94
De ki: “Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet) diğer insanlara
değil de sadece size mahsus kılınmış ise ve iddianızda da samimi ve doğru iseniz
öyleyse ölümü istesenize!”
“De
ki; Allah katında âhiret yurdu (cennet) diğer insanlara değil de sadece size
mahsus kılınmış ise …”
Burada,
(........) zarftır.
(........) ise, (........) fiilinin
haberidir. (........) kelimesi de,
(........) den hâldir.
Yani;
sadece size aitse, sizden başkalan girmeyecekse ve bu da gerçek ise, kısaca bu
konudaki “Ancak Yahûdîler cennete girecekler”
Bakara, 111. de geçen sözünüz doğru ise ve
sizden başka diğer hiçbir kimse cennete girmeyecekse.
“Ve
iddianızda da samimi ve doğru iseniz öyle ise ölüm istesenize!?”
Çünkü bir kimse
ya da toplum kesin olarak kendilerinin cennet ehli olduklarını bilmeleri
hâlinde, bu dünyanın sıkıntılartndan ve şaibelerinden bir an önce kurtulmak için
orayı özler. Nitekim cennet ile müjdelenen on sahabeden her biri bir an önce
ölüp oraya gitmelerini arzu eder oldukları ta bize kadar nakledilegelmiştir. Hep
onu özlemim duymuşlardır.
95
Halbuki onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp
ettiklerinden, işlediklerinden) ötürü asla ve hiçbir zaman ölümü
arzulamayacaklardır. Kaldı ki Allah zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her
bakımdan bilendir.
“Halbuki onlar asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır.”
Burada,
(........) zarf olarak mensûbtur.
Yani
Yahûdîler yaşadıkları müddetçe asla ölümü arzulamayacaklardır.
“Önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp ettiklerinden, işlediklerinden)
ötürü, ...”
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)’e
îman etmemeleri, onu inkâr etmeleri, Allah'ın
kitabım tahrif edip değiştirmeleri ve daha buna benzer başka şeyler yüzünden
onlar hiçbir vakit ölmeyi istemezler. İşte Kur'ân'ın verdiği bu bilgiler de
mu'cizedirler. Zira gaypten, bilmediğimiz ve haberdar olmadığımız konular
hakkında bize bilgiler aktarmaktadır. Nitekim, Kur'ân ve
Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl haber vermiş
ise, olaylar aynen cereyan etmiştir. Nitekim, Bakara, 24. âyette,
“....ki asla yapamayacaksınız... “kavli de bu
gerçeği bildiriyor. Eğer gerçekten Yahûdîlerin bu yolda bir istek ve temennileri
bulunmuş olsaydı, diğer olaylar bize kadar nasıl aktanlagelmiş ise bu da aynen
öylece nakledilip bizlere ulaşırdı.
“Kaldı ki; Allah, zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her bakımdan bilendir.”
İşte
âyetin bu noktası îman etmeyenler ve özellikle de Yahûdîler için bir tehdit
manası içermektedir.
96
Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya çok daha düşkün olduklarını,
hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yaşamaya
düşkün bulursun. Halbuki uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan
kurtaracak değildir. Kaldı ki, Allah onların tüm yaptıklarını tam ve eksiksiz
olarak görür.
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya daha düşkün bulursun.”
Burada,
(........) zamîri ile,
(........) kelimesi (........) fiilinin
iki mef'ûludurlar. (........)
Bu kelimenin nekra oluşu ile, belli bir hayat
murat olunmaktadır. Bu da, uzun olması
arzularıan hayattır. Çünkü bunu, (........)
olarak okumak, Übeyy'in kırâati olan, (........)
kırâatinden belâgat noktasından daha etkindir.
“Hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yaşamaya
düşkündürler. “
Burada,
(........) cümlesi bir öncesinin manası üzerine
ma'tûftur. Çünkü, (........) ibâresinin manası,
(........) takdirindedir. Evet buna göre,
müşrikler de mana itibariyle, (........)
yani, halk ifadesi içerisinde yerlerini almış
oldular. Ancak halk ifadesinin içinde yer almış olmalarına rağmen ayrıca
müşriklerin zikredilmesi, bunlara hayata olan düşkünlüklerinin diğer insanlara
nazaran daha çok olmasındandır. Nasıl ki, melekler ifadesi içerisinde yer
almalarına rağmen ayrıca Cebrâîl ve
Mikâîl'den özellikle zikredilmesi onların
önemini göstermekte ise, işte bu da aynen böyledir.
Yahut da,
“Bunların müşriklerden
de çok yaşamaya düşkün oldukları “manası murat olunmuş olabilir.
Bu ifadeye,
(........) cümlesi delâlet ettiğinden hazf olunmuş
(gizlenmiş) olabilir.
Şüphesiz burada
büyük bir uyan yer almaktadır, tevbih vardır. Çünkü müşrikler âhiret hayatına,
akıbete îman etmezler ve onlar sadece bu dünya hayatım var kabul ederler.
Dolayısıyla onların dünya hayatına düşkünlükleri garipsenmemeli. Çünkü onların
cenneti burasıdır.
Eğer
kendilerine kitap verilmiş olanlar, âhiret (cezâ)
gününe îman ettikleri hâlde çok yaşama isteği bu denli fazla ise elbette onlara
yapılacak olan uyan ya da tevbih daha büyük olacaktır ve bunu hak etmektedirler.
Ancak kitap ehlinden böylene yaşamaya müşriklerden daha fazla düşkünlüklerinin
artmış olması, bunların cehenneme kesin gideceklerini bilmiş olmalarından ileri
gelmektedir. Zira kendi durumlarını bilmektedirler. Halbuki müşrikler bunu
bilmezler. Bir de, (........) kavli, yeniden
hayata başlama manasında, bunların ne kadar buna düşkün olduklarını açıklamak
içindir.
Bir tefsire
göre de, “müşriklerden de çok..” ifadesinden
kasıt, mecûsîler, yani ateşe tapanlardır. Çünkü
bunlar kralları için, “Bin Nevruz yaşa, hayat sür!”
şeklinde dua ederlerdi. Abdullah ibn Abbâs'ın
rivâyetine göre, acemler yani Arap olmayanlar,
“Bin yıl ömür sür!” diye dua ederlermiş.
(........)
Cümlesinin yeni (ayrı) bir cümle olarak
değerlendirilmesi de mümkündür. Buna göre mana şöyledir:
“Yahûdîlerden öyle insanlar da vardır ki,..
“Buna göre burada mevsûf mahzûfdur
(gizlidir). Dolayısıyla,
“Şirk koşanlar” ifadesinden işaret olunanlar
Yahûdîlerdir. Çünkü bunlar, Uzeyir Allah'ın
oğludur, demektedirler.
“Halbuki uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtaracak değildir.”
Buradaki,
(........) zamîri,
(........) e râcidir (işaret eder).
(........) kelimesi,
(........) nin failidir.
Yani:
“Onlardan herhangi birisinin uzun bir ömür sürmesi,
onu cehennem ateşinden uzak tutacak değildir.” demektir. Ayrıca,
(........) zamîrinin mübhem
(kapalı) olması ve
(........) kelimesinin de onu açıklayan olması da mümkündür.
(........)
kelimesi “uzaklaştırmak” manasınadır.
“Camiu'l-Ulûm”
ve başka
eserlerde belirtildiği gibi, (........)
kelimesi, (........) manasınadır. Çünkü burada,
(........) kelimesi,
(........) yerinde gelmiştir. Dolayısıyla,
(........) fiili olan, (........) ile
birlikte mevsim tar manasındadır. Bu da,
(........) kelimesinin mef'ûlüdür.
Yani;
“Onlardan her biri ister ki bin yıl yaşasın. “
“Kaldı ki, Allah onların tümyaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür.”
Yani,
sözü geçen kâfirlerin yapıp ettiklerini görür ve buna göre de onları
cezâlarıdırır.
Kırâat
imâmlarından Ya'kûb,
(........) kelimesini, (........)
harfiyle, (........) olarak okumuştur.
97
De ki: “Kim Cebrâîl'e düşman ise, iyice bilmelidir ki, Allah'ın
izniyle öncekileri doğrulayan, mü'minler için de bir hidâyet kaynağı ve
müjdeleyici olarak Kur'ân'ı senin kalbine indiren odur.”
“De
ki: (........)”
Bu
âyette geçen Cebrâîl ismi, kırâat
imâmlarından İbn Kesîr'e göre hemzesiz
olarak, (........) harfinin fethası
(üstünü) ve (........)
harfinin de kesresiyle (esresiyle) olmak üzere,
(........) okumuştur.
(........) ve (........) harflerinin
fethalı ve hemzeli olarak Hafs
dışında Hamza,
Kisâî ve Halef,
(........) olarak okumuşlardır. Bu
kırâat imâmlarının dışındakiler de, görüldüğü gibi
(........) ve (........) harflerinin
esresi ve hemzesiz olarak, (........)
okumuşlardır. Kelime hem ma'rife ve hem de ucmelik
(yani Arapça kökenli) olmaması sebebiyle gayri munsariftir.
Cebrâîl kelimesinin manası
Allah’ın kulu anlamında Abdullah demektir.
Çünkü “cebr” Süryanî dilinde
(........)
Yani
kul, köle manasınadır. (........) ise
Allah'ın adıdır.
Anlatıldığına
göre Yahûdî din bilginlerinden olan İbn Surya, Hazret-i
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) İle taitlŞlT ve
Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)
— Sana vahyi
indiren kimdir? Kim getirir?” diye sorar.
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) de:
— Cibril'dir,
diye cevaplar. Bunun üzerine İbn Surya:
— O zaten bizim
düşmammızdır. Eğer sana vahyi indiren Cebrâîl
değil de bir başka melek olsaydı mutlaka sana îman ederdik. Hem o bize defalarca
düşmanlıkta bulundu durdu. Bunun en ağır olanı da, bizim
peygamberimize gelip Beyt-i Makdis'in
Buhtunnasar tarafından yakın bir gelecekte tahrip edileceği haberiydi. İşte
bunun üzerine biz de, o henüz bir şey yapamayacak miskin
(zavallı) bir çocuk iken onu öldürecek birini
gönderdik. Fakat Cebrâîl buna engel oldu ve:
“Eğer Rabbiniz ona sizi helâk etmesi emrini vermiş ise,
Allah
sizi onun başına musallat kılmaz (size bu fırsatı vermez). O gelip mukadder
olanı yapar. Fakat eğer o bunu yapmayacaksa bu takdirde hangi suça dayanarak onu
öldüreceksiniz?”
dedi.
Bak. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul; S: 18-19.
“İyice bilmelidir ki, Kur'ân'ı senin kalbine indiren O'dur.”
Senin kalbine
Kur'ân'ı indiren Cebrâîl'dir.
İşte bu türden
izmar (gizleme), yani önceden ilgiliden söz etmeksizin olan izmar, burada malum şey
ile ilgili durumun azametinden ve oldukça yaygın bir şöhrete sahip olmasından
ileri gelmektedir. Sanki bizzat onun kendisine delâlet eder gibi. Dolayısıyla
onun niteliklerinden herhangi birine işaretle, açık olarak ismini anmanın yerine
yeterli buluyor. Ayrıca ismi zikretmeye gerek duymuyor.
Burada,
(........) ifadesiyle, bizzat onu sana
hıfzettirmekle, unutturmamakla, demektir. Ancak burada kalp ifadesine yer
verilmesinin sebebi, bunun ezber, hıfzetme, koruma yeri olması sebebiyledir.
Meselâ; bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Onu Ruhu'l-Emin (Cebrâîl) senin kalbine indirmiştir.”
Şuara, 193-194.
Halbuki burada
uygun ifade olarak, “Benim kalbime indirdi.”
denmeliydi. Ancak bu, Allah'ın kelâmını
-sözünü hikâye- anlatma yoluyla onunla konuştuğu gibi gelen bir ifadedir. Bundan
ötürü de böyle gelmiştir.
Birde,
(........) ifadesinin şartın cezâsı olması da
doğru olabilir. Çünkü bunun takdiri şöyledir:
“Eğer kitap ehlinden, yani Yahûdî ve Hırıstiyanlardan herhangi biri
Cebrâîl'e
düşmanlık gösteriyorsa, bununla birlikte
Cebrâîl'in
ona düşmanlık beslemesinin bir manası yoktur. Çünkü
Cebrâîl,
kendisinden önce indirilmiş olan kitapları da doğrulayan bir kitap indirmiştir.
Eğer adil hareket etseler ve insaflı olsalardı mutlaka onu severlerdi. Bununla
da kalmayıp onlara faydalı olacak bir şeyi indirdiği ve onlara indirileninin
sahihliğini bildirdiği için de kendisine teşekkürde bulunurlardı.”
Bir diğer
tefsire göre de bunun şartı mahzûftur ve takdiri de şöyledir:
“Kim Cebrâîl'e düşman olursa o derhal öfkesinden gebersin! Çünkü senin kalbine
vahyi Allah'ın izniyle (emriyle) indiren odur.”
“Önceküeri
doğrulayan, nüVmîrîler için de bir hidâyet kaynağı ve müjdeleyici olarak
-Kur'ân'ı senin kalbine indiren odur-.” Aslında bu, Yahûdîlere bir cevap
niteliğindedir ve onların söylediklerini reddetmektedir. Çünkü, Yahûdîler
diyorlardı ki:
“Cebrâîl
hep savaş ve şiddetle gelir, bunları indirir.”
Dolayısıyla
buna şöyle cevap veriliyor:
“O
aynı zamanda hidâyet ve müjdelerle de iner.”
(........)
ibâresi burada, (........) fiilindeki zamîrden
hâldir.
Yani
“Ona verilen iznin bir gereği olarak...”
demektir.
(........) kelimesi de,
(........) kelimesindeki, (........)
zamîrinden hâldir. Nitekim, (........) ifadesi
de, hâldir ve, (........) ve
(........) takdirindedir.
Batınîler
derler ki: “Kur'ân şu anda bizim okumakta olduğumuz
harflerle Rasûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’e indirilmedi.
Ancak onun kalbine ilham olarak indirildi. Fakat
Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem) onu Arapça olarak ve şu anda okumakta olduğumuz harflerle
aktardı. Asıl Kur'ân işte o batında ilham olunan Kur'ân olup, şu andaki
lâfızlarla okuduğumuz değildir. Çünkü Allah,
“Onu Cebrâîl senin kalbine ... indirdi”
buyurmuştur.”
Ancak
Ehl-i sünnet olarak biz de deriz ki:
Bu
yanlış ve fasid bir iddiadır. Çünkü, Allah
Kur'ân'ı hayret uyandıran nazmıyla mu'cize kılmıştır.
Bu manasıyla o bir mu'cizedir. Nitekim Allah
şöyle buyuruyor:
“Haydi onun benzeri bir sûre getirin!”
Bakara, 23.
Yine şöyle
buyurmuştur:
“Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik...”
Yûsuf, 2.
İşte bu,
bakmaya, okumaya taallûk etmektedir (işaret etmektedir),
ilhama değil.
98
Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl'e ve Mikâil'e
düşman olursa, iyice bilsinler ki, Allah inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.
“Kim Allah'a, meleklerine,peygamberlerine, meleklerine, Cebrâîl'e ve Mikâîl'e
düşman olursa...”
Kırâat
imâmlarından Ebû Amr,
Ya'kûb ve Hafs,
(........) olarak okumuşlardır. Ancak kırâat
imâmlarından Nâfî ve
Ebû Cafer ise, bunu tıpkı,
(........)(........) kalıbında, (........)
olarak hemzenin ihtilasıyla (yani (........)
harfi olmaksızın) okumuşlardır. Bunların dışındaki kırâat imâmları da, med ile
ve hemzenin kesresiyle (........) harfi de olmak
kaydıyla, (........) tarzmda okumuşlardır.
Özellikle faziletlerinden ve diğer meleklerden üstünlükleri sebebiyle bu iki
melek ayrıca isimleri zikredilmekle belirtilmiştir ki, sanki bu ikisi başka bir
cinsten imiş gibi gösterildi. Çünkü, nitelik açısından olan farklılık, zât
bakımından olan farklılık yerine geçer.
“İyice bilsin ki, Allah inkârcı kâfirlerin düşmanidir.”
Âyette bizzat
kâfirler diye açık olarak belirtildi. Halbuki “Onlara”
diye zamîr gelebilirdi. Ancak zahir olarak getirilmesi,
“Allah'ın,
onlara küfürleri yüzünden düşman olduğu gerçeği anlaşılsın.” diyedir.
Çünkü nasıl ki peygamberlere düşmanlık küfür
nedeni ise, meleklere de düşmanlık aynen peygamberlere
olan düşmanlık gibi küfür sebebidir. Kin onlara düşmanlık ederse,
Allah da onlara düşmanlıkta bulunur ve
düşmanıdır.
99
Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler
(mu'cizeler) indirdik. Bilmelisin ki, bunları hakkın karşısına dikilen
fâsıklardan başkası inkâr etmez.
“Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler (mu'cizeîer) indirdik. Bilmelisin ki,
bunları, hakkın karşısına dikilen fâsıklardan başkası inkâr etmez.”
Fâsıklar,
kâfirlerden tereddüt içinde olan kesimdir.
(........)
kelimesinin başındaki (........) harfi cins
manasındadır, bu da kâfirler demektir. Fakat en güzel tefsiru bunun, kitap ehli
olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara işaret ettiğidir.
İbn Abbâs
(radıyallahü anh) tan rivâyete göre, Yahûdî
bilginlerinden İbn Surya, Rasûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’e:.
“Sen bize bizim bilip tanıdığımız hiçbir şey getirmedin, sana tabi
olabileceğimiz bir âyet de sana indirilmedi.”
der. İşte bunun
üzerine bu âyet inmiştir. Bak. Taberi Tef. 1/441.
100
Yahûdîler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir grup o
antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı? Bilâkis onların çoğu zaten îman etmezler.
“Yahûdîler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir grup o antlaşmayı
hiçe sayarak bozmadı mı?”
Burada,
(........) bir mahzûf ifadeye atıf içindir.
Bunun takdiri de şöyledir:
“Apaçık âyetleri inkâr mı ettiler? Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, o
antlaşmayı bozdular ve terk ettiler, geri ittiler.”
Yine âyette,
“İçlerinden bir grup” diye söylendi.
Bu içlerinde antlaşmayı bozmayanların var
olduğunu göstermek içindir.
“Bilâkis onların çoğu zaten -Tevrât'a- îman etmezler.”
Bunlar zaten
din adına bir şeye inanmazlar. Dolayısıyla antlaşmayı bozmanın, ahde vefa
etmenin bir günah, bir suç ve vebal olduğunu zaten kabul etmezler ve buna
aldırmazlar bile. Çünkü önemsemezler.
101
Ne zaman ki kendilerine, yanlarındakini doğrulayan bir peygamber
Allah tarafından geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı Allah'ın
kitabını hiçe sayarak, sanki onu hiç bilip tanımıyorlarınış gibi arkalanna atıp
terk ettiler.
“Ne
zaman kendilerine, Allah tarafından yunlarındakini doğrulayan bir peygamber
-Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiyse...”
“Kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı” “Allah'ın kitabını hiçe sayarak
arkalanna atıp terk ettiler.”
Yanlarındaki
kitaptan kasıt, Tevrât'tır. “Kendilerine kitap
verilenler” den murat Yahûdîlerdir.
“Allah’ın Kitabı”
ndan kasıt da,
Tevrât demektir. Çünkü yanlarındaki kitap olan Tevrât'ı doğrulayan
Resûlüllah
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i
inkâr etmek demek, Tevrât'ı da inkâr etmek demektir. Ya da
Allah'ın Kitabından kasıt Kur'ân'dır. Çünkü
onu almaları, kabullenip inanmaları gerekirken terk ettiler, hiçe saydılar.
(........)ise, Allah'ın
kitabını terk etmelerine bir örnek ve temsildir. Ondan yüz çevirmeleridir.
Âyette,
“Arkalanna attılar.” ifadesi bir temsil olup,
Yahûdîler buna ihtiyaç duymadıklarını, bundan müstağni olduklarını söylediler,
manasınadır. Allah'ın kitabına ilgilerinin
azlığını belirtmektir.
“Sanki -onun Allah'ın kitabı olduğunu- hiç bilip tanımıyorlarınış gibi.”
|