Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

33

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

216

Hoşunuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz .

"Size hoş gelmese de müşriklerle savaşmak üzerinize farz kılındı. Zorluklarla dolu olduğu ve büyük sıkıntılara sebep olduğu için savaş nefislerinize hoş gelmez. Savaşı kötü görmeyin. Belki kötü gördüğünüz o savaşta sizin için hayır vardır. Cihadı terketmeyi de sevmeyin. Belki sevdiğiniz bu cihadı terketme işinde sizin için şer ve kötülük vardır. Allah, sizin için hangi şeyin şer, hangi şeyin hayır olduğunu bilir. Siz ise bunu bilemezsiniz.

Bu âyet-i kerime. Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için mü’minlerin, her türlü zorluğuna rağmen cihad etmelerinin gerekliliğini beyan etmektedir. Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:

"Rızkım, mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene verildi. Buhari, K. el-Cîhad, bab: 88/Ahmed b. Hanhel, Müsned, c. 2, s. 40 Resûlüllah efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur:

"Kim cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir nevi münafık olarak ölmüş olur. Müslim, K. el-lmare, bab: 158, Hadis No: 1910/Ebû Davııd K. el-Cihad bab: 18, Hadis No: 2502/Nesei, K. el-Cihad, bab: 2, Hadis No: 3099

Müfessirler bu âyet-i kerime’de, yapılması emredilen cihadın kimlere farz. kılındığı hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Ata ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette emredilen cihad sadece Resûlüllah'ın sahabilerine farz kılınmıştı. Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: "Ben, Atadan sordum ki, bu âyete göre. bütün insanların savaş yapmaları farz mıdır? Ata dedi ki: "Hayır o âyetin indiği zamandaki insanlara farz kılınmıştı." İkrime diyor ki: "Abdullah b. Abbas dedi ki: "Bu âyet "Dediler ki "İşittik ve itaat ettik Bakara sûresi, 2/285 âyeti ile neshedilmiştir."

Taberi diyor ki: "Bu sözün hiç bir mânâsı yoktur. Zira hükümlerin neshedilmesi kul tarafından değil Aziz ve Celil olan Allah tarafındandir. Allahü teâlâ bu son âyette, mü’min kullarının: "Biz işittik ve itaat ettik." dediklerini bildirmektedir. Burada nesih diye bir şey yoktur. Ebû İshak el-Fezari diyor ki: "Ben Evzaiden "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." âyetini sordum ve dedim ki: "Bütün insanların savaş etmeleri farz mı?" Evzai de dedi ki: "Ben onu bilmiyorum ama, imamların ve halkın bunu terketmeleri doğru değildir. Kişinin bizzat kendisine tek olarak farz değildir."

b- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyette emredilen cihadın, cenaze namazının kılınmasında olduğu gibi mü’minlerin üzerine farz-ı kîfaye olduğunu, mü’minlerden belli bir grubun bu farzı eda etmeleri halinde diğerlerinden bu farzın düşeceğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş te budur. Zira, bu hususta deliller ittifak halindedir Cihad etme ne sadece belli insanlara farz kılınmıştır. Ne de her ferdi şahsen yükümlü kılan bir farzdır. Zira bu hususta Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Mü’minlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah, hepsine de, en güzel şey olan cenneti vaadetmiştir. Allah, cihad edenleri, oturanlara, büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. Nisa sûresi, 4/95

Allahü teâlâ bu âyette, cihad edenlerin, cihad etmeyenlerden üstün olduklarını belirttikten sonra, her iki sınıf için de güzellik olduğunu bildirmiştir. Şâyet cihad her fert için farz olsaydı, bu farzı ifa etmeyenler için güzellik değil ceza vaadedilirdi.

c- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise, kâfirlerle savaşmak, kıyamete kadar her müslümanın üzerine farz-ı ayndır. Davud b. Ebû Âsim diyor ki: "Ben, Said b. el-Müseyyebe dedim ki: "Ben, savaşmanın insanlara farz olduğunu biliyorum." O, bu sözüme karşılık vermedi. Ben diyordum ki şâyet o, benim söylediğime karşı çıkacak olsaydı elbette fikrini açıklardı.

Âyet-i kerime’de "Belki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür." buyurulmaktadır.

Süddi bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Müslümanlar savaşmayı hoş görmüyorlardı. Allahü teâlâ onlara buyurdu ki: "Belki hoşunuza gitmeyen savaş, sizin için daha hayırlıdır." Yani, savaşta ganimet elde edersiniz, zafere ulaşırsınız ve şehit düşersiniz. Savaşa gitmemeniz halinde ise bunlardan mahrum olursunuz."

