Hoşunuza gitmediği
halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için
daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah
bilir, siz bilmezsiniz .
"Size hoş gelmese de müşriklerle savaşmak
üzerinize farz kılındı. Zorluklarla dolu olduğu ve büyük sıkıntılara sebep
olduğu için savaş nefislerinize hoş gelmez. Savaşı kötü görmeyin. Belki kötü
gördüğünüz o savaşta sizin için hayır vardır. Cihadı terketmeyi de sevmeyin.
Belki sevdiğiniz bu cihadı terketme işinde sizin için şer ve kötülük vardır.
Allah, sizin için hangi şeyin şer, hangi şeyin hayır olduğunu bilir. Siz ise
bunu bilemezsiniz.
Bu âyet-i kerime.
Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için mü’minlerin, her türlü zorluğuna
rağmen cihad etmelerinin gerekliliğini beyan etmektedir. Bu hususta
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir
hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Rızkım, mızrağımın gölgesi altında kılındı.
Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene verildi.
Buhari, K. el-Cîhad, bab: 88/Ahmed b. Hanhel, Müsned, c. 2, s. 40
Resûlüllah efendimiz diğer bir
hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur:
"Kim cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden
geçirmeden ölürse bir nevi münafık olarak ölmüş olur.
Müslim, K. el-lmare, bab: 158, Hadis No: 1910/Ebû Davııd K. el-Cihad bab: 18,
Hadis No: 2502/Nesei, K. el-Cihad, bab: 2, Hadis No: 3099
Müfessirler
bu âyet-i kerime’de,
yapılması emredilen cihadın kimlere farz. kılındığı hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir:
a- Ata
ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe
göre bu âyette emredilen cihad sadece Resûlüllah'ın
sahabilerine farz kılınmıştı. Bu
hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: "Ben, Atadan
sordum ki, bu âyete göre. bütün insanların savaş yapmaları farz mıdır?
Ata dedi ki: "Hayır o âyetin indiği zamandaki
insanlara farz kılınmıştı." İkrime diyor ki:
"Abdullah b. Abbas dedi ki: "Bu âyet "Dediler
ki "İşittik ve itaat ettik Bakara sûresi, 2/285
âyeti ile neshedilmiştir."
Taberi
diyor ki: "Bu sözün hiç bir mânâsı yoktur. Zira hükümlerin neshedilmesi kul
tarafından değil Aziz ve Celil olan Allah tarafındandir.
Allahü teâlâ bu son âyette, mü’min
kullarının: "Biz işittik ve itaat ettik." dediklerini bildirmektedir. Burada
nesih diye bir şey yoktur. Ebû İshak el-Fezari diyor ki: "Ben Evzaiden "Hoşunuza
gitmediği halde savaş size farz kılındı." âyetini sordum ve dedim ki: "Bütün
insanların savaş etmeleri farz mı?" Evzai de dedi ki: "Ben onu bilmiyorum ama,
imamların ve halkın bunu terketmeleri doğru değildir. Kişinin bizzat kendisine
tek olarak farz değildir."
b- Diğer bir kısım
müfessirler ise bu âyette emredilen cihadın,
cenaze namazının kılınmasında olduğu gibi mü’minlerin üzerine farz-ı kîfaye
olduğunu, mü’minlerden belli bir grubun bu farzı eda etmeleri halinde
diğerlerinden bu farzın düşeceğini söylemişlerdir.
Taberi
diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş te budur. Zira, bu hususta deliller
ittifak halindedir Cihad etme ne sadece belli insanlara farz kılınmıştır. Ne de
her ferdi şahsen yükümlü kılan bir farzdır. Zira bu hususta
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Mü’minlerden
özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır.
Allah, hepsine de, en güzel şey olan cenneti vaadetmiştir. Allah, cihad
edenleri, oturanlara, büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır.
Nisa sûresi, 4/95
Allahü teâlâ
bu âyette, cihad edenlerin, cihad etmeyenlerden üstün olduklarını belirttikten
sonra, her iki sınıf için de güzellik olduğunu bildirmiştir. Şâyet cihad her
fert için farz olsaydı, bu farzı ifa etmeyenler için güzellik değil ceza
vaadedilirdi.
c- Diğer bir kısım
müfessirlere göre ise, kâfirlerle savaşmak,
kıyamete kadar her müslümanın üzerine farz-ı ayndır. Davud b. Ebû Âsim diyor ki:
"Ben, Said b. el-Müseyyebe dedim ki: "Ben,
savaşmanın insanlara farz olduğunu biliyorum." O, bu sözüme karşılık vermedi.
Ben diyordum ki şâyet o, benim söylediğime karşı çıkacak olsaydı elbette fikrini
açıklardı.
Âyet-i kerime’de
"Belki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza
giden bir şey de sizin için daha kötüdür." buyurulmaktadır.
Süddi bu âyeti
izah ederken şöyle demiştir: "Müslümanlar savaşmayı hoş görmüyorlardı.
