uzaklaştırmasını söyledi. Gözünü kapatan
kişi de o yumurtaya görebileceği son noktaya kadar bakmaya devam eder.
Görebileceği son noktaya geldiğinde oraya bir çizgi çizdirdi. Daha sonra
diğer gözünün örtülmesini emredip sağlıklı gözünü açtırdı. Yine bir adama
bir yumurta verip, o da o yumurtayı alıp uzaklaştırdı. Mağdur kişi de o
yumurtaya bakmaya devam etti. Görebileceği son naktaya varınca orada da bir
çizgi çizdirdi- Daha sonra bir başka yerde aynı işlemin yapılmasını emretti:
Çizgilerin aynı olduğunu tesbit edince, görme imkânından azalan miktar
kadarını ötekinin malından ödetti. Bu, Şâfiî
mezhebine göre de böyledir. Bizim (Mâliki
mezhebinin) âlimlerimizin görüşü de budur.
9-
Görmenin Kısmen Giderilmesi, Göze Kısasın Nasıl Uygulanacağı ve Göz Kapağı:
Görmenin kısmen giderilmesi
dolayısıyla kısas uygulanmayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş
ayrılığı yoktur. Zira, böyle bir miktarda eşit olarak'kısası gerçekleştirmek
imkânsızdır
Göze kısas uygulama keyfiyeti
de şöyle olur: Bir ayna kızdırılır, diğer göze bir pamuk konulur. Daha sonra
ayna gözbebeği akıncaya kadar onun gözüne yakınlaştırılır. el-Mehdevî ve
İbnü'l-Arabî, bunun
Ali
(radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğini zikretmişlerdir.
Göz kapağı hususunda görüş
ayrılığı vardır. Zeyd b. Sabit, gözkapağında diyetin dörttebir olduğunu
söylemiştir ki bu, en-Nehaî,
el-Hasen,
Katade, Ebû Haşim, es-Sevrî,
Şâfiî ve rey sahiblerinin görüşüdür.
Yine eş Şa'bî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gözün üst kapağında
diyetin üçtebiri, alt kapağında ise diyetin üçteikisi vardır.
Mâlik de bu görüştedir.
10-
Burunda Kısas:
Yüce Allah'ın:
"Buruna burun"
âyeti ile ilgili olarak
Hadîs-i şerîfte
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Burun kökten kesilecek
olursa, karşılığında tam bir diyet ödenir"
Nesâî,
Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyât 12;
Dârakutnî, III, 209, 210;
Ebû Dâvûd.
İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile bunu
ifade etmiştir Buruna kısas uygulanması, yüce
Allah'ın Kitabına uygun olarak sair organlarda olduğu gibi,
cinayetin kastî olarak işlenmesi halinde uygulanır.
İlim adamları, burnun kırılması
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik,
burnun kasten kırılması halinde kısas, hata ile kırılması halinde ise
Icü'had (bilirkişi takdiri) olacağı
görüşünde idi. İbn Nâfi'in rivâyetine
göre burun, kökten koparılmadığı sürece diyeti yoktur. Ebû İshâk et-Tunisî
ise, bu görüş şazdır. Bilinen birinci görüştür,
demektedir.
Bilinen
birinci görüşü esas alarak fert bir takım
hususları sözkonusu edecek olursak: Burnun yumuşak tarafının bir kısmı
kesilecek olursa, genel bölümüne oranla tam diyetten bir miktar verilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Burundan kesilen karşılığında, oranına göre
hesab edilerek diyetten verilir. Bu, Ömer
b. Abdulaziz ve eş-Şa'bf den rivâyet edilmiş olup,
Şâfiî de bu görüştedir.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Burnun yumuşak
bölümü kesilir de burun kökten kopartılmamış ise, fıkıh âlimleri bu hususta
farklı görüşlere sahiptir. Mâlik,
Şâfiî, Ebû
Hanîfe ve bunların arkadaşları bu durumda tam bir diyet ödeneceğini
kabul etmişlerdir. Bundan sonra onun bir bölümü kesilecek olursa, o takdirde
bilirkişinin takdirine başvurulur.
Mâlik ise der ki; Burunda diyet ödenmesini gerektiren cinayet,
yumuşağın kesilmesidir. Bu da kemiğin alt bölümünde kalan kısımdır.
İbnü'l-Kasım der ki: Yumuşağın
kemik tarafından kesilmesi ile burnun gözlerin alt tarafından kemikten
kökten koparılması arasında bir fark yoktur, bunun için diyet ödenir.
Nitekim, haşefenin kesilmesi halinde de diyet gerektiği gibi, erkeklik
organının kökten kopartılması halinde de diyet ödemek gerekir.
11-
Burundaki Küçük Yaralamalar;
İbnü’l-Kasım der ki: Burundan
bir parça kesilir yahut kırılır da iyileşmekle birlikte eskisi gibi düzgün
bir halde yerine oturmamışsa, bilirkişi takdiri sözkonusudur. Bu durumda
bilinen bir diyet yoktur. Şayet eskisi gibi iyileşmiş ise herhangi bir şey
ödemek gerekmez. Yine İbrtü'l-Kasım der ki; Bunun yarılıp da eskisi gibi
düzgün bir şekilde iyileşmesi, başta kemiğe kadar varan yaranın açılıp
eskisi gibi iyileşmesi ve bunun karşılığında diyetinin ödenmesine benzemez.
Çünkü, baştaki bu tür yaralama (mudiha) ile
ilgili hüküm, sünnette rivâyet varid olmuştur. Burnun yaralanması hususunda
ise herhangi bir rivâyet bulunmamaktadır. Ayrıca burun, tek başına bir
kemiktir. Onun hakkında mudiha (sadece derisinin
yaralanması) diye birşey sözkonusu değildir.
Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları,
burunda câife (göğüs, karın ve benzeri organlarda
vücudun iç tarafına kadar ulaşan yara) söz konusu değildir. Yine
bunlara göre câife, ancak karm bölgesinde sözkonusudur. el-Mârin; burnun
yumuşak tarafına verilen addır. el-Halil
ve başkaları da böyle demiştir.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Zannederim
ki, burun için revse tabiri onun yumuşak tarafı,
(el-mârin) emebe tabiri ise onun yan
tarafına verilen addır. Ernebe, revse ve arteroenin burnun yan tarafı olduğu
da söylenmiştir. Mâlik,
Şâfiî ve
Kûfelilerle onlara tabi olan fukahanın kabul ettikleri görüşe
göre, eğer koklama eksilir veya tamamen
giderse, bunda bilirkişi takdirine gidilir.
12-
Kulakta Kısas:
Yüce Allah'ın:
"Kulağa kulak"
âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), bir
adamın iki kulağını kesen kimse hakkında, bilirkişi takdirine gidileceğini
söylemişlerdir.
Tam diyet ödenmesi ise,
işitmenin gitmesi halinde sözkonusudur İşitmenin eksilmesi halinde ise,
tıpkı görmede yapılan mukayese gibi burada da yapılır.
İşitmenin iki kulaktan
birisinde iptal edilmesi halinde yarım diyet ödenir. İsterse daha önceden
yalnızca o kulakla işiten olsun. Bu ise, daha önceden de geçtiği üzere
çıkartılması halinde tam diyet gerektiren ve gören tek göz ile ilgili
hükümden farklıdır.