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bir gün ben, Resûlüllah’ın terkisine binmiştim. O bana dedi ki: "Ey İbn-i Abbas, heva ve hevesinin aksine de olsa Allah'ın, senin hakkında takdir ettiğine razı ol. Zira bu durum, Allah'ın kitabında mevcuttur." Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, o nerede? Ben Kur’an’ı okudum." Resûlüllah buyurdu ki: "O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz bilemezsiniz..." âyetinde mevcuttur.

217

Ey Rasûlüm, sana mukaddes olan haram ay'da savaş etmekten soruyorlar, De ki: "O ayda savaş etmek, büyük günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haramdan men etmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha büyük bir suçtur. Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden döndürünceye kadardurmadan sizinle savaşırlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhiret amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.

Ey Rasûlüm, sana haram ay olan Recep ayında savaşmaktan soruyorlar. Onlara de ki: "O ayda savaş etmek, haram olan ayda kan dökmek, Allah yanında çok büyük günahtır. Fakat insanları îslarna girmekten alıkoymak, Allah’ı inkâr etmek, mü’minlerin Mescid-i Harama girmelerini engellemek ve Mescid-i Haram çevresinde yaşayan ve oranın halkından olan insanları oradan çıkarmak, Allah yanında, haram ayda savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.

Ey müşrikler topluluğu, Allah’ı inkâr etmeniz, Muhammed ve ashabını Mescid-i Harama girmekten men etmeniz, onları memleketlerinden çıkarmanız ve Müslümanları dinlerinden döndürmek için fitne meydana getirmeniz, Allah katında adam öldürmekten çok daha büyük bir günahtır. Kureyş kâfirlerinin gücü yetse, müslümanları dinlerinden çıkarıp kâfir yapıncaya kadar savaşırlar. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri iptal olmuş, sevapları boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar, cehennemde ebedi olarak kalacaklar ve oradan hiç çıkmayacaklardır.

Bu âyet-i kerime’de zikredilen ve "Mukaddes olan haram ay" diye ter cüme edilendan maksat, Recep ayıdır. Haram aylar peşpeşe gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı ile Cemaziyel Âhir ve Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Cahiliye döneminde bu dört aya hürmet gösterilirdi. Kişi, babasının katilini görse dahi ona dokunmazda ve bu aylarda savaşılmazdı.