Allahü teâlâ onlara buyurdu ki: "Belki
hoşunuza gitmeyen savaş, sizin için daha hayırlıdır." Yani, savaşta ganimet elde
edersiniz, zafere ulaşırsınız ve şehit düşersiniz. Savaşa gitmemeniz halinde ise
bunlardan mahrum olursunuz."
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Bir gün ben, Resûlüllah’ın
terkisine binmiştim. O bana dedi ki: "Ey İbn-i Abbas,
heva ve hevesinin aksine de olsa Allah'ın, senin hakkında takdir ettiğine razı
ol. Zira bu durum, Allah'ın kitabında mevcuttur." Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü,
o nerede? Ben Kur’an’ı okudum." Resûlüllah
buyurdu ki: "O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır.
Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz
bilemezsiniz..." âyetinde mevcuttur.
Ey Rasûlüm, sana
mukaddes olan haram ay'da savaş etmekten soruyorlar, De ki: "O ayda savaş etmek,
büyük günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, insanları
Mescid-i Haramdan men etmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında
daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.
Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden döndürünceye kadardurmadan sizinle
savaşırlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların
dünya ve âhiret amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar
orada ebedi olarak kalacaklardır.
Ey Rasûlüm, sana haram ay olan Recep ayında
savaşmaktan soruyorlar. Onlara de ki: "O ayda savaş etmek, haram olan ayda kan
dökmek, Allah yanında çok büyük günahtır. Fakat insanları îslarna girmekten
alıkoymak, Allah’ı inkâr etmek, mü’minlerin Mescid-i Harama girmelerini
engellemek ve Mescid-i Haram çevresinde yaşayan ve oranın halkından olan
insanları oradan çıkarmak, Allah yanında, haram ayda savaşmaktan daha büyük bir
günahtır. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.
Ey müşrikler topluluğu, Allah’ı inkâr etmeniz,
Muhammed ve ashabını Mescid-i Harama
girmekten men etmeniz, onları memleketlerinden çıkarmanız ve Müslümanları
dinlerinden döndürmek için fitne meydana getirmeniz, Allah katında adam
öldürmekten çok daha büyük bir günahtır. Kureyş kâfirlerinin gücü yetse,
müslümanları dinlerinden çıkarıp kâfir yapıncaya kadar savaşırlar. Sizden kim
dininden döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri iptal olmuş,
sevapları boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar, cehennemde ebedi
olarak kalacaklar ve oradan hiç çıkmayacaklardır.
Bu âyet-i kerime’de
zikredilen ve "Mukaddes olan haram ay" diye ter cüme edilendan maksat, Recep
ayıdır. Haram aylar peşpeşe gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı ile
Cemaziyel Âhir ve Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Cahiliye döneminde bu
dört aya hürmet gösterilirdi. Kişi, babasının katilini görse dahi ona dokunmazda
ve bu aylarda savaşılmazdı.
Bu âyette zikredilen "Haram ayı'n" Recep ayı oluşu
bu âyetin, nüzul sebebinin, Recep ayında meydana gelen bir olay olmasındandır.
Bütün müfessirler bu
âyet-i kerime’nin,
nüzul sebebinin, Resûlüllah'ın
gönderdiği bir müfrezenin, Recep ayının birinci
gününde, müşriklerden biri olan Amr b. el-Hadremi'yi öldürmesi ve iki müşriki de
esir etmesi hadisesi olduğunu söylemişlerdir. Bu olay,
Taberinin rivâyetine göre, Urve b. Zübeyr,
Süddi, Cündeb b. Abdullah,
Mücahid, Miksem, Abdullah b. Abbas,
Ebû Mâlik el-Ğifari, Katade,
İkrime. Mücahid,
Dehhak ve Şa'bi
tarafından kısmen de olsa farklı şekillerde nakledilmiştir.
Bu hususta Abdullah b. Zübeyr diyor ki: "Resûlüllah
Bedirden döndükten sonra (hicretin ikinci
yılında) Recep ayında Abdullah b. Cahş'ın komutasında, muhacirlerden oluşan
dokuz kişilik bir müfrezeyi bir göreve gönderdi. Abdullah b. Cahş'a bir de
mektup verdi ve ona: "İki gün gitmeden mektubu açmamasını ancak ondan sonra
açmasını, mektubu açmasından sonra da emredilen şeyi yapmaya devam etmesini,
fakat arkadaşlarından herhangi birini bu işe zorlamamasını emretmişti.
Abdullahın arkadaştan şunlardı: Ebû Huzeyfe b. Rabia. ükkaşe b. Mihsan, Utbe b.