Eşheb de der ki: Eğer işitme
ile ilgili olarak iki kulaktan birisi, ikisinin de işittiği kadar işitiyor
ise, bana göre gören tek göz gibidir. Şayet bu hususta şüpheye düşülürse,
değişik yerlerden ona seslenilmek suretiyle denenir ve bu husus tesbit
edilir. Eğer değişik yerlerden seslenmeleri işitmesi, eşit
veya birbirine yakın ise, işitmesinden
giden miktar kadar ona diyetten hesab edilip verilir ve bu hususta ona yemin
de verdirilir.
Yine Eşheb der ki: Bu hesaplama
onun ayarındaki adamların ortalama işitmesine göre hesap edilir. Eğer
denenmekle birlikte yaptığı açıklamalar farklı olursa, o zaman ona bir şey
verilmez. Îsa b. Dinar ise der ki: Eğer bu konuda söyledikleri birbirini
tutmazsa, yemini ile birlikte ona (işitmesinden
giden miktarına tekabül eden) diyetin asgarisi verilir.
13-
Dişlerde Kısas:
Yüce Allah'ın:
"Dişe diş"
âyeti ile ilgili olarak
İbnü'l-Münzir der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diş dolayısıyla kısas uyguladığı
ve:
"Allah'ın farz yazdığı şey kısastır"
Buhârî, Tefsir 2.
sûre 24, 5. sûre 6, Sulh 8; Ebû Dâvûd,
Diyât 28; Nesâî, Kasâme 17;
İbn Mâce, Diyât 16.
dediği sabittir. Yine Hadîs-i şerîfte
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Dişte de beş deve vardır."
Ebû Dâvûd Diyât 18;
Nesâî, Kasâme 43;
İbn Mâce, Diyât 17.
İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu hadisin zahirini kabul ediyoruz. Buna
göre, ön kesici dişlerin, köpek dişleri, öğütücü dişler ve diğer yan kesici
dişler üzerine herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi de hadisin
zahirine girmektedir. İlim ehlinin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Hadisin
zahiri gereği görüş belirtip, dişler
arasında herhangi bir ayrım gözetmeyenler arasında Urve b. ez-Zübeyr, Tavus,
ez-Zührî,
Katade, Mâlik,
es-Sevrî,
Şâfiî, Ahmed, İshâk, en-Nu'man ve İbnü'l-Hasan da vardır. Bu görüş
aynı şekilde Ali b. Ebî Tâlib,
İbn Abbâs ve Muaviye'den de rivâyet
edilmiştir.
Bu hususta ikinci bir görüş
daha vardır ki, biz bunu Ömer b. el-Hattâb'dan
rivâyet etmekteyiz. Ömer b. el-Hattâb,
ağzın ön tarafındaki dişleri için beşer "fariza" tesbit etmiştir ki bu,
toplam olarak her bir "fariza" on dinar kıymetinde olduğundan dolayı elli
dinar eder. Öğütücü dişlerin her birisi için de bir deve verilmesini
hükmetmiştir. Atâ şöyle derdi: Ön kesici
dişlerden köpek dişlerinin yanında olan dişlerin her birisi ile köpek
dişlerinin her birisi için beşer deve, geri kalanların her birisi için de
ikişer deve vardır. Üst çenedeki dişler ile alt çenedeki dişler arasında bir
fark yoktur. Öğütücü dişler de aynıdır.
Ebû
Ömer der ki: Mâlik'in
Muvatta’''ında Yahya b. Said'den, o,
Said b. el-Müseyyeb'den naklettiği,
Hazret-i Ömer'in öğütücü dişlerde birer
deve diyet hükmettiğine dair naklettiği rivâyete gelince,
Muvatta’',
Ukûl 7.
bunun anlamı şudur: Öğütücü dişler yirmi tanedir. Geri kalan dişler ise on
iki tanedir. Bunlardan dört tanesi en ortadaki kesici dişler, diğer dördü
ise onların yan tarafında ve köpek dişlerinin yanında bulunan diğer dişler
ile, dört tanesi de köpek dişidir. Hazret-i
Ömer'in görüşüne göre, böylelikle diyet, seksen deveyi bulmaktadır.
Öğütücü dişlerin herbirisinde birer deve, diğerlerinde ise beşer deve.
Muaviye'nin görüşüne göre
ise, öğütücü dişler ile diğer dişlerin her birisi için beşer deve diyet
vardır.
Muvatta’', Ukûl 7.
Bu durumda da diyet yüzaltmış deve olur.
Said b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre ise, öğütücü dişlerde ikişer
deve verilir. Öğütücü dişler ise yirmi tanedir. Hepsi için kırk deve
verilmesi gerekir. Diğer dişlerin herbiri için beşer deve verilmelidir.
Bunlar da altmış deve ed-T er. Böylelikle yüz deve olur. İşte bu da deve
türünden tam bir diyet eder. Aralarındaki görüş ayrılıkları ise, öğütücü
dişlerdedir. Diğer dişlerde değil.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Sahabe ve
tabiinin ilim adamlarının dişlere dair diyetteki görüş ayrılıkları ve
bunlardan birini diğerinden üstün tutmaları oldukça çoktur.
Mâlik, Ebû
Hanîfe ve es-Sevrî gibi fukahanın
kabul ettiği görüşün delili ise, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her bir
dişte beş deve vardır" âyetidir. Âyetin zahiri
onların lehine delil teşkil etmektedir. Öğütücü diş de dişlerden bir
diştir.
İbn Abbâs
da Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Parmaklar birbirine eşittir.
Dişler de birbirine eşittir. Kesici diş ile öğütücü diş birbirine eşittir,
bu da buna eşittir".
Bu ise açık bir nasstır ve bunu Ebû Dâvûd
rivâyet etmiştir.
Ebû Dâvûd,
Diyât 18; İbn Mâce Diyât 17,
Yine Ebû Dâvûd
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ellerin ve
ayakların parmaklarını eşit olarak değerlendirmiştir.
Ebû Dâvûd
Diyât 18; Tirmizî Diyât 4;
İbn Mâce Diyât 18.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: İslam aleminin
çeşitli bölgelerindeki fukaha topluluğu ile ilim ehlinin büyük çoğunluğu bu
eserlerin ifade ettiği görüşe bağlı kalarak bütün parmakların diyet
hususunda birbirlerine eşit olduklarını, dişlerin de diyet hususunda
birbirlerine eşit olduklarını, ön dişler ile öğütücü dişlerle köpek dişleri
arasında fark olmadığını, bunlardan birinin ötekine üstün tutulmayacağını
belirtmişlerdir. Amr b. Hazm'ın Kitabı'nda kaydettiğine göre bu böyledir.
es-Sevrî de Ezher b. Muhâribden şöyle dediğini nakletmektedir: Kadı
Şureyh'e iki kişi gelip davalaştı. Onlardan birisi diğerinin ön kesici
dişine bir darbe indirmiş, diğeri de onun öğütücü dişine isabet ettirmişti.
Şureyh dedi ki: Ön kesici diş ve güzelliği, diğer tarafta ise öğütücü diş ve
bunun faydası. Her bir diş diğer dişe karşılıktır. Ebû
Ömer der ki: Bugüne kadar her tarafta
uygulama buna göredir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
14-
Vurduğu Darbe ile Dişi Karartırsa:
Dişine bir darbe vurup
karartırsa, Mâlik ve Leys b. Sa’d’ın
görüşüne göre tam bir diş diyeti Öder. Ebû
Hanîfe de bu görüştedir. Bu görüş Zeyd b. Sabitten de rivâyet
edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb,
ez-Zührî,
el-Hasen, İbn Sîrin ve Şureyh'in de görüşü budur.
Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh)'dan bu durumda dişin
diyetinin üçtebiri verileceğini söylediği rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshâk
da bu görüştedir.
Şâfiî ve Ebû Sevr der ki; Böyle bir durumda bilirkişi takdirine
gidilir.
İbnü'l-Arabî der ki: Bana göre bu, bir noktada uzlaşması mümkün
olabilen bir görüş ayrılığıdır. Çünkü, eğer dişin kararması dişin sağladığı
faydayı ortadan kaldırıp geriye sadece çolak el ve kör göz gibi yalnızca
şekli kalmış ise, diyetin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer
taraftan eğer dişin sağladığı menfaatin bir bölümü
veya tamarry geriye kalmış ise, ancak menfaatin eksilen miktarı kadar
ve bilir kişi takdiri ile tesbit edilecek bir dişin diyetinin bir bölümünün
verilmesi gerekir. Ömer
(radıyallahü anh)'dan rivâyet edilen
diyetin üçte birinin verileceğine dair rivâyet ise, ne senet bakımından, ne
de fıkhî açıdan ondan sahih olarak gelmiş değildir.
15- Süt
Dişlerinin Durumu:
Dökülmeden önce, küçüğün süt
dişlerinin hükmü hususunda farklı görüşler vardır.
Mâlik,
Şâfiî ve rey ashâbı şöyle derler: Küçüğün süt dişi sökülür daha sonra
onun yerine dişi gelirse o dişi şokene birşey düşmez, Şu kadar var ki,
Mâlik ile
Şâfiî şöyle demişlerdir: Eğer o dişin yanındaki diğer dişten daha
kısa çıkacak olur iset eksikliği miktarınca onun için diyet alınır.
Bir başka kesim ise şöyle
demektedir: Bu durumda bilirkişi takdirine gidilir. Bu görüş
en-Nehaîden de rivâyet edildiği gibi,
en-Nu'man (Ebû
Hanîfe) da bu görüştedir.
İbnü’l-Münzir der ki: Bu konuda bilgi sahibi olan kimselerin artık bu
diş bir daha gelmeyecektir diyecekleri vakte kadar beklenir. Durum böyle
olursa, o takdirde hadisin zahirine binaen o dişin tam diyeti ödenir. Daha
sonra o diş bitecek olursa, alınmış olan diyet geri ödenir. İlim ehlinden
kendilerinden görüş bellenilen kimselerin çoğunluğu ise şöyle der; Bunun
için bir sene beklenilir. Bu görüş, Ali, Zeyd,
Ömer b. Abdulaziz, Şureyh, en-Nehaî,
Katade, Mâlik ve rey
sahiplerinden rivâyet edilmiştir. Şâfiî
ise bu hususta belli bir süre tesbit etmiş değildir.
16-
Büyüğün Sökülen Dişi Yerine Diş Gelirse:
Büyüğün dişi sökülüp diyetini
aldıktan sonra o dişinin yerine diş gelecek olursa,
Mâlik aldığını geri vermez demektedir.
Küfe âlimleri İse, yerine başka
bir diş gelecek olursa aldığını geri öder, derler.
Şâfiî'nin ise, geri öder ve ödemez
şeklinde iki görüşü vardır, Çünkü bu adeten görülen bir şey değildir Nadiren
görülen şeyler için ise hüküm tesbit edilemez. Bu, bizim ilim adamlarımızın
da görüşüdür. Kûfeliler ise şunu
delil gösterirler: Sökülen dişin yerini tutacak bir başka diş gelmiştir, o
bakımdan aldığı diyeti geri ödemelidir. Bu konudaki görüşlerinin asıl
dayanağı ise, küçüğün dişi ile ilgili meseledir.
Şafiî der ki: O diş, sağlıklı bir şekilde eskisinin yerine çıktıktan
sonra, bir kişi ona karşı bir cinayet İşleyecek olursa, o dişe mukabil tam
bir diş diyeti ödenir.
İbnü'l-Münzir der ki: Bu, iki görüşün daha sahih olanıdır. Çünkü,
mütecavizlerin her birisi başlı başına bir diş sokmuştur.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da her bir diş için beş deve diyet
tesbit etmiştir.
17-
Sökülen Dişini Yerine Koymak:
Bir kişi bir diğerinin dişini
sökse, dişi sökülen de hemen onu yerine koyup diş yerine kaynayacak olsa,
bize göre herhangi bir şey ödemek gerekmez.
Şâfiî ise der ki; Necis olduğundan dolayı, sökülen dişini geriye iade
edemez. İbnül-Müseyyeb ve Atâ da böyle
demiştir Şayet dişini yerine iade edecek olursa, o dişi meyte hükmünde
olduğundan dolayı bu şekilde kıldığı her bir namazı İade etmelidir.
Aynı şekilde kulağı da
kesilecek ve henüz kanı sıcakken yerine koyup, kulağı yerine yapışacak
olursa, yine aynı hüküm sözkonusudur. Atâ
der ki: Bu durumda sultan (devlet yöneticisi veya
yetkili otorite) onu yerinden sökmeye mecbur eder. Çünkü o, yerine
yapıştırdığı bir meytedir.
İbnü'l-Arabî der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü bu görüşü ileri
süren kişi, bunu geri çevirmenin ve o organın eski haline gelmesinin,
(necaset) hükmünün de geri dönmesini
gerektirdiğini farkedememiş, bilememiştir. Zira bu organda necaset, yerinden
ayrıldığından dolayı sözkonusudur. Fakat bilahare eski yerine bitişmiştir.
Şeriatin hükümleri ise, aynî şeylerin nitelikleri değildir. Şeriatin
hükümleri, o hususta yüce Allah'ın
söylediklerine ve bu konuda verdiği haberlere göre ortaya çıkar.
Derim ki: İbnü'l-Arabînin Atâ'dan
naklettiği ile, İbnü’l-Münzir'in ondan
naklettiği arasında farklılık vardır.
İbnü’l-Münzir der ki: Kısas olmak üzere sökülen bir diş, daha sonra
eski yerine döndürülüp bu diş yerine kaynayacak olursa, hükmün ne olacağı
hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Atâ el-Horasanî ile
Atâ b. Ebi Rabah bunda bir mahzur yoktur
derken, es-Sevrî, Ahmed ve İshâk bu diş
bir daha sökülür, demişlerdir. Çünkü kısas, bu hususta kişiyi te'dip
içindir. Şâfiî de der ki: Necis
olduğundan dolayı onu eski haline geri çevîremez. Çevirecek olursa, sultan
onu yerinden sökmeye mecbur eder.
18-
Fazla Dişin Sökülmesi:
Fazla digi olan birisinin o
dişi sökülecek olursa, bunun diyetini bilirkişi takdir eder. İslam aleminin
çeşitli bölgelerindeki fükahâlan da bu görüştedir. Zeyd b. Sabit ise, bir
dişin üçtebir diyeti verilir, demektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Bu konuda
diyet miktarım tesbit etmek için herhangi bir delil yoktur. O bakımdan
bilirkişi takdirine gitmek daha adaletlidir.