Bu âyette zikredilen "Haram ayı'n" Recep ayı oluşu bu âyetin, nüzul sebebinin, Recep ayında meydana gelen bir olay olmasındandır. Bütün müfessirler bu âyet-i kerime’nin, nüzul sebebinin, Resûlüllah'ın gönderdiği bir müfrezenin, Recep ayının birinci gününde, müşriklerden biri olan Amr b. el-Hadremi'yi öldürmesi ve iki müşriki de esir etmesi hadisesi olduğunu söylemişlerdir. Bu olay, Taberinin rivâyetine göre, Urve b. Zübeyr, Süddi, Cündeb b. Abdullah, Mücahid, Miksem, Abdullah b. Abbas, Ebû Mâlik el-Ğifari, Katade, İkrime. Mücahid, Dehhak ve Şa'bi tarafından kısmen de olsa farklı şekillerde nakledilmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Zübeyr diyor ki: "Resûlüllah Bedirden döndükten sonra (hicretin ikinci yılında) Recep ayında Abdullah b. Cahş'ın komutasında, muhacirlerden oluşan dokuz kişilik bir müfrezeyi bir göreve gönderdi. Abdullah b. Cahş'a bir de mektup verdi ve ona: "İki gün gitmeden mektubu açmamasını ancak ondan sonra açmasını, mektubu açmasından sonra da emredilen şeyi yapmaya devam etmesini, fakat arkadaşlarından herhangi birini bu işe zorlamamasını emretmişti. Abdullahın arkadaştan şunlardı: Ebû Huzeyfe b. Rabia. ükkaşe b. Mihsan, Utbe b. Gazvan, Sa'd b. Ebi Vakkas, Amr b. Rabia, Vakıd b. Abdullah, Halid'b. el-Bekir ve Süheyl b. Beyda (Süddinin rivâyetinde Âmir b. Rabia yerine, Âmir b. Füheyre, Ukkaşe b. Mihsan yerine, Ammar b. Yâsir zikredilmiş ve Halid b. el-Bekir de zikredilmemiştir.) Abdullah b. Çalış iki gün yürüdükten sonra mektubu açtı ve okudu. Bir de ne görsün onda: "Sen benim bu mektubumu açıp okuduktan sonra Mekke ile Taif arasındaki "Nahle" denen yere varıncaya kadar git, orada dur. Oradan Kureyşi gözetle ve onlardan bize haber topla" diye yazılı. Abdullah mektubu okuyunca "Başüstüne, dinledim ve itaat ettim." dedi. Sonra arkadaşlarına "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana, Nahleye gitmemi, haber almak için oradan Kureyşi gözetlememi emretti ve sizden herhangi birinizi de buna zorlamamı bana yasakladı. Sizden kim şehitliği istiyor ve onu arzuluyorsa benimle gelsin. Kim de bunu istemiyorsa geri dönsün. Ben, Resûlüllah'ın emri doğrultusunda devam edeceğim." dedi. Abdullah ve arkadaşları yola devma ettiler. Onlardan hiçbiri geri kalmadı. Hicaz bölgesinde yol almaya devam ettiler. "Necran," denen yere varınca, Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Gazvan ortaklaşa bindikleri develerini kaybettiler. Bunun üzerine Abdullahtan, geri kalıp develerini aramaya koydular. Abdullah ile diğer arkadaşları ise yollarına devam edip "Nahle"ye vardılar ve orada konakladılar. O sırada yanlarından Kureyşin kuru üzüm ve diğer yiyecek maddeleri taşıyan bir ticaret kervanı geçti. (Mücahidin rivâyetine göre ise bu kervan Taiften Mekkeye içki taşıyordu.) Ve Resûlüllah ile Kureyş arasında da bir saldırmazlık antlaşması vardı. Bu Kervanda Amr b. el-Hadremi, Osman b. Abdullah, kardeşi Nevfel b. Abdullah, Hakem b. Keysan bulunuyordu. Kervanda olanlar Müslümanları görünce onlardan korktular. Zira kervan müslümanların yakınında konaklamıştı. Müslümanlardan Ukkaşe b. Mihsan, yukarıdan onlara baktı. O, başını tıraş etmişti. Müşrikler onu görünce kendilerini emniyette hissettiler ve dediler ki: "Bunlar Umre yapan insanlar, bunlardan bize bir zarar gelmez." Müslümanlar bu müşrikler hakkında istişare ettiler. Çünkü o gün, Cemaziyel Âhir ayının son günüydü. Dediler ki: "Vallahi eğer bu gece bu insanlara dokunmayacak olursanız onlar, yarın Haram ayına girecekler ve artık kendilerini bizden korumuş olacaklar. Onları öldürmüş olursanız Haram ayında öldürmüş olacaksınız. Böylece bir tereddüt içinde kaldılar. Onlara hücum etmekten çekindiler. Daha sonra kendilerinde bir cesaret buldular ve onlardan güçlerinin yettiğini öldürmek ve ellerinde bulunanları almak hususunda ittifak ettiler. Bunun üzerine Vâkıd b. Abdullah bir ok atarak Amr b. el-Hadremiyi öldürdü. Osman b. Abdullah ile Hakem b. Keysanı da esir aldılar. Osmanm kardeşi Nevfel b. Abdullah ise kaçıp ellerinden kurtuldu. Onu yakalayamadılar. Abdullah b. Cahş ve arkadaştan kervanı ve iki esiri alıp Medine'de Resûlüllah’a geldiler. Oraya gelince Resûlüllah buyurdu ki" "Ben size, haram ayında savaşmanızı emretmemiştim." Resûlüllah, kervanı ve iki esiri bekletti. Herhangi bir muamele yapmadı. Resûlüllah, savaşmalarını emretmediğini buyurunca müfrezede olan müslümanlar çok üzüldüler, helak olduklarını zannettiler. Diğer müslümanlar da bu yaptıklarından dolayı onları kınadılar ve onlara dediler ki: "Sizler emredilmeyen şeyi yaptınız, savaşmanız emredilmediği halde savaştınız." Kureyşliler de Müslümanlar aleyhinde propaganda yaparak "Muhammed ve arkadaşları haram ay'ı ihlal ettiler. O ayda kan akıtıp mallara el koydular ve insanları esir ettiler." dediler. Mekkede bulunan müslümanlar ise onlara cevaben "Müslümanlar bunu Cemaziyel Ahir ayında yaptılar." dediler. Yahudiler de bu olaydan dolayı Resûlüllah'ın aleyhine bir gelişme beklentisine girerek şu sözleri söylediler: "Amr b. el-Hadremiyi Vâkıd b. Abdullah öldürdü. Amr savaşa ömür verdi. (Onun ölümüyle savaş fikri tekrar canlandı) Haılremi savaşı hazırladı. Vâkıd savaşı tutuşturdu. Allah onları birbirlerine düşürdü."