Gazvan, Sa'd b. Ebi Vakkas, Amr b. Rabia, Vakıd b. Abdullah, Halid'b. el-Bekir
ve Süheyl b. Beyda (Süddinin rivâyetinde Âmir
b. Rabia yerine, Âmir b. Füheyre, Ukkaşe b. Mihsan yerine, Ammar b. Yâsir
zikredilmiş ve Halid b. el-Bekir de zikredilmemiştir.) Abdullah b. Çalış iki gün
yürüdükten sonra mektubu açtı ve okudu. Bir de ne görsün onda: "Sen benim bu
mektubumu açıp okuduktan sonra Mekke ile Taif arasındaki "Nahle" denen yere
varıncaya kadar git, orada dur. Oradan Kureyşi gözetle ve onlardan bize haber
topla" diye yazılı. Abdullah mektubu okuyunca "Başüstüne, dinledim ve itaat
ettim." dedi. Sonra arkadaşlarına "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bana, Nahleye
gitmemi, haber almak için oradan Kureyşi gözetlememi emretti ve sizden herhangi
birinizi de buna zorlamamı bana yasakladı. Sizden kim şehitliği istiyor ve onu
arzuluyorsa benimle gelsin. Kim de bunu istemiyorsa geri dönsün. Ben,
Resûlüllah'ın emri doğrultusunda devam
edeceğim." dedi. Abdullah ve arkadaşları yola devma ettiler. Onlardan hiçbiri
geri kalmadı. Hicaz bölgesinde yol almaya devam ettiler. "Necran," denen yere
varınca, Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Gazvan ortaklaşa bindikleri develerini
kaybettiler. Bunun üzerine Abdullahtan, geri kalıp develerini aramaya koydular.
Abdullah ile diğer arkadaşları ise yollarına devam edip "Nahle"ye vardılar ve
orada konakladılar. O sırada yanlarından Kureyşin kuru üzüm ve diğer yiyecek
maddeleri taşıyan bir ticaret kervanı geçti. (Mücahidin
rivâyetine göre ise bu kervan Taiften Mekkeye içki taşıyordu.) Ve
Resûlüllah ile Kureyş arasında da bir
saldırmazlık antlaşması vardı. Bu Kervanda Amr b. el-Hadremi, Osman b. Abdullah,
kardeşi Nevfel b. Abdullah, Hakem b. Keysan bulunuyordu. Kervanda olanlar
Müslümanları görünce onlardan korktular. Zira kervan müslümanların yakınında
konaklamıştı. Müslümanlardan Ukkaşe b. Mihsan, yukarıdan onlara baktı. O, başını
tıraş etmişti. Müşrikler onu görünce kendilerini emniyette hissettiler ve
dediler ki: "Bunlar Umre yapan insanlar, bunlardan bize bir zarar gelmez."
Müslümanlar bu müşrikler hakkında istişare ettiler. Çünkü o gün, Cemaziyel Âhir
ayının son günüydü. Dediler ki: "Vallahi eğer bu gece bu insanlara dokunmayacak
olursanız onlar, yarın Haram ayına girecekler ve artık kendilerini bizden
korumuş olacaklar. Onları öldürmüş olursanız Haram ayında öldürmüş olacaksınız.
Böylece bir tereddüt içinde kaldılar. Onlara hücum etmekten çekindiler. Daha
sonra kendilerinde bir cesaret buldular ve onlardan güçlerinin yettiğini
öldürmek ve ellerinde bulunanları almak hususunda ittifak ettiler. Bunun üzerine
Vâkıd b. Abdullah bir ok atarak Amr b. el-Hadremiyi öldürdü. Osman b. Abdullah
ile Hakem b. Keysanı da esir aldılar. Osmanm kardeşi Nevfel b. Abdullah ise
kaçıp ellerinden kurtuldu. Onu yakalayamadılar. Abdullah b. Cahş ve arkadaştan
kervanı ve iki esiri alıp Medine'de Resûlüllah’a
geldiler. Oraya gelince Resûlüllah
buyurdu ki" "Ben size, haram ayında savaşmanızı emretmemiştim."
Resûlüllah, kervanı ve iki esiri
bekletti. Herhangi bir muamele yapmadı.
Resûlüllah, savaşmalarını emretmediğini buyurunca müfrezede olan
müslümanlar çok üzüldüler, helak olduklarını zannettiler. Diğer müslümanlar da
bu yaptıklarından dolayı onları kınadılar ve onlara dediler ki: "Sizler
emredilmeyen şeyi yaptınız, savaşmanız emredilmediği halde savaştınız."
Kureyşliler de Müslümanlar aleyhinde propaganda yaparak "Muhammed
ve arkadaşları haram ay'ı ihlal ettiler. O ayda kan akıtıp mallara el koydular
ve insanları esir ettiler." dediler. Mekkede bulunan müslümanlar ise onlara
cevaben "Müslümanlar bunu Cemaziyel Ahir ayında yaptılar." dediler. Yahudiler de
bu olaydan dolayı Resûlüllah'ın
aleyhine bir gelişme beklentisine girerek şu sözleri söylediler: "Amr b.
el-Hadremiyi Vâkıd b. Abdullah öldürdü. Amr savaşa ömür verdi. (Onun ölümüyle
savaş fikri tekrar canlandı) Haılremi savaşı hazırladı. Vâkıd savaşı tutuşturdu.
Allah onları birbirlerine düşürdü."