İbnü’l-Münzir de der ki: Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyet sahih
değildir. Ali
(radıyallahü anh)'dan ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kısmı
kırılan diş için, kıran kimse dişi kırılana o dişten eksilen miktara göre
diyet verir.
Bur
Mâlik,
Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür.
Derim ki: Yüce Allah'ın,
âyet-i kerimenin nassı ile zikretmiş olduğu organlar burada sona.
ermektedir. Ayet-i kerimede dudaklar ve dil zikredilmemiştir ki bunlar da
sonraki başlıkların konusudur.
19-
Dudakların ve Dilin Diyeti:
Cumhûr der ki: Duduklarda tam bir
diyet vardır. Her bir dudak için , yarım diyet verilir. Üst dudağın alt
dudağa üstünlüğü yoktur.
Zeyd b. Sabit,
Said b. el-Müseyyeb ve
ez-Zührî'den şöyle dedikleri rivâyet
edilmiştir: Üst dudak karşılığında üçtebir diyet, alt dudak karşılığında
ise, üçteiki diyet verilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Ben de
birinci görüşteyim. Çünkü,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen merfu' hadiste O:
"İki dudakta da bir diyet vardır"
Nesâî, Kasâme 46,
47; Dârimî, Diyat 125.
diye buyurmuştur. Diğer taraftan iki elde de -sağladıkları faydalar
farklı olsa dahi- bir diyet vardır. İki dudaktan kesilen miktar ise, bütüne
oranına göre hesap edilir.
Dil ile ilgili olarak da
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Dilde
de diyet vardır"
Dârimî, Diyat 12;
Ebû Dâvûd, el-Merasıt, s. 214.
hadisi varid olmuştur. Medineli ve Kûfeli ilim ehli ile hadis ashâbı ve rey
ashâbı da icma ile bu görüştedirler. Bunu da
İbnü'l-Münzir ifade etmiştir.
20-
Dilin Bir Bölümü Kesilecek Olursa:
Bir kimse, bir başkasının
dilinin bir parçasını kesecek ve konuşma yeteneğinin bir bölümü gidecek
olursa, hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İlim ehlinin
çoğunluğu şöyle demiştir: (Arapçadaki)
yirmisekiz harften kaçını konuşamadığına bakılır. Onun konuşma imkânının
gittiği miktarda diyet verir. Şayet tamamiyle konuşamayacak hale gelirse,
tam bir diyet öder. Bu; Mâlik,
Şâfiî, Ahmed, ..... ve rey ashâbının da
görüşüdür. Mâlik der ki: Tam bir kısas
mümkün olamadığından dolayı dilde kısas yoktur. Eğer kısas mümkün ise, kısas
uygulamak asıl olandır.
21- Lâl
Kimsenin Dilini Kesmek:
Konuşamayan lâl kimsenin
dilinin kesilmesi hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şa'bî,
Mâlik, Medineli âlimler, Sevrî,
Iraklılar, Şâfiî, Ebû Sevr,
Nu'man (Ebû
Hanîfe) ve iki arkadaşı bu durumda bilirkişi takdirine gidilir,
derler.
İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta şaz iki görüş de vardır. Birisi
Nehaînin görüşüdür bu durumda tam bir diyet ödenir derken, diğeri
Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre ise
diyetin üçtebiri verilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Birinci görüş
daha sahihtir, çünkü bu konuda söylenenlerin asgarisi odur.
İbnü'l-Arabî der ki: Şanı
yüce Allah, temel azaları nass ile
zekrettikten sonra, diğerlerini de bunlara kıyas yapılsın diye
zikretmemiştif: Buna göre, kısasın sözkonusu olduğu herbir organda eğer
kısas uygulama imkânı var ve burîdan dolayı da kişinin öleceğinden
korkulmuyor ise, kısas uygulanır. Sağladığı menfaat tamamiyle ortadan kalkıp
geriye sadece şekli kalan her bir organda ise, kısas yoktur. Bunda kısasa
imkân bulunmadığından dolayı diyet ödenir.
22-
Yaralamalarda Kısas:
Yüce Allah'ın:
"Yaralar da birbirine kısastır."
yani,
birbiriyle takas edilir demektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde
(2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Daha ileri boyutlara
varmasından korkulan yaralar ile kısası uygulayacak olanın hata etmeksizin
yahut daha fazlasına götürmeksizin ya da
eksik yapmaksızın uygulaması mümkün olmayacak şeylerde de kısas sözkonusu
olmaz. Kısas uygulamanın mümkün olduğu kasti yaralamalarda ise kısas
yapılır. Bütün bunlar, yaralamaların kasti olması halinde böyledir. Hata ile
olması halinde ise diyet sözkonusudur. Hata ile öldürmede diyet sözkonusu
olduğu gibi, yaralamalarda da diyet sözkonusudur.
Müslim'in
Sahih'inde, Enes'den rivâyete göre, er-Rubeyy"ın kız kardeşi -Um Harise-
birisini yaralamıştı. Bunun üzerine
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
huzurunda davalaştılar. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem): "Kısas,
kısas" diye buyurdu. Um er-Rubeyy: Ey Allah'ın Rasulü dedi, filana kısas mı
uygulanacak? Allah'a yemin ederim ki, ona
kısas uygulanmayacaktır. Bunun üzerine
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Allah, Allah. Ey Um er-Rubeyy
kısas Allah'ın Kitabı (farz kıldığı hüküm) dır."
Um er-Rubeyy hayır, Allah'a yemin ederim ebediyyen ona kısas
uygulanmayacaktır, dedi. Hak sahipleri diyeti kabul edinceye kadar o da
böylece ısrar edip durdu. Bunun üzerine
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu:
"Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah
adına yemin edecek olsa, mutlaka Allah da onun yeminini gerçekleştirir."
Müslim,
Kasâme 24; Nesâî Kasâme 17;
Müsned, III, 284.
Derim ki:
Bu hadiste sözü edilen, yaralanan kişi bir cariye idi. Yarası ise ön dişinin
kırılması şeklinde idi. Bunu, Nesâî yine
Enes'ten şöylece rivâyet etmiştir: Enes'in anası bir cariyenin dişini
kırmıştı. Allah'ın Peygamberi
(sallallahü aleyhi ve sellem) kısas
yapılacağı hükmünü verdi. Kardeşi Enes b. en-Nadr ise: Filanın ön dişini mi
kıracaksın? Hayır, seni hak ile gönderene yemin ederim onun dişi
kırılmayacaktır, dedi. Bundan önce ise, yakınlarından af edip diyet
almalarını istemişlerdi. Kardeşi olan Enes'in amcası, -ki bu, Uhud günü
şehid düşmüştü- yemin edince, onlar da affetmeye razı oldular. Bunun üzerine
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu:
"Şüphesiz Allah'ın kulları
arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, Allah onun
yeminini yerine getirir. "
Nesâî,
Kasâme 18. Bunu
Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir.
Ebû Dâvûd devamla der ki: "Ben,
Ahmed b. Hanbel'e diş dolayısıyla nasıl
kısas uygulanır diye sorulurken, Onun da: "Törpülenmesi suretiyle diye cevap
verdiğini dinledim."
Ebû Dâvûd
Diyât 28. Aynı olayla başka yerlerde de kaydedilen diğer rivâyetleri için
bk. Buhârî, Tefsir 2. sûre 24, 3. sûre
6, Sulh 8; Nesâî, Kasâme 17,18;
İbn Mâce, Diyât 16;
Müsned, III, 284.