Urve diyor ki: "İnsanlar da bu hususta açıkça konuşunca, Aziz ve Celil olan Allah, Peygamberine bu âyet-i kerime’yi indirdi. Bu âyet inince ve Allahü teâlâ müslümanlardan sıkıntıyı kaldırınca Resûlüllah kervanı ve iki esiri aldı.

Müfesirler, Haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmünün neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Ata b. Meysere ve Zühriden nakledilen bir görüşe göre haram aylarında savaşma yasağı şu âyet-i celile ile neshed il mistir: "Bu itibarla bu aylarda savaşmak caizdir. Savaşı önce kâfirlerin başlatması şart değildir. Bu âyet-i kerime’de şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki ayların sayısı, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah'ın katında on ikidir. Bu aylardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dosdoğru din budur. Bu aylarda kendinize zulmetmeyin. Ey mü’minler, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, mutlaka müttakilerle beraberdir. Tevbe sûresi, 9/36

b- Ata b. Ebi Rebah'a göre ise, haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmü neshed ilmemi ştir, aynen geçerlidir. Çünkü Allahü teâlâ bu aylarda savaşmanın büyük bir günah olduğunu beyan etmiştir.

Taberi,

birinci görüşü tercih etmiş ve haram aylarda savaşma yasağının kaldırıldığını söylemiştir. Çünkü Tevbe suresinin otuz altıncı âyetinin bu âyeti neshettiği, Resûlüllah’ın, haram aylarda savaşmasından anlaşılmıştır. Çünkü Resûlüllah haram aylarında Huneyn'de Hevazin kabilesiyle, Taifte Sakiyf kabilesiyle savaşmış, Ebû Âmiri de, Evtas denen yere, orada bulunanlarla savaşmak üzere göndermiştir. Şâyet bu aylarda savaşmak yasak olsaydı Resûlüllah bunu yapmazdı. Taberi devamla diyor ki: "Bütün siyer âlimleri, Hudeybiye sulhünden önce Hazret-i Osmanı müşriklerin öldürdüğü haberi gelmesi üzerine Resûlüllah’ın, sahabeleriyle birlikte müşriklerle savaşmak üzere "Biat-ı Rıdvan"i yaptığı ve bu biatin da bir haram ay olan Zilkade ayında yapıldığı hususunda ittifak etmişlerdir. Sulhtan sonra Resûlüllah savaştan vazgeçmiştir. Bu vakıa, açıklamakta olduğumuz âyette zikredilen, haram aylarında savaşmanın yasak olduğu hükmünden sonra gerçekleşmiştir. Zira, Abdullah b. Cahş olayı Hicretin ikinci yılında, Hudeybiye sulhu ise Hicretin altıncı yılında, Huneyn ve Taif olayları ise Hicretin sekizinci yılında meydana gelmişlerdir.

218

Şüphesiz ki iman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Allah ve Resulünü tasdik edenler, müşriklerin bulunduğu yerden, onlarla komşuluk etmeyi terkedip hicret edenler, Allah'ın dini zafere ulaşsın diye düşmanla çarpışıp savaşanlar, işte onlar Allah'ın lütfü ve merhameti yi e, onun cennetine girmeyi arzu ederler. Allah, kullarının günahlarını örten, rahmetiyle onlara lütufta bulunandır.

Cündeb b. Abdullah diyor ki: "Abdullah b. Cahş'ın komutasındaki müfreze, mukaddes ay olan Receb ayında, Kureyş müşriklerinden Amr b. el-Hadremiyi öldürünce müslümanlar bu müfreze hakkında "Eğer bunlar günah işlemedilerse sevapları da yoktur." demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve mücahitlerin, Allah'ın sevabını umduklarını ve mükâfaatma da erebileceklerini beyan etmiştir.

219

Ey Muhammedi, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için (bazı dünyevi) faydaları da vardır Ancak, günahları faydalarından çok büyüktür." Ve yine sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla olanı." İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.