Urve diyor ki: "İnsanlar da bu hususta açıkça
konuşunca, Aziz ve Celil olan Allah, Peygamberine bu
âyet-i kerime’yi indirdi. Bu âyet
inince ve Allahü teâlâ müslümanlardan
sıkıntıyı kaldırınca Resûlüllah kervanı ve iki esiri aldı.
Müfesirler, Haram aylarında savaşmanın yasak
olması hükmünün neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Ata
b. Meysere ve Zühriden nakledilen bir görüşe göre haram aylarında savaşma yasağı
şu âyet-i celile ile neshed il mistir: "Bu itibarla bu aylarda savaşmak caizdir.
Savaşı önce kâfirlerin başlatması şart değildir. Bu
âyet-i kerime’de şöyle
buyurulmuştur: "Şüphesiz ki ayların sayısı, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı
günden beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah'ın katında on ikidir. Bu
aylardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dosdoğru din budur. Bu
aylarda kendinize zulmetmeyin. Ey mü’minler, müşrikler sizinle nasıl topluca
savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, mutlaka
müttakilerle beraberdir. Tevbe sûresi, 9/36
b- Ata
b. Ebi Rebah'a göre ise, haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmü neshed
ilmemi ştir, aynen geçerlidir. Çünkü Allahü teâlâ
bu aylarda savaşmanın büyük bir günah olduğunu beyan etmiştir.
Taberi,
birinci görüşü
tercih etmiş ve haram aylarda savaşma yasağının kaldırıldığını söylemiştir.
Çünkü Tevbe suresinin otuz altıncı âyetinin bu
âyeti neshettiği, Resûlüllah’ın, haram
aylarda savaşmasından anlaşılmıştır. Çünkü
Resûlüllah haram aylarında Huneyn'de Hevazin kabilesiyle, Taifte
Sakiyf kabilesiyle savaşmış, Ebû Âmiri de, Evtas denen yere, orada bulunanlarla
savaşmak üzere göndermiştir. Şâyet bu aylarda savaşmak yasak olsaydı
Resûlüllah bunu yapmazdı.
Taberi devamla diyor ki: "Bütün siyer
âlimleri, Hudeybiye sulhünden önce Hazret-i Osmanı müşriklerin öldürdüğü haberi
gelmesi üzerine Resûlüllah’ın,
sahabeleriyle birlikte müşriklerle savaşmak üzere "Biat-ı Rıdvan"i yaptığı ve bu
biatin da bir haram ay olan Zilkade ayında yapıldığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Sulhtan sonra Resûlüllah
savaştan vazgeçmiştir. Bu vakıa, açıklamakta olduğumuz âyette zikredilen, haram
aylarında savaşmanın yasak olduğu hükmünden sonra gerçekleşmiştir. Zira,
Abdullah b. Cahş olayı Hicretin ikinci yılında,
Hudeybiye sulhu ise Hicretin altıncı yılında,
Huneyn ve Taif olayları ise Hicretin sekizinci
yılında meydana gelmişlerdir.
Şüphesiz ki iman
edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini
umarlar. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Allah ve Resulünü tasdik edenler, müşriklerin
bulunduğu yerden, onlarla komşuluk etmeyi terkedip hicret edenler, Allah'ın dini
zafere ulaşsın diye düşmanla çarpışıp savaşanlar, işte onlar Allah'ın lütfü ve
merhameti yi e, onun cennetine girmeyi arzu ederler. Allah, kullarının
günahlarını örten, rahmetiyle onlara lütufta bulunandır.
Cündeb b. Abdullah diyor ki: "Abdullah b. Cahş'ın
komutasındaki müfreze, mukaddes ay olan Receb ayında, Kureyş müşriklerinden Amr
b. el-Hadremiyi öldürünce müslümanlar bu müfreze hakkında "Eğer bunlar günah
işlemedilerse sevapları da yoktur." demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil
olmuş ve mücahitlerin, Allah'ın sevabını umduklarını ve mükâfaatma da
erebileceklerini beyan etmiştir.
Ey Muhammedi, sana içki
ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için (bazı
dünyevi) faydaları da vardır Ancak, günahları faydalarından çok büyüktür." Ve
yine sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan
fazla olanı." İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.