Derim ki: Her iki hadis arasında her hangi bir çelişki yoktur.
Çünkü, onların her birisinin ayrı ayrı yemin etmiş olmaları, Allah'ın da bu
yeminlerini gerçekleştirmiş olması muhtemeldir. Bu olayda, ileride
yüce Allah'ın izniyle, Hızır
(aleyhisselâm) kıssasında açıklanacağı
üzere (el-Kehf, 18/66. âyet ve devamının
tefsirinde) evliyanın kerametine de delalet vardır.
Yüce Allah'tan onların kerametlerine
îman etmek üzere bize sebat vermesini ve herhangi bir mihnet ve fitneye
maruz bırakmaksızın, bizleri de onların arasına katmasını dileriz.
23-
Kemiklerin Kırılması:
İlim adamları,
yüce Allah'ın:
"Dişe diş"
âyetinde sözü geçen kısasın kasti hallerde
sözkonusu olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Bir kişi, bir diğerinin
dişini kasti olarak kıracak olursa, Enesin hadisine göre ona kısas
uygulanır.
Fakat, ilim adamları, vücuddaki
diğer kemiklerin kasti olarak kırılması ha-İinde farklı görüşlere
sahiptirler. Mâlik der ki: Uyluk kemiği,
omurga, me'raume, münakkıle ve hâşime (tanımlan
biraz sonra gelecektir) gibi daha ileri derecelere ulaşacağından
korkulanlar dışında, bedendeki bütün kemiklerde kısas uygulanır. Ancak
tehlikeli olan bu gibi hallerde diyet sözkonusudur.
Küfe âlimleri ise derler ki:
Diş dışında kırılan hiçbir kemikte kısas sözkonusu olmaz. Çünkü
yüce Allah:
"Dişe diş"
diye buyurmuştur. Bu aynı zamanda
el-Leys ve
Şâfiî'nin de görüşüdür. Şâfiî der
ki: Hiçbir zaman bir kırık bir diğer kırık gibi olamaz. O halde kemiklerde
kısas yasaktır.
Tahavî der ki: Baş kemiğinin
kırılmasında kısas olmayacağı hususunu fakihler ittifakla kabul etmişlerdir.
Diğer kemiklerde de durum böyledir.
Mâlik'in lehine delil ise, Enes yoluyla rivâyet edilen dişte kısasa
dair Hadîs-i şerîftir. Diş de bir
kemiktir. O halde, ölüm ile neticelenir korkusuyla kısas uygulanması mümkün
olmayacağı icma ile kabul edilmiş bir kemik olması dışında sair bütün
kemikler de böyledir.
İbnü'l-Münzir der ki: Hiçbir kemikte kısas uygulanmaz diyen kimse,
Hadîs-i şerîfe muhalefet etmektedir.
Haberin varlığına rağmen, onu bırakıp kıyasa başvurmak ise câiz değildir.
Derim ki: Yine yüce Allah'ın:
"Artık size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi
karşılık verin"
(el-Bakara, 2/124);
"Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan
saldırının benzeri ile karşılık verin"
(en-Nahl, 16/126) âyeti da buna delalet
etmektedir. Fukahanın icma ile kısas uygulanamayacağını söyledikleri bu
âyetin kapsamına girmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve başarı
da Allah'tandır.
24-
Başta ve Vücudun Diğer Bölgelerindeki Yaralamalar;
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın mûdiha ile, onun dışında kalan baş
ve yüzdeki diğer yaralamalar (şicâç)’e dair
hadisi hakkında Ebû Ubeyd şöyle
demektedir: el-Esmaî ve başkaları der ki:
(Dilcilerin) bu husustaki açıklamaları birbirine karışmıştır. Şicâc
(baş ve yündeki) yaralamaların
birincisi, hârisa diye bilinir. Bu ise,
deride az miktarda açılan yaraya denilir. İşte elbiseyi ağartan kimse,
kumaşı yardığı zaman denmesi buradan gelmektedir. Bu tür yaralamaya el-Harsa
da denilir.
"Bundan sonra badia gelir. Bu
da deriyi yardıktan sonra eti de yaralayan yaranın adıdır
Arkasından, mütelâhime
gelir. Bu da deriyi yaralamakla birlikte, et ile kemik arasındaki simhak
diye bilinen ince zara kadar ulaşmayan yaradır, el-Vakidî der ki: Bu
yaralamaya biz miltâ demekteyiz. Başkası ise bu, miltât diye bilinen
yaralamadır, demektedir. İşte Hadîs-i şerîfte
hakkında:
"Miltâtda ise kanına göre hüküm
verilir kan akıtıldığı andaki haline göre takdire gidilir"
İbnu'l Ashâb, en-Nihâye, IV, 357.
denilen yaralamada da bu kastedilmektedir
Bundan sonra Mûdiha
gelmektedir. Bu ise, kemiğin beyazlığı görününceye kadar kemik üzerindeki
ince zan sıyıran veya yaran yaralama
şeklîdir. İşte buna Mûdiha denilir, Ebû Ubeyd
der ki: Baş ve yüzdeki yaralamalar arasında özel olarak mûdiha dışında
hiçbirisinde kısas sözkonusu değildir, Çünkü, bunun dışında ulaşılabilecek,
sınırı belli bir yaralama sözkonusu değildir. Bu mûdiha dışında kalan baş ve
yüzdeki diğer yaralamalarda diyetleri neyse o verilir.
Bundan sonra kâşime gelir. Bu
ise, kemiğin kırılmasına yol açanyaralamadır.
Bundan sonra, münakkıle gelir.
El-Cevherî bunu "kaf harfinin esrelisi
ile nakletmiştir. Bu da kemiği yerinden çıkartmaya neden olan yaralamadır.
Bundan sonra, âmme gelir.
Buna, me'mume de denilmektedir. Bu ise, beyine kadar ulaşan yaralamadır.
Ebû Ubeyd der ki:
"Miltât'da da kanına göre verilir"
hadisi hakkında şöyle denilmektedir: Kişi böyle bir yara açacak olursa, o
yara açanın aleyhine, yaralanan kimsenin lehine yaraladığı anda, derhal o
yaranın diyetini ödemesi hükmü verilir ve bu hususta erteleme yapılmaz. Yine
(Ebû Ubeyd) der ki: Bize göre, baş ve
yüzdeki diğer yaralamalarda işin nereye varılacağı görülünceye kadar
beklenir. İşin varacağı yer ortaya çıktıktan sonra, o vakit o yara hakkında
hüküm verilir. Ebû Ubeyd der ki: Bize
göre yüz ve baştaki bütün yaralamalar ile bedendeki sair yaralamalarda da
beklenir: Bize Huşeym, Husayn'dan naklederek dedi ki:
Ömer b. Abdulaziz dedi ki:
(Kemiğe kadar ulaşan yaralama olan)
Mûdiha'dan aşağısında ki yaralamalar bir takım çiziklerden ibarettir, bunlar
karşılığında sulh sözkonusudur
Hasan-ı Basrî der ki: Mûdiha'dan aşağısındaki yaralamalarda kısas
sözkonusu olmaz. Mâlik de der ki: Zan
ortaya çıkartan mûdiha ile dâmiye, bâdia ve buna benzer yaralamaların
aşağısındakilerde kısas uygulanır. Kûfeliler
de böyle demişler ve bunlar buna ayrıca simhâk
(kemik üstündeki zara kadar ulaşan yaralama) da eklemişlerdir. Bunu
İbnü'l-Münzir nakletmektedir.
Ebû Ubeyd der ki: Dâmiye kan akmaksızın kanatan yaralamadır.
Dâmia ise, böyle bir yaradan
kanın akması halinde verilen isimdir. Mûdiha'dan aşağisındaki yaralamalarda
kısas yoktur.
el-Cevherî ise der ki: Dâmiye, kanatan fakat kam akmayan baş ve
yüzdeki yaralamadır.
Bizim
(Mâliki mezhebi) âlimlerimiz der ki: Dâmiye, kanın aktığı yaradır.
Mûdiha'dan derin yaralamalarda
da kısas sözkonusu değildir. Kemiği kıran (hâşime)
ile munakkile (kemiği yerinden ayıran)
-özel olarak bundaki görül ayrılığı ile birlikte- ve beyine kadar ulaşan
yara olan âmme ile beyin zarını da yararak beyine kadar ulaşan dâmiğada
kısas sözkonusu değildir.
Bedendeki hâşimelerde ise kısas
vardır. Ancak baldır ve buna benzer daha tehlikeli sonuçlara ulaşacağından
korkulan kemik kırmalar müstesnadır. Baştaki haşime ile ilgili olarak
İbnü’l-Kasım der ki: Bunda kısas sözkonusu olmaz. Çünkü bunun, hâşimeden
çıkıp munâkkıle'ye kadar ulaşması kaçınılmaz bir şeydir, Eşheb ise der ki:
Hâşimede kısas uygulanır. Ancak bu hâşime munakkile derecesine ulaşacak
olursa onda kısas uygulanmaz.
Azalara gelince, ölüm
tehlikesinden korkulanlar dışında bütün eklemlerde kısas uygulanır. Burnun
yumuşak bölümü, kulaklar, erkeklik organı, gözkapakları ve dudaklar da eklem
hükmündedir. Çünkü bunlar, belli bir şekilde ölçülüp takdir edilebilirler.
Dil hususunda ise iki rivâyet
vardır
Kemiklerin kırılmasında kısas
sözkonusudur Ancak, göğüs, boyun, omurga, uyluk ve buna benzer insanı ölüme
kadar götürebilecek olanları müstesnadır. Pazu kemiğinin kırılmasında da
kısas vardır. Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, bir başkasının uyluğunu
kıran kimseye7 yine uyluğunun kınlması hükmünü vermiş; Abdulaziz b. Abdullah
b. Halid b. Esid de Mekke'de bunu uygulamıştır.
Ömer b. Abdulaziz'den de böyle bir uygulama yaptığı rivâyet
edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz gibi Mâlik'in görüşü budur ve şöyle
demiştir: Bu, onlar tarafından tema ile kabul edilmiştir; bizim beldemizde
bir kişiye bir darbe vurunca, diğeri eliyle kendisini ondan korumak
isterken, elini kırarsa, ona kısas uygulanması şeklindedir.
25-
Baş, Yüz ve Vücudun Sair Bölgelerindeki Yaralamaların Diyetleri:
İlim adamları der ki: Şicâc,
baştaki yaralamalar hakkında, cirâh da vücudun sair bölgelerindeki
yaralamalar hakkında kullanılan tabirlerdir.
İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre, ilim adamları mûdihadan aşağıdaki
baş yaralamalarında erş (yaralama diyeti")
olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu diyetin miktan hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Mûdihadan aşağıdaki yaralamalar ise beş tane olup,
bunlar; dârniye, dâmia, bâdia, mütelahime ve simhâk diye bilinir.
(Mütelâhime, badiadan daha çok derine varan fakat
kemiğe de yaklaşmayan yaralamanın adıdır.)
Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk ve rey
sahipleri, dâmiye, bâdia ve müteîahime hakkında da bilirkişi takdiri
sözkonusudur derler.
Abdurrezzak ise Zeyd b.
Sabit'ten şöyle dediğini nakletmektedir; Damiye'de bir deve, bâdiada iki
deve, mütelahimede de üç deve verilir. Simhâkta; dört deve, mûdihada beş
deve, hâşimede on deve, münakkılede onheş deve vardır. Me'mûmede tam diyetin
üçtebiri verilir. Bir kimseye aklım kaybedecek kadar vuran kişi, tam bir
diyet ödeyeceği gibi, bir kimseye vurduğu darbe ile sesinin burnundan
çıkmasına ve sözünün anlaşılmamasına sebep teşkil eden de tam bir diyet
öder. Ya da sesi kısılıp, söylediği söz
anlaşılmayacak hale gelirse, yine tam diyet ödemesi sözkonusudur. Göz
kapağında diyetin dörttebiri vardır Memenin ucunda da tam diyetin dörttebiri
vardır,
İbnül-Münzir der ki:
Ali
(radıyallahü anh)'dan, simhak hakkında Zeyd'in dediği gibi bir görüş
nakledilmiştir. Hazret-i Ömer ile
Hazret-i Osman'dan da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Simhâkda mûdiha
diyetinin yarısı verilir, Hasan-ı Basrî,
Ömer b. Abdulaziz ve Nehaî ise,
simhak'da bilirkişi takdirine gidilir, derler.
Mâlik, Şâfiî ve Ahmed de böyle
demiştir. İlim adamları mûdihada Amr b. Hazm'ın rivâyet ettiği hadiste
belirtildiği üzere beş deve verileceği hususunda ihtilâf etmemişlerdir.
Çünkü o hadiste Mûdihada da beş deve vardır, denilmektedir.
Amr b. Hazm'ın sözü edilen bu rivâyetinin çeşitli
bölümlerine de önceden atıflarda bulunulmuştur. Bu rivâyet
Nesâî Kasâme 46, 47;
Dârimî, Diyât 12;
Dârakutnî, II, 209-210;
Ebû Dâvûd, el-Merasil, s. 212"de yer
almaktadır.
Yine ilim ehli icma ile mûdiha’nın başta da
yüzde de olabileceğini kabul etmişlerdir Ancak, yüzdeki mûdihanın baştaki
mûdihadan daha üstün olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Ebû Bekr ve Ömer'den ikisinin de eşit
olduğuna dair görüş rivâyet edilmiştir. Tabiinden bir topluluk da onların
görüşlerini kabul ettiği gibi, Şâfiî ve
İshak da bu görüştedir.
Said b. el-Müseyyeb'den ise yüzdeki mûdihanın diyetini, baştaki
mûdihanın iki katı kabul ettiğine dair rivâyet gelmiştir. Ahmed de der ki:
Yüzdeki mûdihanın diyetinin artırılması daha uygundur.
Mâlik der ki: Me'mûme, mûnakkıle ve mûdiha ancak baş ve yüzde olur.
Me'mûme ise, yara beyine ulaşacak olursa, yalnızca başta sözkonusu olur.
Yine Mâlik der ki: Mûdiha, kafa tasında
olur. Ondan aşağısındaki yaralar ise boyun bölgesinde olur ve bunlarda
mûdiha yarası sözkonusu değildir. Yine Mâlik
der ki: Burun baştan sayılmaz. Burunda da mûdiha sözkonusu değildir. Alt
çenede de aynı şekilde mûdiha olmaz.
İlim adamları, bag ve yüzün
dışında mûdiha hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ve İbnül-Kasım
der ki: Bedendeki mûdiha, munakkıle ve me'mûme'de, içtihad ile diyet
takdirinden başka bir yol yoktur. Bu yaralar hakkında bilinen bir diyet
(erş) sözkonusu değildir.
İbnü'l-Munzir der ki:
Mâlik, Sevrî,
Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın görüşü budur.
Biz de böyle diyoruz. Atâ
el-Horasânî'den rivâyet edildiğine göre mûdiha insanın bedeninde olursa,
yirmibeş dinar cezası vardır.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki:
Mâlik,
Şâfiî ve arkadaşları, bir kişiye iki me'mûme yahut iki mûdiha
veya üç me'mûme, yada üç mûdiha yahut
bundan da fazla miktarda yarayı tek bir darbede açacak olursa, bütün
bunlarda -isterse bunlar genişleyip tek bir yara haline gelsinler- tam bir
diyet vardır. Hâşime için, bize göre diyet sözkonusu değildir, bilirkişi
takdirine gidilir.
İbnü’l-Münzir der ki: Ben, Medinelilerin kitaplarında hâşimeden söz
edildiğini tesbît edemedim. Bunun yerine Mâlik,
bir kişinin burnunu kıran bir kimse hakkında, eğer bu hata yoluyla olmuşsa
içtihad ile takdire gidileceğini söylemiştir.
Hasan-ı Basrî ise, hâşime hususunda herhangi bir miktar takdir
etmezdi. Ebû Sevr de der ki: Eğer bu hususta ihtilâfa düşülecek olursa,
hâşimenin cezası bilirkişi tarafından takdir edilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Kıyas da buna delalet etmektedir. Zira bu
hususta ne sünnet vardır, ne de icma. Kadı Ebû'l-Velid el-Bâcî der ki:
Hatimenin cezası, mûdihanın cezası gibidir Eğer hâşime, münakkıleye
dönüşecek olursa onbeş deve, şayet me'mûme olursa bu sefer tam bir diyetin
üçtebiri verilir.
İbnü'l-Münzir der ki: İlim ehlinden karşılaştıklarımızın ve
kendisinden bize bilgi ulaşanların çoğunun hâşimede on deve takdir
ettiklerini tesbit ettik. Biz bu görüşü, Zeyd b. Sabit'ten de rivâyet ettik.
Katade, Ubeydullah b.
el-Hasen ve
Şâfiî de bu görüştedir. Sevrî ve rey sahipleri ise; Hâşimede bin
dirhem vardır demektedirler. Bundan kasıtları ise tam bir diyetin
ondabiridir.
Münakkıleye gelince,
İbnü'l-Münzir der ki;
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen hadiste şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: "Munakkılede onbeş deve vardır.
Nesâî,
Kssâme 46, 47,; Dârimî, Diyât 12;
Dûrakutnî, III, 210; Müsned, II;
Ebû Dâvûd. El Merasil, s. 212.
İlim ehli
de bunu icma ile kabul etmiştir.
İbnül-Münzir der ki: İlim ehli
arasından kendisinden ilim bellenen herkes, munattkılenin, kemiği yerinden
oynatan yara olduğunu ifade etmişlerdir. Mâlik,
Şafîîi, Ahmed ve rey ashâbı -bu, aynı zamanda
Katade ve İbn Şubrume'nin de görüşüdür- munakkılede kısas yoktur,
demişlerdir ez-Zübeyr'den ise -ki ondan sabit olmamıştır- munakkılede kısas
uyguladığını rivâyet etmiş bulunuyoruz.
İbnü'l-Münzir der ki: Fakat birinci görüş
daha uygundur. Zira ben, bu hususta muhalefet eden bir kimse olduğunu
bilmiyorum.
Me'mûmeye gelince,
İbnü’l-Münzir der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’dan:
"Me'mumede diyetin üçtebiri vardır"
Nesâî,
Dârimî, el-Merasil, aynı yerler,
Dârakutnî, III, 209-210.
dediği varid olmuştur. İlim ehli de genel olarak bu görüşü kabul etmiştir.
Bu hususta Mekhul dışında muhalefet eden bir kimse olduğunu da bilmiyoruz.
Mekhul der ki: Me'mûme kasti olarak yapılırsa cezası tam diyetin
üçteikisidir. Eğer hata yoluyla yapılırsa, tam diyetin üçtebiridir. Bu ise
şaz bir görüştür, ben birinci görüşü kabul
ediyorum.
Me'mûme dolayısıyla kısas
hususunda farklı görüşler vardır, İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir:
Bunda kısas sözkonusu olmaz. İbn ez-Zübeyr'den ise, me'mûme dolayısıyla
kısas uyguladığı rivâyet edilmiş ise de insanlar bunu tepki ile
karşılamışlardır. Atâ der ki: İbn
ez-Zübeyr'den önce biz, me'mûme dolayısıyla kısas uygulayan kimse olduğunu
bilmiyoruz.
Câife'ye
Câife; Göğüs, karın, sırt, iki böğür,
ya da boğazdan içeriye doğru açılan her bir
yaradır.
gelince; Amr b. Hazm yoluyla gelen hadise
binaen câifede tam diyetin üçteikisi vardır. Eğer hata yoluyla yapılmışsa,
diyetin üçtebiri vardır. Câife ise, bir iğne girecek kadar dahi olsa vücudun
karın bölgesine delerek ulaşan hertürlü yaradır. Şayet iki taraftan oraya
ulaşacak olursa, fukahaya göre bu iki tane câife olur ve herbirisinde tam
diyetin üçteikisi verilir. Eşheb der ki: Ebû Bekr es-Sıddik
(radıyallahü anh) vücudun öbür yan
tarafından çıkan bir câife hakkında İki câîfe kadar diyet Ödenmesi hükmünü
vermiştir. Atâ,
Mâlik,
Şâfiî ve rey ashâbının hepsi, câifede kısas yoktur demektedirler.
İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz.
26.
Tokat ve Benzeri Cinayetlerde Kısas:
Tokat ve benzeri
cinayetlerde kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Buhârî, Ebû Bekir, Ali, İbnüz'-Zübeyr ve
Süveyd b. Mukarrin (radıyallahü anhüm)'dan
tokat ve benzerlerinden dolayı kısas uyguladıklarını zikretmektedir.
Buhârî,
Diyât 21.
Osman ile Halid b. el-Velid
(r. anhuma)'dan da buna benzer rivâyetlerde
bulunulmuştur. Bu, aynı zamanda Şa'bî ve ilim ehlinden bir topluluğun da
görüşüdür
el-Leys der ki: Şayet tokat göze vurulmuş ise bunda kısas yoktur.
Çünkü, kısas uygulanacak olan kimsenin gözüne bir tehlike gelmesinden
korkulur. Bunun yerine sultan onu cezalandırır. Eğer tokat yanağa vurulmuşsa
bunda kısas uygulanır. Bir kesim de tokatta kısas yoktur, demektedir. Bu
görüş, el-Hasen ve
Katade'den rivâyet edildiği gibi,
Mâlikin, Kûfelilerin ve
Şâfiî'nin de görüşüdür.
Mâlik bu hususta şu sözleriyle delil
getirmektedir: Zayıf ve hasta bir kimsenin vuracağı tokat, güçlü bir
kimsenin tokatı gibi değildir. Belli bir konum ve mevkii bulunan bir
kimsenin tokatı ile siyah kölenin tokatı da bir değildir. İşte bizim tokatın
miktarı hususundaki bilgisizliğimiz dolayısıyla bütün bu gibi durumlarda
içtihada gidilir.
27-
Kamçı Darbesi Dolayısıyla Kısas:
Kamçı darbesi dolayısıyla kısas
hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir.
el-Leys ve
el-Hasen kamçı ile vurana kısas uygulanır ve ayrıca yaptığı
saldırganlığı dolayısıyla ona fazlası da vurulur derler. İbnü'l-Kasım ise
ona sadece kısas uygulanır, demektedir.
Kûfeliler ile Şâfiîlere göre
ise, yaralaması hali dışında ona kısas uygulanmaz.
Şâfiî der ki: Eğer kamçı yaralayacak
olursa, bunda bilirkişi takdirine gidilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Kamçı, sopa veya
taş ile isabet alıp ölümden daha aşağı yaralamalar sözkonusu olursa, bu
kasti bir yaralamadır ve bunda kısas sözkonusudur. Hadis ehlinin çoğunluğu
bu görüştedir.
Buhârî'de
iser Hazret-i Ömer'in eldeki asa
dolayısıyla vurulan darbeden kısas uyguladığı,
Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'in
da üç kamçıdan dolayı kısas uyguladığı kaydedilmektedir. Kadı Şureyh'fn de
bir kamçı ve bir kaç tırmalama İzi dolayısıyla kısas uyguladığı
belirtilmiştir.
Buhârî, Diyât 21.
İbn Battal der ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisine
ilaç içiren bütün hane halkına aynı şekilde ilaç İçirilmesini emrettiğine
dair hadisi,
Buhârî,
Megâzİ, 83, Tıb 21; Müslim, Selâm 85;
Tirmizî, Tıb 32;
Müsned VI, 53, 118, 438.
hertürlü acıdan dolayı -yaralama sözkonusu olmasa dahi- kısas uygulanacağını
kabul eden kimseler lehine bir delildir.
28-
Kadınların Yaralanmalarının Diyeti:
Kadınların
yaralanmalarına karşılık alınacak diyet hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Muvatta’''da
Mâlik'ten, onun, Yahya b. Said'den, onun, Said
b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre Said şöyle dermiş: Erkeğin
diyetinin üçtebirine kadar, kadın erkekten diyet alır. Kadının parmağı,
erkeğin parmağı, dişi erkeğin dişi gibidir. Kadının mûdihası erkeğin
mâdihası gibi, munakkılesi de erkeğin munakkılesi gibidir.
Muvatta’',
Ukûl 4.
İbn Bukeyr der ki:
Mâlik dedi ki: Eğer kadının alması
gereken diyet, erkeğin diyetinin üçtebirine ulaşacak olursa, o takdirde
erkeğin hakettiği diyetin yarasını alabilir.
İbnü'l-Münzir de der ki: Biz bu görüşü,
Ömer ile Zeyd b. Sabitten rivâyet ettiğimiz gibi,
Said b. el-Müseyyeb,
Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr,
ez-Zührî,
Katade, İbn Hurmuz, Mâlik,
Ahmed b. Hanbel ve Abdulrnelik b.
el-Macişûn da bu şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir.
Bir başka kesim ise şöyle
demektedir: Az olsun, çok olsun her hususta kadının diyeti erkeğin diyetinin
yarısıdır. Biz bunu, Ali b. Ebî Tâlib'den
rivâyet ettik. es-Sevrf, Şâfiî, Ebû
Sevr, en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) ve
iki arkadaşı da bu görüştedir. Delil olarak da şunu göstermişlerdir: Çok
olan tam diyet hususunda (kadının diyetinin
erkeğinkinin yarısı olacağı üzerinde icm'a ettiklerine göre, ondan az olan)
miktarın da böyle olması gerekmektedir. Biz de bu görüşteyiz.
29-
Önemli Bir Faydası Olmayıp, însan Vücudunda Güzellik Arzeden Organlar:
Kadı Abdulvehhab der ki: Hiçbir
şekilde menfaati bulunmayıp güzelliği bulunan her şeyde hükümet
(bilirkişi takdiri) vardır. Kaşlar, sakal,
saçın gitmesi, erkeğin memesi ve kalçaları gibi. Bilirkişinin takdiri ise
şöyle yapılır: Kendisine karşı suç işlenen kişi eğer kusursuz bir köle
olsaydı ne ederdi, diye ona kıymet biçilir. Ondan sonra cinayet sonucu
meydana gelen eksik durumu ile ona kıymet biçilir. Kıymetinden eksilen
miktar onun diyetine oranlanır, miktar ne olursa olsun o oran ödenir.
İbnül-Münzir bunu, kendisinden
ilim bellenen ilim ehli herkesten nakletmiştir. Ve şöyle demiştir: Bu
hususta ise, işi bilen güvenilir iki kişinin sözleri kabul edilir. Hatta
adaletli tek bir kişinin sözü kabul edilir de denilmiştir. Şanı
yüce Allah en iyi bilendir.
İşte bunlar, âyet-i kerimenin
anlamının ihtiva ettiği vücud ve azalardaki yaralamalara dair hükümlerin bir
özetidir. Bu kadarı ile yetinen kimseler için bu açıklamalar yeterlidir.
Lütuf ve keremiyle hidâyete ileten Allah'tır.
30-
Kısas Hakkını Bağışlamak Bir Sadakadır:
Yüce Allah'ın:
"Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur"
âyeti, şart ve cevaptır. Yani, kim kısas
hakkıru tasadduk edip affederse buf bu hakkını tasadduk eden kimse için bir
keffaret olur. Bunun yaralayan kimse için keffaret olacağı ve âhirette
işlediği bu cinayeti sebebiyle sorumlu tutulmayacağı anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü böyle bir af, yaralayan kimseden hakkın alınmasının
yerini tutmaktadır. Ona bu hakkı bağışlayan da ecir alır,
İbn Abbâs, bu iki görücü de zikretmekle
birlikte, ashâbın ve onlardan sonra gelenlerin çoğunluğu
birinci görüşü kabul etmişlerdir.
İkinci görüş ise,
İbn Abbâs ve
Mücahid'den rivâyet edilmiştir. İbrahim
en-Nehaî ve
en-Nehaî'den de bu görüşle birlikte farklı rivâyet de gelmiştir.
Ancak birincisi daha güçlüdür, Çünkü,
birinci görüşe göre zamir zikredilmiş bir
isme racidir ki, o da; "Kim" lâfzıdır. Ebû'd-Derdadan
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu rivâyet
edilmektedir: "Herhangi bir müslümana vücudunda bir musibet gelip çatar, o
da bunu (kendisine o zararı verene)
bağışhyacak olursa, mutlaka Allah bundan dolayı onu bir dereceye yükseltir
ve yine bunun karşılığında onun bir günahını kaldırır."
Tirmizî,
Diyat; İbn Mâce, Diyât 35.
İbnü'l-Arabî der ki: Yaralanan kişi yaralayanı affettiği
takdirde, Allah da onu (yaralayanı) affeder
diyen kimsenin bu sözünü destekleyecek bir delil yoktur. O bakımdan bu
görüşün bir anlamı da olmaz.
|