YEMEK - 3
Velî ve Hanbelî mezhebî
fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Muhammed
bin Ebî Bekr bin Amr şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında, beni yanına çağırdı.
Rahatsızlığımdan perhiz yapıyordum. Beni yemeğe başlattı ve bir kimse yemekten
önce; “Şehidallahü ennehü lâ ilâhe illâhü” (Âl-i İmrân: 18) âyet-i kerîmesini ve
“Kureyş” sûresini okursa ve sonra yerse, o yemek ona zarar vermez.” buyurdu.
Aklî ve naklî ilimlerde
derin âlim, tasavvuf ehli ve velî Muhammed Kudsî Bozkırî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân için, yemekleri helâlden olmayan bir ziyâfete
çağırdılar. Yemekleri görünce, Allahü teâlânın izniyle helâlden olmadıklarını
anladı. Ev sâhibinden özür dileyip, yemeklerden yemedi. Ev sâhibi, onun
büyüklüğünü anlayıp, tövbe etti. Hâlis talebesi oldu.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelere, toprak
kab içerisinde az yemek verdiğinden, bir yaşlı kadın Muhammed Şâzilî'ye kızdı.
Onu inkâr ederek; "Yemeğin azlığı, onun velî olmadığını gösterir." dedi. Sonra
gitti. İçinde kuzu ve ördek eti bulunan yemek yaptı, dergâha getirdi. Muhammed
Şâzilî, Yûsuf Kutûrî hazretlerine; "Ye!" buyurdu. Yemeğin hepsini tek başına
yedi ve yine açlıktan şikâyet etti. Kadın onu evine götürdü. Orada yediğinden
daha fazla yemek yediği hâlde, yine şikayet ediyordu. Muhammed Şâzilî, kadına
buyurdu ki: "Bereket, çokluğunda değil, evliyânın yemeklerindedir." Bunun
üzerine kadın istigfâr etti ve tövbekâr oldu.
Yûsuf isimli bir şahıs,
büyük velîlerden Muhammed Şâzilî hazretlerini sık sık ziyârete gelirdi. "Yemekte
sofraya çok az ekmek konuyor, karnım doymuyor." derdi. Bir defâsında ziyâretine
gelirken, iki de ekmek alıp, bunları koynuna saklamıştı. Her zaman olduğu gibi,
yine sofra kuruldu. Yine her zamanki kadar ekmek ve yemek kondu. Fakat o zât, ne
kadar yediyse ekmeği bir türlü bitiremedi. Bitmediği gibi, hiç de eksilmedi.
Muhammed Şâzilî hazretleri kendisine; "İyi ye sofradan aç kalkma ki, iki ekmeğe
ihtiyâcın kalmasın." buyurdu. O kimse çok mahcub oldu. Ekmekleri çıkarıp sofraya
bıraktı. Tövbe istigfâr etti.
Muhaddis, zâhid, âbid,
ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi hazretleri,
Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok severdi. Onun evine
gider, Nûr sûresindeki; “Sâdık dostlarınızın evlerinde yemenizde size bir günah
yoktur.” meâlindeki âyet-i kerîmesine uygun hareket ederdi. Hasan-ı Basrî de
Muhammed bin Vâsi’nin bu hâline çok sevinirdi, dostlarının evinde serbest
hareket etmesinden memnun olurdu.
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri Hadîs-i şerîf ilminde sika, güvenilir bir râvidir. Büyük
bir hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri
Ali ve Muhammed, ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullah'a kadar
varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Yemekten önce
el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir..."
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu.
Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yeme
içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda
idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır.” buyurmuştur.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) genelde bir parça arpa ekmeği ile, biraz sebze çorbası yerlerdi.
Bâzan çok mikdarda pirinç pilavı da alırlardı. Yemeklerini hazır olanlarla
birlikte yerler, kendileri çok az yemelerine rağmen, âdâb-ı muâşerete riâyet ve
diğerlerine refâkat etmek için, yemeye devâm ediyormuş gibi görünürlerdi.
Böylece, sofrada bulunanlar yemeğe devâm ederlerdi. Yemek yerken, sık sık
fakirlerin hâlini düşünür ve onların durumuna ağlamaya başlardı. Onun
mutfağında, fakir, zengin, herkes için lezzetli yemeklerin her çeşidi
hazırlanırdı. Fakat kendisi aslâ bunlardan yemezdi. Akşam namazından sonra
talebelerinden bâzıları, her gün ona çeşitli yiyecekler gönderirlerdi. Fakat
Nizâmeddîn Evliyâ, bunların hepsini fakirlere dağıttırırdı.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın
hayırseverliği çok ve mükemmeldi. Bu da hocasının duâsı bereketiyle idi. Hocası
Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker, bir gün Nizâmeddîn Evliyâ'ya şöyle duâ etmişti: "Ey
Nizâmeddîn! Bugün sevdiğimiz sebze yemeğini çok güzel pişirmişsin. Tuzu da uygun
olmuş. Allahü teâlâ, dergâhında çok tuz harcamaya seni muvaffak kılsın." Allahü
teâlânın ihsânıyla ve bu duânın bereketiyle, tenceresi devâmlı kaynadı ve
binlerce fakir, hergün onun mutfağından yemek yedi. Kendisine gelen bütün
hediyeleri, hergün güneş batmadan önce muhakkak fakirlere dağıtırdı. Cuma
namazına gitmeden önce, Nizâmeddîn Evliyâ, dergâhın ve mutfağın her köşesine,
hiç bir şeyin kalmadığı ve hepsinin sadaka olarak verildiğinden emin olmak için
bakardı. Yolcular, misâfirler ve onun dergâhına gelen her çeşit insan, tam bir
misâfirperverlikle karşılanır ve ihtiyaçları giderilirdi.
YEMEKTE ZULMET VAR
Nûr Muhammed Bedâyûnî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Hindistan’ın Bedâyûn,
şehrinde doğan bu zât,
Yine bu memlekette; Delhi de
etti vefât.
Seyfeddîn Fârûkî’nin,
bulunup sohbetinde,
Bir Kâmil-i mükemmil, oldu
nihâyetinde.
İnsanlar her taraftan, feyiz
ve nûr almağa,
Artık onun yanında, başladı
toplanmağa.
Teveccüh etse idi, talebeye
bir kere,
Hemen o talebenin, başlardı
kalbi zikre.
Helâlinden alırdı, ekmeğinin
ununu,
Ve kendi yoğururdu, eliyle
hamurunu.
Dînin emirlerine, eylerdi
tam riâyet,
Haramdan kaçınmağa, ederdi
hayli gayret.
Devamlı okuyarak, Resûl’ün
hayatını,
Ona göre yapardı, her iş ve
tâatını.
Helâya, sağ ayakla, girmişti
bir gün sehven,
Tasavvufî hâlleri, bağlandı
bu sebepten.
Üç gün tövbe ederek,
yalvarınca Rabbine,
Önceki hâllerine, kavuştu
aynen yine.
Dünya düşkünleriyle,
görüşmezdi kat’iyyen,
Her gün yiyeceğini, seçerdi
helâlinden
O kadar çok ibâdet, etmişti
ki hayatta,
Çok ayakta durmakdan,
büküldü beli hattâ.
Buyurdu: “Otuz yıldır, her
hangi bir yemeği,
Geçirmedim kalbimden,
pişittirip yimeği.
Ne zaman yiyeceğe, gerek
duysaydım bilfarz,
Yanımda ne bulduysam, o
şeyden yerdim biraz.”
Bir günde, bir defa ve helâl
yerdi muhakkak,
Bir yemek şüpheliyse,
dururdu ondan uzak.
Yemek ikrâm etmişti,
kendisine bir zengin,
Bir bahâne söyleyip, yemedi
ondan lâkin.
O dedi ki: “Efendim, helâldi
yemeğimiz,
Çok üzüldüm, acaba, ne için
yemediniz?”
Yakın talebesine, buyurdu ki
o hemen,
“Yemekte zulmet vardı,
yemedim bu sebepten.”
Onlar araştırdılar, gizlice
bunu derhâl,
Gördüler ki yemeğin,
malzemesi hep helâl.
Sonra anladılar ki, o
kimsenin niyyeti,
Hâlis değil, mâlesef,
gösterişmiş meğer ki.
Dünyaya düşkün biri, bu
zâttan emâneten,
Bir kitap isteseydi, verirdi
onu hemen.
Lâkin geri gelince, iki-üç
gün müddetle,
Alıp da okumazdı, onu
umûmiyetle.
Sohbet’in tesîriyle,
kitaptaki o zulmet,
Dağılınca alır ve okurdu en
nihâyet.
En büyük talebesi, Mazhar-ı
Cân-ı Cânân,
Ondan bahsettiğinde, ağlardı
çoğu zaman
Derdi ki: “Seyyid Nûr’a, siz
yetişemediniz,
Eğer ona yetişip, bir defâ
görseydiniz,
Derdiniz ki: “Ne kudret
sâhibidir ki Allah,
Böyle bir mübârek zât,
yaratmış, sübhânallah.”
Herkesin baş gözüyle,
göremediklerini,
O, kalb gözüyle görür,
anlardı herbirini.
Talebesinden biri, yabancı
bir kadına,
Bakıp da geldiğinde,
hocasının yanına,
Buyurdu: “Sende zinâ,
zulmeti görüyorum,
Yabancı kadınlara, bir daha
bakma yavrum.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerini,
iki kişi bir gün ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye
içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir
şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek
gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia
hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa
gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi.
Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye
gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek
geldi. Eksik olduğunu söyledin." Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince
karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene
verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını,
bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde
(En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun
bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de
ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"Kıyâmet günü, az yemenin mükâfâtını hiçbir amel karşılayamaz."
Bir gün Sehl-i Tüsteri'ye
"Günde bir defâ yemeğe ne dersin?" diye sorduklarında; "Bu sıddîkların yeme
tarzıdır." dedi. "İki öğün yemeğe ne dersin?" dediklerinde; "Bu müminin yeme
tarzıdır." dedi. "Üç defâ yemeğe ne dersin? dediklerinde, cevâbı biraz ağır
oldu.
Hindistan'da yetişen büyük
âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bir defâsında, dünyâya düşkün olan devlet adamlarından birinin
yemeğini yemiştim. Kalbim ve rûhum sıkıldı. Mâneviyâtım bulandı. Ne kadar tövbe
istigfâr ettiysem, eski iyi ve huzurlu hâlime gelemedim. Gerçi doğru yoldan hiç
ayrılmadım ama, mânevî lezzetimi kaybettim. Demek ki yediğim o yemek şüpheli
imiş."
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yemeklerini toplu olarak
bir sofrada yiyen ev halkına meleklerin duâ ettiğini duydum. Bunlara Allahü
teâlâ rahmet eder."
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) az yer, az uyurdu. "On altı senedir,
doyasıya yemek yemedim." buyurdu. Sebebi sorulunca "Çok yemek bedene ağırlık
verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idrâki azaltır, çok uyku getirir ve böylece
insanı ibâdetten alıkor. Kulluğun başı az yemektir." buyurmuştu.
Hindistan'da Bedâyûn
şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Şeyh Şâhî Mûytâb (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir gün talebeleri ile birlikte bir yere gittiler. Gittikleri yerde
talebeler, yemek olarak pirinç ve süt pişirdiler. Yemek hazırlanıp önüne
getirildiği zaman Hâce Şâhî yemeğe nazar etti (baktı) ve; "Bu yemekte hıyânet
kokusu vardır, biz bundan yiyemeyiz" buyurdu. Talebelerin hepsi hayret edip;
"Bizden hiç birimiz hıyânet etmemiştir." dediler. Pirinç ve sütü pişiren iki
kişi hazret-i Hâce'nin huzûruna geldiler, dediler ki: "Efendim! Sütü pişirirken
süt köpürmüştü, taşacaktı. Mecbûr kalıp, taşmaması için sütten bir miktar alıp
içtik, şimdi ise bu kabahatimize pişmân olduk. Özür dileriz." Hâce Şâhî, "Yemek,
dostlarımızın (talebelerimizin) önüne gelmeden, o yemekten yiyen hıyânet etmiş
olur. Fakat, mâdem ki siz özür diliyorsunuz, pişmân oluyorsunuz, öyleyse
affettim." buyurdu.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi Ubeydullah-ı Ahrâr
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden
"Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi
kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır.
Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen
kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği
haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr
etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı
kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz."
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî
hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerim
Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet
etti. Teşrif etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen
niçin dâvet etmezsin?" buyurdu. "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat
ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim. Bana, iki batman un ile çorba
pişirmemi söyledi. "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu. Emrini yerine
getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük
sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri
almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu
kalabalığı görünce, hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce
Ubeydullah hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!"
buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp,
tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp;
"Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" buyurdu. Bu emri
üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve
tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım.
Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba
dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup,
sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu
daha çok sevip, bağlılıkları arttı."
Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm
(rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Canım et istediği halde yedi sene
almadım. Fakat sonunda bir mikdar alıp, pişirdim. Sonra yetim bir çocuğa
rastladım. Elimdeki eti ona verdim." Bu manzarayı görenler, Utbet-ül-Gulâm'ın
"Yoksulları, öksüzleri, esirleri severek yedirirler." (İnsan sûresi:76)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, ondan sonra et yediğini görmedik dediler.
Müslim Abâdânî anlatır:
Sâlih el-Mürrî, Utbet-ül-Gulâm, Abdülvâhid bin Zeyd ve Müslim el-Esvârî bize
gelip, deniz kenarına indiler. Kendilerini bir akşam yemeğe dâvet ettim. Herkes
sofraya oturmuştu. Bu sırada görünmeyen birisi: "Ebedî ve nîmetler yurdu olan
Cennet'ten, dünyânın geçici zevkleri, nefsin arzu ve istekleri seni alıkor."
diye konuşmuştu. Utbet-ül-Gulâm bunu duyunca düşüp bayıldı. Yemekte bulunanlar
bir şey yemeden kalktılar.
Rebâh el-Kaysî anlatır:
Utbet-ül-Gulâm ile berâberdik. Kendisine bir mikdâr hurma almıştı. Akşam vakti
sıralarında, rüzgâr esmeye başladı. Bunun üzerine Utbet-ül-Gulâm; "Yâ Rabbi!
Canım istediği halde bir seneden beri hurma almamıştım. Fakat hurma yeme isteği
bana gâlip geldi. Yemek için aldım." dedikten sonra, aldığı hurmaları yemeyip,
tekrar fakirlere dağıttı.
İstanbul'daki meşhûr
velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir bahar
günü, mevsim güzel, hava çok hoş. Allah'ın rahmet eserlerini görmeniz için
dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz dediklerinde; "Bugün müsâade edin. Akşam, her
zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim
olsun." buyurdu.
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Yakınlarından birisine şunları tavsiye etti: "Yemeğe besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm)
ile başla. Sonunda Allahü teâlâya, verdiği nîmetinden dolayı hamdet
(Elhamdülillah, de)."
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) az yemek yemeyi
tavsiye ederdi. Bu sebeple; “Ben hiçbir zaman mîdemi doyurmadım. Çünkü ne zaman
mîdemi dolduracak olsam, ya günaha düşerim veya günah işleme arzusuna
kapılırım.” buyurdu. |