Ey Rasûlüm, ashabın sana içkiyi ve kuman
soruyorlar. Onlara de ki: "Onlarda büyük günahlar vardır. İçki, onu içenin
aklını giderir. İşte bu, günahların en büyüğüdür. Kumar insanı meşgul ederek
Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Onu oynayanların arasına kin ve
düşmanlık sokar. İçki ticaretinden elde edilen kârlar ve içenlere geçici olarak
sağladığı sun'î bir zevk, onun faydası olarak sayılabilir. Kumarda ise kazanan
kimsenin kumar parasını yorulmadan, kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak
görülebilir. Ancak içki ve kumarın zararları, zikredilen önemsiz menfaatlan
yanında çok daha büyüktür. İçki insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün
bir duruma getiren aklı giderir. İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve
dövüşürler. Böylece aralarında kötülük meydana gelir. Kumar oynayanların ise
birbirlerine girdikleri ve aralarında çok büyük husumetler meydana geldiği bir
gerçektir, Ve yine sana, Ey Rasûlüm, mallarından hangi şeyi Allah yolunda
harcayacaklarını ve sadaka olarak vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: "Fazla
olanı verin" O da ihtiyacınızdan ve ailenizin nafakasından fazla olanıdır. Allah
size, birliğini gösteren delilleri açıkladığı gibi, koyduğu sınırları, farzları
ve Peygamberi Muhammede indirdiği
diğer şeyleri de açıklıyor ki dünya ve âhirette vaadini, korkutmasını, sevabını,
cezasını düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih
edesiniz.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "İçki" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı, "Bir şeyi örtmek,
kapatmak ve gizlemektir." Arapçada demek "Kabın ağzını örttüm" dmektir. Yine
kadının başörtüsüne "Örtü" anlamına gelen kelimesi kullanılmıştır. Yine Arapçada
"O, sana karşı giziice yürüyor" denilmekte ve kelimesinden "Gizlemek" mânâsı
kastedilmektedir. İçkiye denilmesi, insanların aklını örtmesi ve göl gelem es
indendir. Bu itibarla her aklı gölgeleyen ve sarhoş eden şeye denilmiştir.
Âyette geçen ve "Kumar diye tercüme edilen
kelimesi, Abdullah b. Ömer,
Dehhak, Katade,
Süddi, Abdullah
b. Abbas, Hasan-ı Basri ve
Said b. Cübeyr tarafından bu şekilde "Kumar"
olarak izah edilmiştir. Kumar, galip gelenin mağlup olandan bir şey almayı şart
koştuğu her türlü oyuna denir. Müfessirler,
hangi çeşit oyunun kumar sayılacağı hakkında özetle şunları söylemişlerdir.
"Abdullah b. Mes'ud,
hayvanların mafsalları olan ve "Aşık kemiği" denen kemiklerle oynamanın dahi
kumar olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b.
Mes'udun şöyle dediği zikredilmiştir. "Bir şey bekleyerek attığınız bu
aşıklardan kaçının. Çünkü bunlar kumar sayılır."
Mücahid ve
Said b. Cübeyr, çocukların cevizlerle
oynamalarını da kumar saymıştır, Atâ ve Tâvûs da çocukların aşık ve cevizle
oynamalarını kumar saymışlardır. Muhammed
b. Sîrîn ise: "Tahakkuk edip etmeyeceği belli olmayan her muamele
kumardır. Her kumar, bu âyette zikredilen Meysir'dendir. Hatta "Ayakta durdurma
veya bağırma yahut başına kuş tüyü takmayı şart koşan tavla da kumardır. Bir şey
içirmeyi veya bağırmayı yahut ayakta durmayı şart koşan her türlü oyun
kumardır." demiştir. Kasım b. Muhammed
ise, "İnsanı, Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoyan her oyun kumardır."
demiştir.
Âyet-i kerime’de,
içki ve kumarda büyük günah olduğu, fakat insanlar için bir kısım faydalan da
bulunduğu zikredilmiştir. İçkideki günah, kişinin, içki içme neticesinde sarhoş
olması yüzünden rabbini dahi tanımaz hale gelmesidir. Elbetteki bu, günahların
en büyüğüdür. Ayrıca Süddinin de dediği gibi,
içki içen kimse sarhoşluğu yüzünden insanlara zarar verir.
Abdullah b. Abbas: "İçki içen kimsenin dini
eksilir." demiştir. Yani, Allah’ı tanımayı bile unutur hale gelir. Kumarın
günahı ise, onu oynayanın, Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan uzak olmasıdır.
Kumar oynayanlar arasında kin ve düşmanlık meydana gelir.
Nitekim bu hususta
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... Şüphesiz ki Şeytan, kumar ve
içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan
men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?"
Maide sûresi, 5/91
İçkide bulunduğu ifade edilen faydalara gelince,
onun haram kılınmasından önceki ticaretinden elde edilen kazançlar ve
içilmesiyle meydana gelen geçici zevktir. Kumarda bulunduğu ifade edilen
faydalar ise, kumarın haram kılınmasından önce kumar neticesinde kazandıkları
devenin kesilmesinden elde ettikleri paylar vb. değerlerdir.
Âyet-i kerime’de
içki ve kumar için "Ancak, günahları faydalarından çok daha büyüktür."
buyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah b.
Abbas, Rebi' b. Enes ve
Dehhak bu âyeti şöyle izah etmişlerdir:
"İçkinin ve kumarın haram kılınmalarından sonraki günahları, haram
kılınmalarından önceki faydalarından çok daha büyüktür."
b- Diğer bir kısım
müfessirler ise şöyle izah etmişlerdir:
"İçki ve kumarın, haram kılınmalarından önceki günahları yine o zamanki
faydalarından daha büyüktü. Çünkü onlar sarhoş oldukları zaman birbirlerine
sataşıyor ve birbirleriyle savaşıyorlardı. Kumar oynadıklarında da aralarına
kötülük giriyor ve onları fenalıklar yapmaya sürüklüyordu. Bu şeyler, içkiden
kazandıkları para ve hissettikleri zevkten daha kötüydü.
Taberi, âyeti bu şekilde izah etmenin daha
doğru olduğunu söylemiştir. Çünkü bu âyet, içki ve kumarın kesin olarak haram
kılınmasından önce inmiştir bu sebeple o zamana göre tefsir edilmelidir.
Taberi bu
âyetin, içki ve kumamı kesin olarak haram kılınmasından önce indiğini zikreden
haberlerin tevatür derecesine ulaştığını söylemiş ve özetle şunları Rivâyet
etmiştir: Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu
âyet-i kerime inince, bir kısım insanlar
burada zikredilen: "Onlarda büyük günahlar vardır." ifadesini gözönünde
bulundurarak içki içmeyi hoş görmemişlerdir. Diğer bir kısım insanlar ise:
"Faydalan da vardır. " ifadesini gözönünde bulundurarak içki içmeye devam
etmişlerdir. Nihâyet: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye
kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın.
Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut
biriniz tuvaletten gelmişse veya cinsi münasebette bulunmuşsanız ve bu durumda
da su bulamamışsanız, tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin, yüzlerinize ve
ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.
Nisa sûresi, 4/43 âyeti nazil oldu. Bu defa
namaz kılma zamanlarında içkiyi bırakıyor onun dışındaki zamanlarda içiyorlardı.
Nihâyet: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve faal okları, sadece şeytanın
işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz
Maide sûresi, 5/90 âyeti indi. Bunun üzerine
Hazret-i Ömer şöyle dedi: "Bu gün senin vay
haline içki. Kumarla birlikte anıldın."
Abdullah b. Ömer
diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, içki hakkında üç defa âyet indirmiştir. İlk
indirdiği âyet: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: Onlarda
büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalar da vardır..."
âyetidir. Bu âyet indikten sonra insanlar: "Ey Allah'ın Resulü, biz içki içelim
ve Allah'ın, kitabında zikrettiği gibi ondan faydalanalım rm?" dediler. Bunun
üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza
yaklaşmayın. Nisa sûresi, 4/43 âyeti nazil
oldu. Bu defa insanlar: "Ey Allah'ın Resulü, biz içkiyi namaza yakın bir vakitte
içmeyiz." dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal
okları sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki
kurtuluşa eresi Maide sûresi, 5/90 âyeti indi.
Resûlüllah da buyurdu ki. "Artık içki
haram kılındı."
İkrime ve
Hasan-ı Basri demişlerdir ki: "Ey Rasûlüm,
sana içki ve kumardan soruyorlar" âyetiyle "Ey iman edenler, sarhoşken namaza
yaklaşmayın. " âyeti, Mâide suresinin: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve
fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçınınki
kurtuluşa eresiniz." âyetiyle neshedilmiştir.
Süddi diyor ki:
"Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar..."
âyet-i kerimesi nazil olduktan sonra da insanlar içki içmeye devam
ettiler. Bir gün Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp içlerinde Ali b. Ebi
Talibin de bulunduğu sahabileri davet
etti. Ali b. Ebi Talib, Kâfinin sûresini okudu. Fakat okuduğunun ne olduğunu
anlayacak durumda değildi. Bunun üzerine Allahü teâlâ
içki hakkında daha sert davranarak Nisa suresinin kırk
üçüncü âyetini indirdi. İçki içmek yasak değitdi. Onlar onu, sabah
namazından sonra günün ortalarına kadar içiyorlardı. Öğlende ayılıp öğle
namazını kılıyor yatsıya kadar içmiyorlardı. Yatsıdan sonra gecenin yarısına
kadar içiyor ve yatıyorlardı. Sabahleyin ayılıp namaz kılıyorlardı. Böylece
içkiye devam ediyorlardı. Nihâyet Sa'd b. Ebi Vakkas bir gün bir yemek
hazırladı. İçlerinde Ensar'dan bir kimsenin de bulunduğu
sahabileri davet etti. Sa'd devenin
kellesini kebap yaptı ve onları bu kebabı yemeye davet etti. Onlar yediler ve
içki içerek sarhoş oldular ve sohbete daldılar. Bu sırada Sa'd, Ensardan olan
kişiyi kızdıracak bir söz söyledi. Bunun üzerine Ensardan olan o kişi, devenin
çene kemiğini alarak Sa'd'ın burnuna vurup kırdı. İşte bu olay üzerine de
Allahü teâlâ, içki içmeyi tamamen yasaklayan
şu âyeti kerime’yi indirdi. "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları
sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa
eresiniz. Maide sûresi, 5/90
İçkinin aşamalı bir şekilde yasaklandığına dair
Taberi, Zeyd b. Aliden,
Şa'biden, Katadeden,
Mücahidden, Rebi'
b. Enesten ve İbn-i Zeydden de
Rivâyetler nakletmiştir. Ayrıca bu hususta Ebû
Meysereden de şunlar nakledilmiştir. Ebû
Meysere diyorki: "Hazret-i Ömer,
içkinin haram olduğunu beyan eden âyetin inmesinden az bir müddet önce şöyle
demiş: "Ey Allah'ım sen, içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder."
bunun üzerine: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda
büyük günah vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydaları da vardır. Ancak
günahları faydalarından çok büyüktür..." âyeti inmiştir. Ömer çağırılmış ve
kendisine bu âyet okunmuştur.
Yine Ömer: "Ey Allah’ım sen, içki hakkında bize
şifa veren bir açıklama gönder." demiş bunun üzerine de: "Ey iman edenler,
sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.
Nisa sûresi, 4/43 âyeti inmiştir. Bu âyetin
inmesinden sonra namaza başlarken Resûlüllah’ın
bir davetçisi (Bu iş için gönderdiği birisi) "Dikkat edin, sarhoş olan sakın
namaza yaklaşmasın" diye bağırıyordu. Ömer bu sefer de çağırıldı ve bu âyet ona
okundu.
Ömer yine, "Ey Allah’ım, sen içki hakkında bize
şifa veren bir açıklama gönder." demiş. Bunun üzerine de: "Ey iman edenler,
içki, kumar, putlar ve fal okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler.
Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz," "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki
ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men
etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?
Maid'e sûresi, 5/90, 91 âyetleri inmiştir. Âyetin sonunda bulunan: "Artık
bunlardan vaz geçmez misiniz?" ifadesini işiten Ömer:
"Artık vaz geçtik." demiştir.
Ebû Davud K. el-Eşribe hab: 1, Hadis No: 3670/Tirmizi
K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 2, bab: 7/Nesâî, K. el-Eşribe, bab: 1
Âyet-i kerime’nin
devamında: "Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki "İhtiyaçtan
fazla olanı." buyurulmaktadır. Burada geçen ve "İhtiyaçtan fazla olan" diye
tercüme edilen kelimesi müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
a- Abdullah b.
Abbas, Katade,
Ata, Süddi,
İbn-i Zeyd ve
Hasan-ı Basriye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, kişinin aile
efradının na fakasından arta kalan malı" demektir. Bu hususta
İbn-i Zeyd diyor ki: "İnsanlar her gün,
içinde bulundukları günün şartlarına göre çalışıyorlardı. Şâyet çalıştıkları
günlerde elde ettikleri mallarından aile efradına harcadıkları dışında bir şey
artarsa onu tasadduk ediyorlardı. Yoksa aile efradını aç bırakarak insanlara
tasadduk etmiyorlardı.
b- Abdullah b.
Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, "Mallarınızdan pek önem
vermediğiniz basit şeyler" demektir.
c- Yine Hasan-ı
Basri, Atâ ve Mücahidden nakledilen
diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, "Orta derecede
infak" demektir. Yani ne malının tümünü harcayıp insanlara muhtaç hale düşmek ne
de malından çok az bir bölümünü harcayarak cimriliğe kaymaktır.
d- Abdullah b.
Abbaslan nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden
maksat, insanların gönül hoşluğu ile verdikleri şeylerdir.
e- Rebi' b.
Enes ve Katadeden nakledilen başka bir
görüşe göre bu âyette zikredilen den maksat, "Kişinin mallarının en güzelidir."
f- Mücahidden
nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat,
kişinin vermesi farz olan zekat vb. mali yükümlülüklerdir.
Taberi
diyor ki: "Bu görüşlerden doğru olanı, burada zikredilen (......) kelimesinden
maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin nafakasından arta kalan malıdır. Zira bu
hususta Resûlüllahtan bir çok hadis
Rivâyet edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: "
Ebû Hüreyre (radıyallahü
anh) diyor ki:
"Resûlüllah, sadaka vermeyi emretti. Bunun üzerine bir adam:
"Ey Allah'ın Resulü, benim bir dinarım var." dedi.
Resûlüllah: "Sen onu kendine harca"dedi.
Adam "Başka bir dinarım daha var" dedi.
Resûlüllah: "Onu da çocuğuna harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım
daha var." dedi. Resûlüllah: "Onu da
eşine harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var" dedi.
Resûlüllah: "Onu da hizmetçine harca"
dedi. Adam: Bir başka dinarım daha var" dedi.
Resûlüllah: "Onu ne yapacağını sen daha iyi bilirsin." dedi.
Ebû Davud, K. ez-Zekât, bab: 45, Hadis No: 1691/Nesei,
K. ez-Zekât, bab: 54.
Cabir b. Abdullah,
Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu
Rivâyet ediyor:
"Sizden biriniz fakir olursa (malını harcamada)
önce kendisinden başlasın. Şâyet bir şey artarsa aile efradına harcasın. Yine
bir şey artarsa akrabalarına harcasın. Yine bir şey artarsa şöyle şöyle yapsın.
Yani önüne arkasına, sağına soluna harcasın. Nesâî, K.
el-Bûyu", bab: 84/Müslim, K. ez-Zekâl, bab: 41, Hadis No: 997
Yine Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Bir gün biz,
Resûlüllah'ın yanında iken bir kişi ona, bir savaşta elde ettiği
yumurta kadar bir altın külçesi getirdi. (Diğer bir Rivâyette, "Bazı maden
ocaklarından elde ettiği" şeklindedir) ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bunu
benden sadaka olarak al. Allah’a yemin olsun ki benim bundan başka malım yoktur.
"Resûlüllah ondan yüzünü çevirdi. Adam
ona sol tarafından geldi ve aynı. Şeyi söyledi. Sonra önünden geldi yine aynı
şeyi söyledi. Bunun üzerine Resûlüllah
kızgın bir şekilde "Getir onu" dedi. Onu alıp adama doğru öyle bir attı ki şâyet
ona dokunacak olsaydı onun bir tarafını ağntacak veya yaralayacaktı. Sonra şöyle
buyurdu: "Sizden biriniz malını alıyor, ondan başka bir şeye sahip olmadığı
halde onu tasadduk etmek istiyor. Sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadaka
ancak zenginin sırtındandır. Al bu senin olsun. Bizim buna ihtiyacımız yok."
Adam onu alıp gitti. Darimi, K. ez-Zekât, bab: 25
Ebû Ümame,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in
şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:
"Ey Âdemoğlu eğer sen ihtiyacından artanı
harcarsan o senin için daha hayırlıdır. Eğer harcamayıp elinde tutarsan o senin
için daha kötüdür. Sen kendi kendine yetinmenden dolayı kınanmazsın. (Yani kişi
kendi ihtiyaç duyduğu şeyleri harcamadığından dolayı kınanmaz) sen, harcamakla
yükümlü olduğundan başla (ve bil ki) üstte olan el altta olan elden daha
hayırlıdır. Müslim, K. ez-Zekât, bab: 97, Hadis No:
1036/Tirmizî, K. ez-Ztihd, bab: 2
Taberi
diyor ki: "Bütün bu hadis-i şerifler
gösteriyor ki bu âyette zikredilen "Afv" kelimesinden maksat, kişinin kendisinin
ve ailesinin ihtiyacından arta kalandır.
Müfessirler
âyet-i kerime’nin
bu bölümünün mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah b.
Abbas ve Süddiye göre bu
âyet-i kerime, zekâtın farz olduğunu beyan
eden âyet-i kerimelerle neshedilmiştir. Bu
hususta, Abdullah b-Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Ey Rasûlüm,
sana, (Allah yolunda) ne harcayacaklarım soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla
olanı." âyet-i kerimesi nazil olmuş, bu
âyet harcanacak şeyler bakımından farz olan belli bir miktar tayin etmemiştir.
Sonra: "Ey Rasûlüm, sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme.
A'raf sûresi, 7/199 âyeti nazil olmuştur. Daha
sonra ise gelen âyetlerle miktarlar belirtilerek farz olan miktarlar beyan
edilmiştir.
b- Mücahide
göre ise bu âyetin hükmü geçerlidir, neshedilmemiştir. Zira
Mücahid bu âyeti, farz olan zekâtlara
yorumlamıştır.
Taberi
diyor ki: "Bu âyet ne başka bir âyeti neshetmiş ne de başka bir âyet tarafından
neshedilmiştir. Allahü teâlâ bu
âyet-i kerime’de,
farz olmayan sadakaların nasıl harcanacağını beyan etmiştir. Bu bakımdan din ve
takva sahibi olan bir insanın, Allahü teâlânın
kullarına öğrettiği bu yolu takibetmesi gerekir.
Resûlüllah bu yolun nasıl olduğunu bizlere açıklamıştır. O yolda
kişinin önce kendisinden başlaması, sonra aile efradına harcaması, daha somra da
Allah’ı razı edecek diğer yerlerde harcamasıdır. İşte
Allahü teâlânın beyan ettiği israfla cimrilik
arasında tutulacak olan yol da budur. Allahü teâlâ,
Peygamberine bu hususu beyan ederek şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna
kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak ta elini tamamen açma. Sonra
kınanmış ve açıkta bırakılmış olarak oturup kalırsın.
İsra sûresi, 17/29 Yine Allahü teâlâ
kullarını "İbadürrahman" olarak vasıflandırırken şöyle buyuruyor: "Onlar
harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol
tutarlar Furkan sûresi, 25/67
Âyet-i kerime’nin
mensuh olduğunu iddia eden kimseye denir ki: "Senin buna dair delilin nedir?
Halbuki herkes kişinin malından, farz olan zekâtlar dışında, sadaka
verebileceği, bağışta bulunabileceği ve malının üçte birini vasiyet edebileceği
hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu âyet nasıl mensuh olabilir? Eğer
diyecek olursa ki: "Arta kalanın verilmesinin farz oluşu neshedilmiştir."
Cevaben denilir ki: "Kişinin malından arta kalanını harcamasının farz olduğuna
dair delilin nedir? Ta ki zekatın farz oluşunun bu farzı düşürdüğünü iddia
edesin? Bu âyet-i kerime bir farz hüküm
koymamıştır. Sadece Resûlüllah’a
sorulan infakın nasıl yapılacağını beyan etmiştir.
|