Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

15

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

1

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

102

Yahûdîler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, ancak şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar halka sihri ve Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek herkese, “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü (sihir) ilmini öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadan büyücüler hiçbir kimseye zarar verecek değiller. Böylece onlar kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler. Yemin olsun ki; onlar, büyüyü tercih edip satın alanların -büyüye inananların âhiretten bir nasiplerinin - paylarının olmadığını kesin olarak bilirlerdi. Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!

“Yahûdîler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular.”

Yani, Yahûdîler Allah'ın kitabını hiçe saydılar ve onu bırakıp büyücülerin, şaklabanların onlara okudukları kitaplarına uydular. (Ki bunlar Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm)’in saltanatı, hükümranlığı vé zamanıyla ilgili şeylerdi.)

Şöyle ki; şeytanlar birtakım kulaktan hırsızlama (kulak kabartma) olarak edindikleri yalan yanlış bilgilere kendileri de katıştırarak ve birtakım yalanlarla süsleyip bezeyerek bunları kahinlere aktarıyorlardı, gönüllerine atıyorlardı. Onlar da bunları halka okuyup dinlettikleri kitaplarında derleyip toparlayarak halka öğretiyorlardı. Bu durum Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm) döneminde iyice yaygınlık kazandı, neredeyse hemen her yerde: “Cinler gaybı biliyor.” demeye başladılar. İşte buna bağlı olarak da diyorlardı ki:

“İşte budur Süleyman'ın ilmi, bilgisi. Hepsi buna dayanmaktadır. Süleyman tüm bu saltanatı ve imkanları ancak bu ilim sayesine olabilmiştir. Buna dayanarak cinleri ve insanları, rüzgarı egemenliği altına alabilmiş, hükmedebilmiştir.”

“Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı.” Böyle, âyet şeytanları tekzip ediyor, yalanlıyor. Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm) a attıkları iftiralar, onun büyücülerin inancına bağlı olduğu ve ona göre amelde bulunduğu yalanlarının önüne geçilmiş olunuyor. Bu türden tüm iftiralar reddediliyor.

“Ancak şeytanlar kâfir oldular.” Ancak bizzat büyücüleri kullanmak ve onların derleyip topladıkları uydurmaları değerlendirmek suretiyle kâfir olanlar şeytanların kendileridirler.

(........) kelimesi şeddesiz olarak, (........)şeklinde de kırâat olunmuştur. (........) kelimesini de kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza ve Ali, merfû' olarak, (........)tarzında okumuşlardır.

“Çünkü onlar halka sihri öğretiyorlardı.”

Bu cümle hâl olarak gelmiştir.

Yani, “Halka sihri öğretmek suretiyle, bununla onları aldatmayı, saptırmayı ve yoldan çıkarmayı amaçladıklarından kâfir oldular.”

“Ve Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.”

Cumhûr’a göre buradaki, (........) manasındadır ve (........) kelimesi üzerine affolunan mensûb bir kelimedir.

Yani, “Onlar iki meleğe indirileni öğretiyorlardı.” demektir. Ya da bu, (........) kelimesi üzerine ma'tûftur. Buna göre mana:

“Onlar, Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeylere uydular.” olur. Hârut ve Mârut iki meleğe âit özel isimdir ve her iki isim de iki melek, (........) kelimesinin atf-ı beyanı, yani açıklayıcı mahiyette bir atfıdırlar.

Bu iki meleğe indirilen şey, sırf insanları imtihan için Allah tarafından indirilen sihir (büyü) ile ilgili ilimdir. Kim bu ilimden öğrenir ve buna göre amel ederse ve içinde de îman edilmesi bakımından gerekli bir şart var ve bu şart hiçe sayılıyorsa işte bu yüzden o kimse kâfir olur. Fakat kim de bundan sakınır ya da öğrenir de, fakat bununla amel etmez ya da amel etmemek kasdıyla öğrenirse, ancak sihrin kötülüklerinden korunup sakınmak için bunu öğrenirse ve buna aklarıarak bir şey yapmazsa bu kimse mü'mindir.

Şeyh Muhammed Ebû Mansûr Mâturîdî şöyle diyor:

Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed Mâturîdî; Kelâm alimlerinden olup Müslümanların akidelerindeki yanlışları tashih eden bir zâttır. Kendisinin, “Tevhid” ve'Te'vilatü Ehli's-Sünnet” gibi kitapları bulunmaktadır.

Mutlak manada, sihirbazlar ya da büyücüler kâfirdir, demek yanlıştır, hatadır. Ancak o kimsenin durumunu çok iyi incelemek ve gözden geçirmek lâzımdır. Eğer bu araştırma ve inceleme sonucu îman edilmesi gereken şartlardan birini ret ya da inkâr var ise, o kimse kâfirdir, değilse değildir. Diğer taraftan eğer bir sihir küfrü gerektiriyorsa; yani küfür olan bir sihri (büyüyü) eğer biri yapıyorsa bundan dolayı büyüyü yapan kişi erkek ise öldürülür, kadınsa öldürülmez. Ancak küfrü gerektirmeyen bir büyü ya da sihir yaparsa bunu yapan kimse de bu sihriyle bir canın helâk ya da telef olmasına neden oluyorsa, bunun cezâsı da yol kesenlere verilen cezânın aynısı olacaktır. Böyle bir büyüyü yapan kadın olsun erkek olsun aralarında herhangi bir ayırım gözetilmeksizin kendilerine yol kesme cezâsı ne o cezâ uygulanır. Eğer tevbe ederse bunu tevbesi kabul olunur. Ancak kim, böylelerinin tevbesi kabul olunmaz derse yanılmış, hata etmiş olur. Çünkü Fir'avun'un sihirbazlarının tevbesi kabul olunmuştur.

(........) bunun anlamı; “O iki meleğin kalplerine, bunlarla amel etmemek kaydıyla atıldı.” demektir.

Bir diğer tefsire göre bu iki melek, diğer melekler tarafından seCinlerek, kendilerinde şehevî duygular oluşturulmak suretiyle gönderilmişlerdi. Çünkü, melekler Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ın yaratılması sırasında birtakım itirazlarda bulunmuşlardı. İşte bundan dolayı onlar bu şekilde şehevî duygularla donatılmış olarak yeryüzüne gönderildiler. Her ikisi de yeryüzünde hüküm icra ediyorlardı. Geceleyin ise göğe çıkıyorlar ve her ikisi de Zühre yıldızına aşık idiler. O da bu ikisini şarap içmeye yöneltti. Her ikisi de zina ettiler. Bu ikisi bir kişi gördü ve onu öldürdü. Böylece o ikisi dünyada azap görmeyi âhirette görecekleri azâba tercih ettiler. Böylece o ikisi Bâbil'deki dipsiz bir kuyuya baş aşağı olarak azap görmekteler. Bâbil diye isimlendirilme nedeni ise, burada farklı dillerin bu yüzden oluşmasına, birbirlerini anlayamayacak derecede dillerin oluşmasıdır.

“Halbuki o iki melek herkese: (........) diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü-sihir ilmini öğretmezlerdi.” O iki melek, halkı uyarmaksızın ve onlara nasihat etmeksizin onlara hiçbir şey öğretmezlerdi ve biz Allah tarafından bir imtihan ve dene maksadıyla gönderildik, diye uyanda bulunurlardı. Dolayısıyla bunu öğrenmekle ve insanı küfe götürebilecek bir şekilde onunla amel ederek kâfir olmayın.

“Onlar o iki melekten ödeniyorlardı.”

Kelimenin başında yer alan, (........) harfi atıf içindir ve bunu, (........) cümlesi üzerine atfetmektedir.

Yani; “O iki melek onlara öğretiyor, bunlar da sihir ve küfür olabilecek şeyleri bunlardan öğreniyorlardı.” Çünkü, (........) ile, (........) cümlesi buna delâlet etmektedir. Ya da bir muzmer üzerine ma'tûf olabilir. Bunun da takdiri şöyledir:

“İnsanlar da onlara gelirler -veya melekler onları menederler, buna rağmen onlar da- bunu öğrenirler.” Buna delâlet eden zamîr ise, (........) ibâresidir.

Yani:

“Halk, meleklerden, (........) öğreniyordu.”

Yani kan ile kocanın bir birinden aynlmalarına sebep olabilecek sihir ilmini öğreniyorlardı. Yüce Allah'ın sihir yüzünden kadının kocasına itâat etmemesi gibi, aralarında anlaşmazlık meydana getirilmesi gibi olayları bir imtihan vesilesi olarak var etmesi..

Ehl-i sünnet noktasından -Allah sayılarını çoğaltsın- sihir bir gerçektir, bir vakıadır, hakikattir. Ancak Mu'tezileye göre ise bu bir tür hayaldir ve göz boyamadan ibâret olan bir durumdur.

“Fakat Allah'ın izni olmadan -bilgisi ve dilemesi olmadan- büyücüler -büyüleriyle- hiçbir kimseye zarar verecek değiller.”

“Böylece onlar -âhirette- kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler.” Âyetin bu kısmıyla, sihirden uzak durmanın, kaçınmanın vacip olduğuna delil olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Meselâ; sonuçta insanı tuzağa ve inançsızlığa, dalâlete (sapıklığa) götüren felsefe öğreniminin yapılması gibi.

“Yemin olsun, onlar -Yahûdîler- büyüyü tercih edip satuı alanların -büyüye inananların- âhirette bir nasiplerinin (paylarının) olmadığını kesin olarak bilirlerdi.”

Yani şeytanların Allah'ın kitabından uydurdukları şeyleri alanların bir nasibi yoktur.

“Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!” Canlarını verip de karşılığında tercih ettikleri şey ne fena şeydir! Yüce Allah, “Keşke bilselerdi. “kavliyle bunların ilim ve bilgiden yoksun olduğunu belirtiyor. Halbuki; bunun öncesinde ise, (........) cümlesiyle hem de yeminli te'kit ifadesiyle bunların bilgi sâhibi olduklarını zikretmişti. Ancak bunun manası: “Keşke bildikleriyle amel etmiş olsalardı.” demektir. Dolayısıyla bildikleriyle amel etmediklerine göre âdeta bilmez kimseler gibi değerlendirilmişlerdir.

103

Eğer onlar hakkıyla îman edip de sihirden uzak dursalardı, bundan dolayı mutlaka Allah katında alacakları mükâfat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!

“Eğer onlar hakkıyla -Allah'ın Rasûlü ile Kur'ân'a- îman edip de -Allah'tan korkarak— sihirden uzak dursalardı.” Allah'ın Kitabını hiçe saymak ve şeytanların uydurduğu kitaplara inanmak gibi bâtıl inançları terk etselerdi, üzerinde direndikleri şeyleri bırakmış olsalardı, işte:

“Bundan dolayı Allah katında alacakları mükâfat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!” Şüphesiz Allah'tan alacakları sevap ve ödül, üzerinde direndikleri şeyden çok daha hayırlıydı. Gerçi onlar bu gerçeği de bilip duruyorlardı. Ancak bildikleriyle amel etmemek gibi bir cehalet yolunu seçtiler.

Mana şöyledir: “Şüphesiz Allah katında çok daha hayırlı olan ile ödüllendirilirlerdi kendilerine sevap verilirdi.”

(........) kelimesinin cevabı isim cümlesi olarak getirilmesi fiil cümlesine tercih edilmiştir. Çünkü isim cümlesinde devamlılık, istikrar ve sebat manası vardır. Âyette, (........) diye geçmedi. Bunun nedeni,

“Sevaptan bir şey almaları onlar için daha ...” demektir. Bir tefsire göre de, (........) kelimesi temenni manasındadır. Sanki, “Keşke îman etselerdi.” demek gibidir. Sonra da, bir ilk cümle olarak, (........) diye başladı. .

104

Ey îman edenler! Muhammed'e, “Raina!” diye seslenmeyin. Ve: “Unzurna!” diye çağırın ve size söylenenleri dinleyin! Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

“Ey îman edenler! Muhammede, (........) diye seslenmeyin. Ve, (........) diye çağırın!” Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından Müslümanlara herhangi bir ilim ya da bilgi öğretilince, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Müslümanlar, “Ey Allahın Rasûlü! Bizi de gözet, bize de gerekeni yap ki, anlayabilelim de muhafaza edelim.” anlamında, Râina!” derlerdi. Yahûdîlerin de Süryânî veya İbrânî dilinde buna yakın ve sövme, küfretme manasına gelen bir kelimeleri vardı. Bu kelime, (........) idi ve karşılıklı sövüşme, küfürleşme manasına idi. Yahûdîler, Müslümanların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e, (........) bizi de gözet ve koru manasındaki bu kelimeyi duyduklarında mal bulmuş mağribi gibi hemen fırsatı ganimet bilerek, bununla Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı çağırır oldular, seslenir oldular. Ancak niyetleri Rasûlüllah'a küfretmek ve hakaret idi. İşte mü'minler bu sözü kullanmaktan men olundular. Dolayısıyla, aynı anlama gelen, (ünzurna) kelimesini kullanmaları kendilerinden istendi; Bu da bakmaktan, ve gözetmekten gelir.

“Ve size söylenenleri dinleyin!” Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in size söylediklerini ve konuştuklarını güzel olarak dinleyin. Size öğretmeye çalıştığı meseleleri dikkatlice ve dinleyip kabul eden bir kulak ile dinleyin. Zihinlerinizi ve gözlerinizi, kulaklarınızı dört açın. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! tekrar tekrar aynı şeylerle uğraştırıp meşgul etmeyin.

Ya da onun dediklerini kabullenmek ve ona itâat etmek şartıyla dinleyin. Yoksa, “Dinledik ama karşı geldik.” diyen Yahûdîlerin dinlemesi gibi dinlemeyin.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dil uzatıp sebbetmeye kalkışan —Yahûdî- kâfirler için acıklı bir azap vardur.”

105

Kitap ehli kâfirler ve başka şeyleri ilâhlaştıran müşrikler, Rabbiniz tarafından size herhangi bir hayrın (vahyin) indirilmesini arzu etmezler. Halbuki Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sâhibidir.

“Kitap ehli kâfirler de, başka şeyleri ilâhlaştırân müşrikler de .... arzu etmezler.”

“Rabbınız tarafından size bir hayrin (vahyin) indirilmesini arzu etmezler.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (........) kelimesini şeddesiz olarak, (........) tarzında kırâat etmişlerdir. Cümledeki ilk, (........) harfi beyan (açıklama) içindir. Çünkü, kâfir olanlar manasında cins içindir.

Yani, genel anlamda kâfirler demekle birlikte burada iki çeşidine işaret ediyor. Bunlar da kitap ehli ile müşriklerdir. İkinci, (........) ise hayrın bolluğunu ifade için olup mezîdedir. Kısaca te'kit içindir. Üçüncü, (........) de ibtidai gaye içindir.

Hayr: Bundan maksat vahiydir. Nitekim “Rahmet” de vahiy manasındadır.

“Halbuki Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder.”

Yani, o Yahûdîler ve müşrikler kendilerini vahye daha lâyık kimseler olarak görüyorlar, dolayısıyla size haset edip sizi çekemiyorlar. Vahiyden herhangi bir şeyin size inmesini ya da indirilmesini arzu etmiyorlar. Halbuki Allah peygamberliğe dilediğini tahsis eder. Bu onların istedikleri gibi değildir.

“Allah büyük lütuf ve ihsan sâhibidir.” İşte Rabbimiz âyetin bu kısmıyla peygamberliğin büyük bir lütuf ve ikram olduğu gerçeğini bildiriyor.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1310  H : 710)

 

NESEFÎ / MEDÂRİK TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç