CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

YEMEK - 3

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Muhammed bin Ebî Bekr bin Amr şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında, beni yanına çağırdı. Rahatsızlığımdan perhiz yapıyordum. Beni yemeğe başlattı ve bir kimse yemekten önce; “Şehidallahü ennehü lâ ilâhe illâhü” (Âl-i İmrân: 18) âyet-i kerîmesini ve “Kureyş” sûresini okursa ve sonra yerse, o yemek ona zarar vermez.” buyurdu.

Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, tasavvuf ehli ve velî Muhammed Kudsî Bozkırî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân için, yemekleri helâlden olmayan bir ziyâfete çağırdılar. Yemekleri görünce, Allahü teâlânın izniyle helâlden olmadıklarını anladı. Ev sâhibinden özür dileyip, yemeklerden yemedi. Ev sâhibi, onun büyüklüğünü anlayıp, tövbe etti. Hâlis talebesi oldu.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelere, toprak kab içerisinde az yemek verdiğinden, bir yaşlı kadın Muhammed Şâzilî'ye kızdı. Onu inkâr ederek; "Yemeğin azlığı, onun velî olmadığını gösterir." dedi. Sonra gitti. İçinde kuzu ve ördek eti bulunan yemek yaptı, dergâha getirdi. Muhammed Şâzilî, Yûsuf Kutûrî hazretlerine; "Ye!" buyurdu. Yemeğin hepsini tek başına yedi ve yine açlıktan şikâyet etti. Kadın onu evine götürdü. Orada yediğinden daha fazla yemek yediği hâlde, yine şikayet ediyordu. Muhammed Şâzilî, kadına buyurdu ki: "Bereket, çokluğunda değil, evliyânın yemeklerindedir." Bunun üzerine kadın istigfâr etti ve tövbekâr oldu.

Yûsuf isimli bir şahıs, büyük velîlerden Muhammed Şâzilî hazretlerini sık sık ziyârete gelirdi. "Yemekte sofraya çok az ekmek konuyor, karnım doymuyor." derdi. Bir defâsında ziyâretine gelirken, iki de ekmek alıp, bunları koynuna saklamıştı. Her zaman olduğu gibi, yine sofra kuruldu. Yine her zamanki kadar ekmek ve yemek kondu. Fakat o zât, ne kadar yediyse ekmeği bir türlü bitiremedi. Bitmediği gibi, hiç de eksilmedi. Muhammed Şâzilî hazretleri kendisine; "İyi ye sofradan aç kalkma ki, iki ekmeğe ihtiyâcın kalmasın." buyurdu. O kimse çok mahcub oldu. Ekmekleri çıkarıp sofraya bıraktı. Tövbe istigfâr etti.

Muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi hazretleri, Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok severdi. Onun evine gider, Nûr sûresindeki; “Sâdık dostlarınızın evlerinde yemenizde size bir günah yoktur.” meâlindeki âyet-i kerîmesine uygun hareket ederdi. Hasan-ı Basrî de Muhammed bin Vâsi’nin bu hâline çok sevinirdi, dostlarının evinde serbest hareket etmesinden memnun olurdu.

Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Hadîs-i şerîf ilminde sika, güvenilir bir râvidir. Büyük bir hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed, ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullah'a kadar varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Yemekten önce el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir..."

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yeme içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır.” buyurmuştur.

Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) genelde bir parça arpa ekmeği ile, biraz sebze çorbası yerlerdi. Bâzan çok mikdarda pirinç pilavı da alırlardı. Yemeklerini hazır olanlarla birlikte yerler, kendileri çok az yemelerine rağmen, âdâb-ı muâşerete riâyet ve diğerlerine refâkat etmek için, yemeye devâm ediyormuş gibi görünürlerdi. Böylece, sofrada bulunanlar yemeğe devâm ederlerdi. Yemek yerken, sık sık fakirlerin hâlini düşünür ve onların durumuna ağlamaya başlardı. Onun mutfağında, fakir, zengin, herkes için lezzetli yemeklerin her çeşidi hazırlanırdı. Fakat kendisi aslâ bunlardan yemezdi. Akşam namazından sonra talebelerinden bâzıları, her gün ona çeşitli yiyecekler gönderirlerdi. Fakat Nizâmeddîn Evliyâ, bunların hepsini fakirlere dağıttırırdı.

Nizâmeddîn Evliyâ'nın hayırseverliği çok ve mükemmeldi. Bu da hocasının duâsı bereketiyle idi. Hocası Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker, bir gün Nizâmeddîn Evliyâ'ya şöyle duâ etmişti: "Ey Nizâmeddîn! Bugün sevdiğimiz sebze yemeğini çok güzel pişirmişsin. Tuzu da uygun olmuş. Allahü teâlâ, dergâhında çok tuz harcamaya seni muvaffak kılsın." Allahü teâlânın ihsânıyla ve bu duânın bereketiyle, tenceresi devâmlı kaynadı ve binlerce fakir, hergün onun mutfağından yemek yedi. Kendisine gelen bütün hediyeleri, hergün güneş batmadan önce muhakkak fakirlere dağıtırdı. Cuma namazına gitmeden önce, Nizâmeddîn Evliyâ, dergâhın ve mutfağın her köşesine, hiç bir şeyin kalmadığı ve hepsinin sadaka olarak verildiğinden emin olmak için bakardı. Yolcular, misâfirler ve onun dergâhına gelen her çeşit insan, tam bir misâfirperverlikle karşılanır ve ihtiyaçları giderilirdi.

 

YEMEKTE ZULMET VAR

Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

Hindistan’ın Bedâyûn, şehrinde doğan bu zât,

Yine bu memlekette; Delhi de etti vefât.

 

Seyfeddîn Fârûkî’nin, bulunup sohbetinde,

Bir Kâmil-i mükemmil, oldu nihâyetinde.

 

İnsanlar her taraftan, feyiz ve nûr almağa,

Artık onun yanında, başladı toplanmağa.

 

Teveccüh etse idi, talebeye bir kere,

Hemen o talebenin, başlardı kalbi zikre.

 

Helâlinden alırdı, ekmeğinin ununu,

Ve kendi yoğururdu, eliyle hamurunu.

 

Dînin emirlerine, eylerdi tam riâyet,

Haramdan kaçınmağa, ederdi hayli gayret.

 

Devamlı okuyarak, Resûl’ün hayatını,

Ona göre yapardı, her iş ve tâatını.

 

Helâya, sağ ayakla, girmişti bir gün sehven,

Tasavvufî hâlleri, bağlandı bu sebepten.

 

Üç gün tövbe ederek, yalvarınca Rabbine,

Önceki hâllerine, kavuştu aynen yine.

 

Dünya düşkünleriyle, görüşmezdi kat’iyyen,

Her gün yiyeceğini, seçerdi helâlinden

 

O kadar çok ibâdet, etmişti ki hayatta,

Çok ayakta durmakdan, büküldü beli hattâ.

 

Buyurdu: “Otuz yıldır, her hangi bir yemeği,

Geçirmedim kalbimden, pişittirip yimeği.

 

Ne zaman yiyeceğe, gerek duysaydım bilfarz,

Yanımda ne bulduysam, o şeyden yerdim biraz.”

 

Bir günde, bir defa ve helâl yerdi muhakkak,

Bir yemek şüpheliyse, dururdu ondan uzak.

 

Yemek ikrâm etmişti, kendisine bir zengin,

Bir bahâne söyleyip, yemedi ondan lâkin.

 

O dedi ki: “Efendim, helâldi yemeğimiz,

Çok üzüldüm, acaba, ne için yemediniz?”

 

Yakın talebesine, buyurdu ki o hemen,

“Yemekte zulmet vardı, yemedim bu sebepten.”

 

Onlar araştırdılar, gizlice bunu derhâl,

Gördüler ki yemeğin, malzemesi hep helâl.

 

Sonra anladılar ki, o kimsenin niyyeti,

Hâlis değil, mâlesef, gösterişmiş meğer ki.

 

Dünyaya düşkün biri, bu zâttan emâneten,

Bir kitap isteseydi, verirdi onu hemen.

 

Lâkin geri gelince, iki-üç gün müddetle,

Alıp da okumazdı, onu umûmiyetle.

 

Sohbet’in tesîriyle, kitaptaki o zulmet,

Dağılınca alır ve okurdu en nihâyet.

 

En büyük talebesi, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,

Ondan bahsettiğinde, ağlardı çoğu zaman

 

Derdi ki: “Seyyid Nûr’a, siz yetişemediniz,

Eğer ona yetişip, bir defâ görseydiniz,

 

Derdiniz ki: “Ne kudret sâhibidir ki Allah,

Böyle bir mübârek zât, yaratmış, sübhânallah.”

 

Herkesin baş gözüyle, göremediklerini,

O, kalb gözüyle görür, anlardı herbirini.

 

Talebesinden biri, yabancı bir kadına,

Bakıp da geldiğinde, hocasının yanına,

 

Buyurdu: “Sende zinâ, zulmeti görüyorum,

Yabancı kadınlara, bir daha bakma yavrum.”

 

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerini, iki kişi bir gün ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin." Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Kıyâmet günü, az yemenin mükâfâtını hiçbir amel karşılayamaz."

Bir gün Sehl-i Tüsteri'ye "Günde bir defâ yemeğe ne dersin?" diye sorduklarında; "Bu sıddîkların yeme tarzıdır." dedi. "İki öğün yemeğe ne dersin?" dediklerinde; "Bu müminin yeme tarzıdır." dedi. "Üç defâ yemeğe ne dersin? dediklerinde, cevâbı biraz ağır oldu.

Hindistan'da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir defâsında, dünyâya düşkün olan devlet adamlarından birinin yemeğini yemiştim. Kalbim ve rûhum sıkıldı. Mâneviyâtım bulandı. Ne kadar tövbe istigfâr ettiysem, eski iyi ve huzurlu hâlime gelemedim. Gerçi doğru yoldan hiç ayrılmadım ama, mânevî lezzetimi kaybettim. Demek ki yediğim o yemek şüpheli imiş."

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yemeklerini toplu olarak bir sofrada yiyen ev halkına meleklerin duâ ettiğini duydum. Bunlara Allahü teâlâ rahmet eder."

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) az yer, az uyurdu. "On altı senedir, doyasıya yemek yemedim." buyurdu. Sebebi sorulunca "Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idrâki azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibâdetten alıkor. Kulluğun başı az yemektir." buyurmuştu.

Hindistan'da Bedâyûn şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Şeyh Şâhî Mûytâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebeleri ile birlikte bir yere gittiler. Gittikleri yerde talebeler, yemek olarak pirinç ve süt pişirdiler. Yemek hazırlanıp önüne getirildiği zaman Hâce Şâhî yemeğe nazar etti (baktı) ve; "Bu yemekte hıyânet kokusu vardır, biz bundan yiyemeyiz" buyurdu. Talebelerin hepsi hayret edip; "Bizden hiç birimiz hıyânet etmemiştir." dediler. Pirinç ve sütü pişiren iki kişi hazret-i Hâce'nin huzûruna geldiler, dediler ki: "Efendim! Sütü pişirirken süt köpürmüştü, taşacaktı. Mecbûr kalıp, taşmaması için sütten bir miktar alıp içtik, şimdi ise bu kabahatimize pişmân olduk. Özür dileriz." Hâce Şâhî, "Yemek, dostlarımızın (talebelerimizin) önüne gelmeden, o yemekten yiyen hıyânet etmiş olur. Fakat, mâdem ki siz özür diliyorsunuz, pişmân oluyorsunuz, öyleyse affettim." buyurdu.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz."

Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerim Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti. Teşrif etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen niçin dâvet etmezsin?" buyurdu. "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!" buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı."

Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Canım et istediği halde yedi sene almadım. Fakat sonunda bir mikdar alıp, pişirdim. Sonra yetim bir çocuğa rastladım. Elimdeki eti ona verdim." Bu manzarayı görenler, Utbet-ül-Gulâm'ın "Yoksulları, öksüzleri, esirleri severek yedirirler." (İnsan sûresi:76) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, ondan sonra et yediğini görmedik dediler.

Müslim Abâdânî anlatır: Sâlih el-Mürrî, Utbet-ül-Gulâm, Abdülvâhid bin Zeyd ve Müslim el-Esvârî bize gelip, deniz kenarına indiler. Kendilerini bir akşam yemeğe dâvet ettim. Herkes sofraya oturmuştu. Bu sırada görünmeyen birisi: "Ebedî ve nîmetler yurdu olan Cennet'ten, dünyânın geçici zevkleri, nefsin arzu ve istekleri seni alıkor." diye konuşmuştu. Utbet-ül-Gulâm bunu duyunca düşüp bayıldı. Yemekte bulunanlar bir şey yemeden kalktılar.

Rebâh el-Kaysî anlatır: Utbet-ül-Gulâm ile berâberdik. Kendisine bir mikdâr hurma almıştı. Akşam vakti sıralarında, rüzgâr esmeye başladı. Bunun üzerine Utbet-ül-Gulâm; "Yâ Rabbi! Canım istediği halde bir seneden beri hurma almamıştım. Fakat hurma yeme isteği bana gâlip geldi. Yemek için aldım." dedikten sonra, aldığı hurmaları yemeyip, tekrar fakirlere dağıttı.

İstanbul'daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir bahar günü, mevsim güzel, hava çok hoş. Allah'ın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz dediklerinde; "Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun." buyurdu.

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Yakınlarından birisine şunları tavsiye etti: "Yemeğe besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) ile başla. Sonunda Allahü teâlâya, verdiği nîmetinden dolayı hamdet (Elhamdülillah, de)."

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) az yemek yemeyi tavsiye ederdi. Bu sebeple; “Ben hiçbir zaman mîdemi doyurmadım. Çünkü ne zaman mîdemi dolduracak olsam, ya günaha düşerim veya günah işleme arzusuna kapılırım.” buyurdu.