Ey Rasûlüm, ashabın sana içkiyi ve kuman soruyorlar. Onlara de ki: "Onlarda büyük günahlar vardır. İçki, onu içenin aklını giderir. İşte bu, günahların en büyüğüdür. Kumar insanı meşgul ederek Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Onu oynayanların arasına kin ve düşmanlık sokar. İçki ticaretinden elde edilen kârlar ve içenlere geçici olarak sağladığı sun'î bir zevk, onun faydası olarak sayılabilir. Kumarda ise kazanan kimsenin kumar parasını yorulmadan, kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak görülebilir. Ancak içki ve kumarın zararları, zikredilen önemsiz menfaatlan yanında çok daha büyüktür. İçki insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün bir duruma getiren aklı giderir. İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve dövüşürler. Böylece aralarında kötülük meydana gelir. Kumar oynayanların ise birbirlerine girdikleri ve aralarında çok büyük husumetler meydana geldiği bir gerçektir, Ve yine sana, Ey Rasûlüm, mallarından hangi şeyi Allah yolunda harcayacaklarını ve sadaka olarak vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: "Fazla olanı verin" O da ihtiyacınızdan ve ailenizin nafakasından fazla olanıdır. Allah size, birliğini gösteren delilleri açıkladığı gibi, koyduğu sınırları, farzları ve Peygamberi Muhammede indirdiği diğer şeyleri de açıklıyor ki dünya ve âhirette vaadini, korkutmasını, sevabını, cezasını düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih edesiniz.

Âyet-i kerime’de geçen ve "İçki" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı, "Bir şeyi örtmek, kapatmak ve gizlemektir." Arapçada demek "Kabın ağzını örttüm" dmektir. Yine kadının başörtüsüne "Örtü" anlamına gelen kelimesi kullanılmıştır. Yine Arapçada "O, sana karşı giziice yürüyor" denilmekte ve kelimesinden "Gizlemek" mânâsı kastedilmektedir. İçkiye denilmesi, insanların aklını örtmesi ve göl gelem es indendir. Bu itibarla her aklı gölgeleyen ve sarhoş eden şeye denilmiştir.

Âyette geçen ve "Kumar diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Said b. Cübeyr tarafından bu şekilde "Kumar" olarak izah edilmiştir. Kumar, galip gelenin mağlup olandan bir şey almayı şart koştuğu her türlü oyuna denir. Müfessirler, hangi çeşit oyunun kumar sayılacağı hakkında özetle şunları söylemişlerdir.

"Abdullah b. Mes'ud, hayvanların mafsalları olan ve "Aşık kemiği" denen kemiklerle oynamanın dahi kumar olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şöyle dediği zikredilmiştir. "Bir şey bekleyerek attığınız bu aşıklardan kaçının. Çünkü bunlar kumar sayılır."

Mücahid ve Said b. Cübeyr, çocukların cevizlerle oynamalarını da kumar saymıştır, Atâ ve Tâvûs da çocukların aşık ve cevizle oynamalarını kumar saymışlardır. Muhammed b. Sîrîn ise: "Tahakkuk edip etmeyeceği belli olmayan her muamele kumardır. Her kumar, bu âyette zikredilen Meysir'dendir. Hatta "Ayakta durdurma veya bağırma yahut başına kuş tüyü takmayı şart koşan tavla da kumardır. Bir şey içirmeyi veya bağırmayı yahut ayakta durmayı şart koşan her türlü oyun kumardır." demiştir. Kasım b. Muhammed ise, "İnsanı, Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoyan her oyun kumardır." demiştir.

Âyet-i kerime’de, içki ve kumarda büyük günah olduğu, fakat insanlar için bir kısım faydalan da bulunduğu zikredilmiştir. İçkideki günah, kişinin, içki içme neticesinde sarhoş olması yüzünden rabbini dahi tanımaz hale gelmesidir. Elbetteki bu, günahların en büyüğüdür. Ayrıca Süddinin de dediği gibi, içki içen kimse sarhoşluğu yüzünden insanlara zarar verir. Abdullah b. Abbas: "İçki içen kimsenin dini eksilir." demiştir. Yani, Allah’ı tanımayı bile unutur hale gelir. Kumarın günahı ise, onu oynayanın, Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan uzak olmasıdır. Kumar oynayanlar arasında kin ve düşmanlık meydana gelir.

Nitekim bu hususta Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... Şüphesiz ki Şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" Maide sûresi, 5/91

İçkide bulunduğu ifade edilen faydalara gelince, onun haram kılınmasından önceki ticaretinden elde edilen kazançlar ve içilmesiyle meydana gelen geçici zevktir. Kumarda bulunduğu ifade edilen faydalar ise, kumarın haram kılınmasından önce kumar neticesinde kazandıkları devenin kesilmesinden elde ettikleri paylar vb. değerlerdir.

Âyet-i kerime’de içki ve kumar için "Ancak, günahları faydalarından çok daha büyüktür." buyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Rebi' b. Enes ve Dehhak bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: "İçkinin ve kumarın haram kılınmalarından sonraki günahları, haram kılınmalarından önceki faydalarından çok daha büyüktür."

b- Diğer bir kısım müfessirler ise şöyle izah etmişlerdir: "İçki ve kumarın, haram kılınmalarından önceki günahları yine o zamanki faydalarından daha büyüktü. Çünkü onlar sarhoş oldukları zaman birbirlerine sataşıyor ve birbirleriyle savaşıyorlardı. Kumar oynadıklarında da aralarına kötülük giriyor ve onları fenalıklar yapmaya sürüklüyordu. Bu şeyler, içkiden kazandıkları para ve hissettikleri zevkten daha kötüydü. Taberi, âyeti bu şekilde izah etmenin daha doğru olduğunu söylemiştir. Çünkü bu âyet, içki ve kumarın kesin olarak haram kılınmasından önce inmiştir bu sebeple o zamana göre tefsir edilmelidir.

Taberi bu âyetin, içki ve kumamı kesin olarak haram kılınmasından önce indiğini zikreden haberlerin tevatür derecesine ulaştığını söylemiş ve özetle şunları Rivâyet etmiştir: Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince, bir kısım insanlar burada zikredilen: "Onlarda büyük günahlar vardır." ifadesini gözönünde bulundurarak içki içmeyi hoş görmemişlerdir. Diğer bir kısım insanlar ise: "Faydalan da vardır. " ifadesini gözönünde bulundurarak içki içmeye devam etmişlerdir. Nihâyet: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya cinsi münasebette bulunmuşsanız ve bu durumda da su bulamamışsanız, tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. Nisa sûresi, 4/43 âyeti nazil oldu. Bu defa namaz kılma zamanlarında içkiyi bırakıyor onun dışındaki zamanlarda içiyorlardı. Nihâyet: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve faal okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz Maide sûresi, 5/90 âyeti indi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle dedi: "Bu gün senin vay haline içki. Kumarla birlikte anıldın."

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, içki hakkında üç defa âyet indirmiştir. İlk indirdiği âyet: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalar da vardır..." âyetidir. Bu âyet indikten sonra insanlar: "Ey Allah'ın Resulü, biz içki içelim ve Allah'ın, kitabında zikrettiği gibi ondan faydalanalım rm?" dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Nisa sûresi, 4/43 âyeti nazil oldu. Bu defa insanlar: "Ey Allah'ın Resulü, biz içkiyi namaza yakın bir vakitte içmeyiz." dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresi Maide sûresi, 5/90 âyeti indi. Resûlüllah da buyurdu ki. "Artık içki haram kılındı."

İkrime ve Hasan-ı Basri demişlerdir ki: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar" âyetiyle "Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın. " âyeti, Mâide suresinin: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçınınki kurtuluşa eresiniz." âyetiyle neshedilmiştir.

Süddi diyor ki: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar..." âyet-i kerimesi nazil olduktan sonra da insanlar içki içmeye devam ettiler. Bir gün Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp içlerinde Ali b. Ebi Talibin de bulunduğu sahabileri davet etti. Ali b. Ebi Talib, Kâfinin sûresini okudu. Fakat okuduğunun ne olduğunu anlayacak durumda değildi. Bunun üzerine Allahü teâlâ içki hakkında daha sert davranarak Nisa suresinin kırk üçüncü âyetini indirdi. İçki içmek yasak değitdi. Onlar onu, sabah namazından sonra günün ortalarına kadar içiyorlardı. Öğlende ayılıp öğle namazını kılıyor yatsıya kadar içmiyorlardı. Yatsıdan sonra gecenin yarısına kadar içiyor ve yatıyorlardı. Sabahleyin ayılıp namaz kılıyorlardı. Böylece içkiye devam ediyorlardı. Nihâyet Sa'd b. Ebi Vakkas bir gün bir yemek hazırladı. İçlerinde Ensar'dan bir kimsenin de bulunduğu sahabileri davet etti. Sa'd devenin kellesini kebap yaptı ve onları bu kebabı yemeye davet etti. Onlar yediler ve içki içerek sarhoş oldular ve sohbete daldılar. Bu sırada Sa'd, Ensardan olan kişiyi kızdıracak bir söz söyledi. Bunun üzerine Ensardan olan o kişi, devenin çene kemiğini alarak Sa'd'ın burnuna vurup kırdı. İşte bu olay üzerine de Allahü teâlâ, içki içmeyi tamamen yasaklayan şu âyeti kerime’yi indirdi. "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Maide sûresi, 5/90

İçkinin aşamalı bir şekilde yasaklandığına dair Taberi, Zeyd b. Aliden, Şa'biden, Katadeden, Mücahidden, Rebi' b. Enesten ve İbn-i Zeydden de Rivâyetler nakletmiştir. Ayrıca bu hususta Ebû Meysereden de şunlar nakledilmiştir. Ebû Meysere diyorki: "Hazret-i Ömer, içkinin haram olduğunu beyan eden âyetin inmesinden az bir müddet önce şöyle demiş: "Ey Allah'ım sen, içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." bunun üzerine: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydaları da vardır. Ancak günahları faydalarından çok büyüktür..." âyeti inmiştir. Ömer çağırılmış ve kendisine bu âyet okunmuştur.

Yine Ömer: "Ey Allah’ım sen, içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." demiş bunun üzerine de: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Nisa sûresi, 4/43 âyeti inmiştir. Bu âyetin inmesinden sonra namaza başlarken Resûlüllah’ın bir davetçisi (Bu iş için gönderdiği birisi) "Dikkat edin, sarhoş olan sakın namaza yaklaşmasın" diye bağırıyordu. Ömer bu sefer de çağırıldı ve bu âyet ona okundu.

Ömer yine, "Ey Allah’ım, sen içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." demiş. Bunun üzerine de: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz," "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz? Maid'e sûresi, 5/90, 91 âyetleri inmiştir. Âyetin sonunda bulunan: "Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" ifadesini işiten Ömer:

"Artık vaz geçtik." demiştir. Ebû Davud K. el-Eşribe hab: 1, Hadis No: 3670/Tirmizi K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 2, bab: 7/Nesâî, K. el-Eşribe, bab: 1

Âyet-i kerime’nin devamında: "Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki "İhtiyaçtan fazla olanı." buyurulmaktadır. Burada geçen ve "İhtiyaçtan fazla olan" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas, Katade, Ata, Süddi, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basriye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, kişinin aile efradının na fakasından arta kalan malı" demektir. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "İnsanlar her gün, içinde bulundukları günün şartlarına göre çalışıyorlardı. Şâyet çalıştıkları günlerde elde ettikleri mallarından aile efradına harcadıkları dışında bir şey artarsa onu tasadduk ediyorlardı. Yoksa aile efradını aç bırakarak insanlara tasadduk etmiyorlardı.

b- Abdullah b. Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, "Mallarınızdan pek önem vermediğiniz basit şeyler" demektir.

c- Yine Hasan-ı Basri, Atâ ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, "Orta derecede infak" demektir. Yani ne malının tümünü harcayıp insanlara muhtaç hale düşmek ne de malından çok az bir bölümünü harcayarak cimriliğe kaymaktır.

d- Abdullah b. Abbaslan nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, insanların gönül hoşluğu ile verdikleri şeylerdir.

e- Rebi' b. Enes ve Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen den maksat, "Kişinin mallarının en güzelidir."

f- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, kişinin vermesi farz olan zekat vb. mali yükümlülüklerdir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden doğru olanı, burada zikredilen (......) kelimesinden maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin nafakasından arta kalan malıdır. Zira bu hususta Resûlüllahtan bir çok hadis Rivâyet edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: "

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"Resûlüllah, sadaka vermeyi emretti. Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Resulü, benim bir dinarım var." dedi. Resûlüllah: "Sen onu kendine harca"dedi. Adam "Başka bir dinarım daha var" dedi. Resûlüllah: "Onu da çocuğuna harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var." dedi. Resûlüllah: "Onu da eşine harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var" dedi. Resûlüllah: "Onu da hizmetçine harca" dedi. Adam: Bir başka dinarım daha var" dedi. Resûlüllah: "Onu ne yapacağını sen daha iyi bilirsin." dedi. Ebû Davud, K. ez-Zekât, bab: 45, Hadis No: 1691/Nesei, K. ez-Zekât, bab: 54.

Cabir b. Abdullah, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Sizden biriniz fakir olursa (malını harcamada) önce kendisinden başlasın. Şâyet bir şey artarsa aile efradına harcasın. Yine bir şey artarsa akrabalarına harcasın. Yine bir şey artarsa şöyle şöyle yapsın. Yani önüne arkasına, sağına soluna harcasın. Nesâî, K. el-Bûyu", bab: 84/Müslim, K. ez-Zekâl, bab: 41, Hadis No: 997

Yine Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Bir gün biz, Resûlüllah'ın yanında iken bir kişi ona, bir savaşta elde ettiği yumurta kadar bir altın külçesi getirdi. (Diğer bir Rivâyette, "Bazı maden ocaklarından elde ettiği" şeklindedir) ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bunu benden sadaka olarak al. Allah’a yemin olsun ki benim bundan başka malım yoktur. "Resûlüllah ondan yüzünü çevirdi. Adam ona sol tarafından geldi ve aynı. Şeyi söyledi. Sonra önünden geldi yine aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Resûlüllah kızgın bir şekilde "Getir onu" dedi. Onu alıp adama doğru öyle bir attı ki şâyet ona dokunacak olsaydı onun bir tarafını ağntacak veya yaralayacaktı. Sonra şöyle buyurdu: "Sizden biriniz malını alıyor, ondan başka bir şeye sahip olmadığı halde onu tasadduk etmek istiyor. Sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadaka ancak zenginin sırtındandır. Al bu senin olsun. Bizim buna ihtiyacımız yok." Adam onu alıp gitti. Darimi, K. ez-Zekât, bab: 25

Ebû Ümame, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Ey Âdemoğlu eğer sen ihtiyacından artanı harcarsan o senin için daha hayırlıdır. Eğer harcamayıp elinde tutarsan o senin için daha kötüdür. Sen kendi kendine yetinmenden dolayı kınanmazsın. (Yani kişi kendi ihtiyaç duyduğu şeyleri harcamadığından dolayı kınanmaz) sen, harcamakla yükümlü olduğundan başla (ve bil ki) üstte olan el altta olan elden daha hayırlıdır. Müslim, K. ez-Zekât, bab: 97, Hadis No: 1036/Tirmizî, K. ez-Ztihd, bab: 2

Taberi diyor ki: "Bütün bu hadis-i şerifler gösteriyor ki bu âyette zikredilen "Afv" kelimesinden maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin ihtiyacından arta kalandır.

Müfessirler âyet-i kerime’nin bu bölümünün mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Süddiye göre bu âyet-i kerime, zekâtın farz olduğunu beyan eden âyet-i kerimelerle neshedilmiştir. Bu hususta, Abdullah b-Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Ey Rasûlüm, sana, (Allah yolunda) ne harcayacaklarım soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla olanı." âyet-i kerimesi nazil olmuş, bu âyet harcanacak şeyler bakımından farz olan belli bir miktar tayin etmemiştir. Sonra: "Ey Rasûlüm, sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme. A'raf sûresi, 7/199 âyeti nazil olmuştur. Daha sonra ise gelen âyetlerle miktarlar belirtilerek farz olan miktarlar beyan edilmiştir.

b- Mücahide göre ise bu âyetin hükmü geçerlidir, neshedilmemiştir. Zira Mücahid bu âyeti, farz olan zekâtlara yorumlamıştır.

Taberi diyor ki: "Bu âyet ne başka bir âyeti neshetmiş ne de başka bir âyet tarafından neshedilmiştir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, farz olmayan sadakaların nasıl harcanacağını beyan etmiştir. Bu bakımdan din ve takva sahibi olan bir insanın, Allahü teâlânın kullarına öğrettiği bu yolu takibetmesi gerekir. Resûlüllah bu yolun nasıl olduğunu bizlere açıklamıştır. O yolda kişinin önce kendisinden başlaması, sonra aile efradına harcaması, daha somra da Allah’ı razı edecek diğer yerlerde harcamasıdır. İşte Allahü teâlânın beyan ettiği israfla cimrilik arasında tutulacak olan yol da budur. Allahü teâlâ, Peygamberine bu hususu beyan ederek şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak ta elini tamamen açma. Sonra kınanmış ve açıkta bırakılmış olarak oturup kalırsın. İsra sûresi, 17/29 Yine Allahü teâlâ kullarını "İbadürrahman" olarak vasıflandırırken şöyle buyuruyor: "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol tutarlar Furkan sûresi, 25/67 Âyet-i kerime’nin mensuh olduğunu iddia eden kimseye denir ki: "Senin buna dair delilin nedir? Halbuki herkes kişinin malından, farz olan zekâtlar dışında, sadaka verebileceği, bağışta bulunabileceği ve malının üçte birini vasiyet edebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu âyet nasıl mensuh olabilir? Eğer diyecek olursa ki: "Arta kalanın verilmesinin farz oluşu neshedilmiştir." Cevaben denilir ki: "Kişinin malından arta kalanını harcamasının farz olduğuna dair delilin nedir? Ta ki zekatın farz oluşunun bu farzı düşürdüğünü iddia edesin? Bu âyet-i kerime bir farz hüküm koymamıştır. Sadece Resûlüllah’a sorulan infakın nasıl yapılacağını beyan etmiştir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç