YEMEK - 2
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yemek yerken vakitten tasarruf olsun
diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle yerdi. "Çiğnemek, zamânı
uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, elli âyet-i kerîmeyi, okumama engel oluyor,
niçin zamânı zâyi edeyim." derdi.
Suriye'de yetişen velîlerden
Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh) yiyip içmenin
edepleriyle ilgili olarak buyurdular ki: "Yemekte edeb odur ki, yemek ancak
zarûret olduğu zaman yenir. Her zaman yenmez."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mecbûriyet gibi
özür hâli müstesnâ, aç gözlülük ve iştahla zenginlerin yemeğine el uzatan kimse,
ebediyyen iflâh olmaz."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsin
isteklerine karşı çıkar, çok riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Açlık çekmek
husûsunda meşhur oldu. Bu sebeple "Bündârü'l-Câiîn" (açlık çekenlerin reisi)
adıyla anıldı. Aç kalmanın fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle
buyurdu:
"Dünyânın anahtarı tokluk,
âhiretin anahtarı açlıktır. Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar
namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mîde dolu olunca, kalbe gaflet basar.
İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mîdeyi haram ile
dolduranların hâli acaba nasıl olur?"
"Açlık, Allahü teâlânın
hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı
doyunca, bütün âzâlarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları
şehvetlere karşı bir arzu duymaz."
"En sağlam kale, dilini
korumaktır. İbâdetin özü açlıktır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere
muhabbet etmek, bütün kötülüklerin başıdır."
"Karın tokluğu, Allahü
teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir."
"Her şeyin bir helak sebebi
vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası vardır.
Kalp nûrunun pası tokluktur."
"Ben öyle insanlara yetiştim
ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu
ganîmet saydığı gibi."
Yemek yerken hızlı ve çok
yememeyi tavsiye ederek şöyle buyurdu: "Karnını tıkabasa doyuran kimse altı şeye
mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası
zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü;
başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır.
Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar."
"Dünyâ ve âhirete âit bir iş
dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arzet. Zîrâ
tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın
kalbi ise kör ve azgın olur."
Yemeye şöyle bir sınır
getirdi: Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin
kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o
zaman zarar görür.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri idi. Öyle ki bu
ümmetten onun kadar açlığa tahammül eden pek az kimse olmuştu. Yemek zamânı âdet
üzere tuzluğu getirip önüne koyar, ekmeği tuza batırıp yerdi. Bir defâsında
tuzlukta kalmış olan bir susamı yemişti; "Bu susamı yeyince bir müddet mânevî
hâllerimi kaybettim." buyurdu.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri buyurdular ki: "Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım
ibâdetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde
uyuyacağı ve güveyi ile başbaşa kalacağı boş bir ev ister!"
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, Câbir bin Abdullah'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği
hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hastalarınızı yemek
için zorlamayın, zîrâ Allahü teâlâ onları yedirir ve içirir." buyurdular.
En büyük velîlerden
İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün halîfe
Hârûn Reşîd, yemeğe dâvet etmişti. Sofraya tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi
getirdiler. Hârûn Reşîd; "Bunlardan âfiyetle yiyiniz, her zaman böyle yiyecekler
ikrâm etmezler." dedi. Bu durum karşısında Ebû Yûsuf hazretleri hocasının yıllar
önce annesine söylediği sözleri hatırlayıp hocasının kerâmetini anlayarak
gözleri yaşardı. Hârûn Reşîd hayretle sebebini sordu. Ebû Yûsuf hazretleri de
hâdiseyi anlattı: "Hocam İmâm-ı A'zam hazretlerinin derslerine yeni başlamıştım.
Bir gün annem gelip; "Hoca efendi sizin geçiminiz yerinde, fakat biz muhtacız.
Çocuğun geçimimizi temin etmesi için ücretle çalışması gerekiyor." dedi. Bunun
üzerine hocam tebessüm edip; "Bu çocuk burada tereyağ, fıstık, bâdem ezmesi
yemeyi öğreniyor." buyurdu dedi ve; "İşte bu yediğimiz hocamın haber verdiği
yiyecektir." diyerek, İmâm-ı A'zam hazretlerine rahmetle duâ etti.
Endülüste'te ve Mısır'da
yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihan için bir kimse, ona helâl
olduğu şüpheli bir yemek getirdi. Ebü'l-Abbâs hazretleri o yemeği kabûl etmedi
ve; "Şüpheli bir şey ile karşılaştığımda, vücûdumdaki damarlar hareket edip beni
îkâz ederler. Vallâhi karnıma, aslâ haram lokma girmedi." buyurdular. O kimse,
hatâsını anlayıp pişman oldu ve orada tövbe etti.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Biz Hak'la olunca, mahlûktan hiçbirini görmeyiz. İnsanlık îcâbı
baksak bile, onlar güneş ışığında dalgalanan havadaki ince toz gibi görünür.
Dikkatle baksan bir şey bulamazsın."
Seydişehir'de yaşayan büyük
velîlerden Hacı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
talebelerine sık sık şöyle buyururdu: "Helal yemek lâzımdır. Dîn-i İslâma uygun
kazanmak lâzımdır. Çünkü din, hakîkat ancak helâl yemekle meydana gelir.
Tehlikenin başı haram yemektir. Bir insan haramdan sakınır ise, onun için ibâdet
ve tâat kolaylaşır. İbâdetten tad alır."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) elini şüpheli bir yiyeceğe
uzatınca, parmağının damarı hareket etmeye başlardı. Eğer bu harekete mâni
olamazsa o yiyeceğin helâl olmadığını anlar ve yemekten vaz geçip, yemezdi.
Evliyânın en büyüklerinden
Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey Âdemoğlu!
Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de düşünme ve
teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini hayrete düşürecek
mâhiyettedir.
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gıdâsı her gece sâdece yedi
kuru üzümdü. Hizmetçisi yedi tâne üzüm hazırlar ve onu yerdi. Bedenen hafîf,
rûhen yüksek bir hâle sâhipti. Hizmetçisi bir gece sekiz üzüm verdi. Farkına
varmadan bu sekiz kuru üzümü yedi. Kendinde önceki ibâdet ve zikir zevkini
bulamayınca, hizmetçisine sorup yedi yerine sekiz verdiğini öğrendi. Hizmetçiye;
"Bundan sonra sen benim dostum değilsin! Dost olsaydın bunu yapmazdın!" diyerek,
hizmetinden uzaklaştırdı. Bu vazîfeyi başka bir talebesine verdi.
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Borcu olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam
yememelidir."
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bir
akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere, yüksek huzûruna geldi.
Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta içeri girdiği zaman daha bir şey
söylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?"
dedi. O da; "Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki,
perhiz ediyorum." dedi. Hastayı muâyene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i
Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i Zaman, doktora
dönerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi. Doktor; "Efendim, tıb bilgimize
göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve öldürür." diye arz etti. Bunun
üzerine hastaya dönüp; "Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifânız bunlardadır."
buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit
yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izniyle hemen sıhhate
kavuştu.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebelerine
ve sevenlerine buyurdular ki: "Siz kendi evinizde ve arkadaşlarınızın evinde
bulunduğunuz zaman önünüze yemek veya yiyecek bir şey getirilirse yalnız
yemeyiniz." Orada bulunanlardan birisi şöyle anlattı: "Ben her Cumâ günü
namazdan sonra hocamın hizmetini görür, sonra izin alır, annemin yanına
giderdim. Bir Cuma günü yine aynı şekilde yaptım. Cumâ namazından sonra hocamdan
izin alıp annemi ziyârete gittim. Eve varıp hürmetle annemin ellerini öptüm,
duâsını alıp oturdum. Annem gidip biraz hurma getirdi ve önüme koydu. Yememi
söyledi. Ben yemedim. Annem çok ısrar etti."
"Şunu senin için
saklamıştım." dedi. Annemin bu ısrarı üzerine hocamın bize olan nasîhatlerini
anlattım. Annem; "Oğlum. Benim hatırım için şu birkaç hurmayı yiyiver. Senin
hocan bunu nereden bilecek." dedi. Annemin ısrarına dayanamayıp bir tâne hurma
yedim. Fakat kalbime bir sıkıntı çöktü. Bir müddet sonra annemden izin alıp
hocamın huzûruna döndüm. Selâm verdim. Hocam Kâzerûnî selâmımı aldıktan sonra;
"Annenin yanında bulunduğun sırada neler yaptın ve ne yedin?" diye sordu. Ben
sessiz kaldım. Hocam devam ederek yüzüme baktı ve; "Orada bir hurma yedin."
buyurdu. Hocamın bu sözü üzerine içimi öyle bir heybet ve korku kapladı ki,
târif edemem. O günden sonra hiçbir hâlimin, işimin ve sözümün hocama gizli
olmadığına ve her şeyimizi ânında görmekte olduklarına olan yakînim arttı. O
hatâmdan dolayı tövbe ve istiğfâr ettim. O andan îtibâren arkadaşlarımdan ayrı
hiçbir şey yemedim.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az yemelidir.
Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile
yetinmelidir.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Dostların sofrasında yenilen yemeğin hazmı kolay olur. Düşmanın
yemeği ise, insana ağırlık verir.”
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dâmâdı Şeyh
Şemsüddîn Tuneyhî şöyle anlattı: “Beldemizde bir şahıs vardı. Çok yemek yeme
hastalığına mübtelâ olmuştu. Bu şahıs, birgün Muhammed bin Anân’ın dergâhında
misâfir oldu. Orada yemek yedi. Dimyat’a gitmek için binek istedi. Hizmetçisi,
Muhammed bin Anân’a; “Bu şahıs, burada kaldığı bir gecede, büyük bir balık ve
bir sepet dolusu hurma yedi. Yine de doymadı” dedi. Bunun üzerine Muhammed bin
Anân onu yanına çağırttı. Eline aldığı bir dilim ekmeği ikiye böldü ve bir
parçasını o şahsa vererek; “Besmele çek ve bu yarım dilim ekmeği ye” buyurdu. O
şahıs o ekmeği yiyince doydu. O andan itibâren, bir daha fazla yemek yemedi.
Muhammed bin Anân'ın ona verdiği ekmek ile her zaman doyardı.”
Büyük velîlerden ve
“Silsile-i aliyye” denilen büyük İslâm âlimlerinin on üçüncüdsü olan Muhammed
Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Behâüddîn Buhârî hazretleri
anlatır: "Bir defâsında Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî ile yemek yiyorduk. Yemek
bitince, bana bir ekmek uzatıp; "Al, bunu sakla!" buyurdu. Yemek yediğimiz
hâlde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Bu sırada
bana; "Faydasız düşüncelerden kalbi muhâfaza etmek lâzımdır!" buyurdu. Sonra
yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misâfir olduk. Misâfir olduğumuz evin
sâhibinin sıkıntılı bir hâlde olduğu görülüyordu. Hocam ona; "Niye üzülüyorsun?"
buyurdu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, süte banıp yemek için ekmeğim yok.
Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "İşte acabâ ne için ayırıyoruz? diye
düşündüğün ekmek bu iş içindi, ver sahibine yesin." buyurdu."
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yemek
yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ
sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı
söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın
yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel
olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar"
derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet
etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.
Bir gün hâl ve keşf sâhibi
dostlarından biri gelip; "Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir
karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi bilemiyorum." deyince,
Hâce hazretleri; "Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu." buyurdu. "Yemekler, her
günkü yemeklerdi." deyince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri: "İyi düşününüz, iyi
düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu
hâle sebeb olmuştur." dedi. İyice düşününce; "Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan,
helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını
hatırladım." dedi. Bunun gibi, şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların
fazlasından da sakınır, mübâhları zarûret mikdârı kullanırdı.
Yemek husûsundaki bu
ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve temizliği
sebebiyleydi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile tesir edeceği kadar, saf ve
temizdi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etraflarında en temiz ve en muhlis
olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti,
noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aksederdi.
Muhammed Bâkî-billah
hazretleri buyurdular ki: "Sakın helâl ve haramdan her bulduğunu korkusuzca
yiyenlerden olma!"
"Haram ve şüpheli bir lokma
yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) yemek husûsunda ısrar edenlere; "Tasavvuf yolcusunun
yemeği ilim öğrenmek, Allahü teâlânın ismini zikre devâm etmektir. O kimsenin
düşüncesinin yemek, içmek olması ona yakışmaz." buyurdular. |