CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

YEMEK - 2

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yemek yerken vakitten tasarruf olsun diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle yerdi. "Çiğnemek, zamânı uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, elli âyet-i kerîmeyi, okumama engel oluyor, niçin zamânı zâyi edeyim." derdi.

Suriye'de yetişen velîlerden Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh)  yiyip içmenin edepleriyle ilgili olarak buyurdular ki: "Yemekte edeb odur ki, yemek ancak zarûret olduğu zaman yenir. Her zaman yenmez."

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mecbûriyet gibi özür hâli müstesnâ, aç gözlülük ve iştahla zenginlerin yemeğine el uzatan kimse, ebediyyen iflâh olmaz."

Şam'da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsin isteklerine karşı çıkar, çok riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Açlık çekmek husûsunda meşhur oldu. Bu sebeple "Bündârü'l-Câiîn" (açlık çekenlerin reisi) adıyla anıldı. Aç kalmanın fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle buyurdu:

"Dünyânın anahtarı tokluk, âhiretin anahtarı açlıktır. Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mîde dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mîdeyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur?"

"Açlık, Allahü teâlânın hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı doyunca, bütün âzâlarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları şehvetlere karşı bir arzu duymaz."

"En sağlam kale, dilini korumaktır. İbâdetin özü açlıktır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere muhabbet etmek, bütün kötülüklerin başıdır."

"Karın tokluğu, Allahü teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir."

"Her şeyin bir helak  sebebi vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası vardır. Kalp nûrunun pası tokluktur."

"Ben öyle insanlara yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu ganîmet saydığı gibi."

Yemek yerken hızlı ve çok yememeyi tavsiye ederek şöyle buyurdu: "Karnını tıkabasa doyuran kimse altı şeye mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü; başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır. Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar."

"Dünyâ ve âhirete âit bir iş dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arzet. Zîrâ tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın kalbi ise kör ve azgın olur."

Yemeye şöyle bir sınır getirdi: Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o zaman zarar görür.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri idi. Öyle ki bu ümmetten onun kadar açlığa tahammül eden pek az kimse olmuştu. Yemek zamânı âdet üzere tuzluğu getirip önüne koyar, ekmeği tuza batırıp yerdi. Bir defâsında tuzlukta kalmış olan bir susamı yemişti; "Bu susamı yeyince bir müddet mânevî hâllerimi kaybettim." buyurdu.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri buyurdular ki: "Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibâdetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile başbaşa kalacağı boş bir ev ister!"

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Câbir bin Abdullah'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hastalarınızı yemek için zorlamayın, zîrâ Allahü teâlâ onları yedirir ve içirir." buyurdular.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün halîfe Hârûn Reşîd, yemeğe dâvet etmişti. Sofraya tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi getirdiler. Hârûn Reşîd; "Bunlardan âfiyetle yiyiniz, her zaman böyle yiyecekler ikrâm etmezler." dedi. Bu durum karşısında Ebû Yûsuf hazretleri hocasının yıllar önce annesine söylediği sözleri hatırlayıp hocasının kerâmetini anlayarak gözleri yaşardı. Hârûn Reşîd hayretle sebebini sordu. Ebû Yûsuf hazretleri de hâdiseyi anlattı: "Hocam İmâm-ı A'zam hazretlerinin derslerine yeni başlamıştım. Bir gün annem gelip; "Hoca efendi sizin geçiminiz yerinde, fakat biz muhtacız. Çocuğun geçimimizi temin etmesi için ücretle çalışması gerekiyor." dedi. Bunun üzerine hocam tebessüm edip; "Bu çocuk burada tereyağ, fıstık, bâdem ezmesi yemeyi öğreniyor." buyurdu dedi ve; "İşte bu yediğimiz hocamın haber verdiği yiyecektir." diyerek, İmâm-ı A'zam hazretlerine rahmetle duâ etti.

Endülüste'te ve Mısır'da yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihan için bir kimse, ona helâl olduğu şüpheli bir yemek getirdi. Ebü'l-Abbâs hazretleri o yemeği kabûl etmedi ve; "Şüpheli bir şey ile karşılaştığımda, vücûdumdaki damarlar hareket edip beni îkâz ederler. Vallâhi karnıma, aslâ haram lokma girmedi." buyurdular. O kimse, hatâsını anlayıp pişman oldu ve orada tövbe etti.

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Biz Hak'la olunca, mahlûktan hiçbirini görmeyiz. İnsanlık îcâbı baksak bile, onlar güneş ışığında dalgalanan havadaki ince toz gibi görünür. Dikkatle baksan bir şey bulamazsın."

Seydişehir'de yaşayan büyük velîlerden Hacı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine sık sık şöyle buyururdu: "Helal yemek lâzımdır. Dîn-i İslâma uygun kazanmak lâzımdır. Çünkü din, hakîkat ancak helâl yemekle meydana gelir. Tehlikenin başı haram yemektir. Bir insan haramdan sakınır ise, onun için ibâdet ve tâat kolaylaşır. İbâdetten tad alır."

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) elini şüpheli bir yiyeceğe uzatınca, parmağının damarı hareket etmeye başlardı. Eğer bu harekete mâni olamazsa o yiyeceğin helâl olmadığını anlar ve yemekten vaz geçip, yemezdi.

Evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey Âdemoğlu! Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de düşünme ve teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini hayrete düşürecek mâhiyettedir.

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gıdâsı her gece sâdece yedi kuru üzümdü. Hizmetçisi yedi tâne üzüm hazırlar ve onu yerdi. Bedenen hafîf, rûhen yüksek bir hâle sâhipti. Hizmetçisi bir gece sekiz üzüm verdi. Farkına varmadan bu sekiz kuru üzümü yedi. Kendinde önceki ibâdet ve zikir zevkini bulamayınca, hizmetçisine sorup yedi yerine sekiz verdiğini öğrendi. Hizmetçiye; "Bundan sonra sen benim dostum değilsin! Dost olsaydın bunu yapmazdın!" diyerek, hizmetinden uzaklaştırdı. Bu vazîfeyi başka bir talebesine verdi.

Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Borcu olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir."

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bir akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere, yüksek huzûruna geldi. Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta içeri girdiği zaman daha bir şey söylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?" dedi. O da; "Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki, perhiz ediyorum." dedi. Hastayı muâyene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i Zaman, doktora dönerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi. Doktor; "Efendim, tıb bilgimize göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve öldürür." diye arz etti. Bunun üzerine hastaya dönüp; "Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifânız bunlardadır." buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izniyle hemen sıhhate kavuştu.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebelerine ve sevenlerine buyurdular ki: "Siz kendi evinizde ve arkadaşlarınızın evinde bulunduğunuz zaman önünüze yemek veya yiyecek bir şey getirilirse yalnız yemeyiniz." Orada bulunanlardan birisi şöyle anlattı: "Ben her Cumâ günü namazdan sonra hocamın hizmetini görür, sonra izin alır, annemin yanına giderdim. Bir Cuma günü yine aynı şekilde yaptım. Cumâ namazından sonra hocamdan izin alıp annemi ziyârete gittim. Eve varıp hürmetle annemin ellerini öptüm, duâsını alıp oturdum. Annem gidip biraz hurma getirdi ve önüme koydu. Yememi söyledi. Ben yemedim. Annem çok ısrar etti."

"Şunu senin için saklamıştım." dedi. Annemin bu ısrarı üzerine hocamın bize olan nasîhatlerini anlattım. Annem; "Oğlum. Benim hatırım için şu birkaç hurmayı yiyiver. Senin hocan bunu nereden bilecek." dedi. Annemin ısrarına dayanamayıp bir tâne hurma yedim. Fakat kalbime bir sıkıntı çöktü. Bir müddet sonra annemden izin alıp hocamın huzûruna döndüm. Selâm verdim. Hocam Kâzerûnî selâmımı aldıktan sonra; "Annenin yanında bulunduğun sırada neler yaptın ve ne yedin?" diye sordu. Ben sessiz kaldım. Hocam devam ederek yüzüme baktı ve; "Orada bir hurma yedin." buyurdu. Hocamın bu sözü üzerine içimi öyle bir heybet ve korku kapladı ki, târif edemem. O günden sonra hiçbir hâlimin, işimin ve sözümün hocama gizli olmadığına ve her şeyimizi ânında görmekte olduklarına olan yakînim arttı. O hatâmdan dolayı tövbe ve istiğfâr ettim. O andan îtibâren arkadaşlarımdan ayrı hiçbir şey yemedim.

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az yemelidir. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dostların sofrasında yenilen yemeğin hazmı kolay olur. Düşmanın yemeği ise, insana ağırlık verir.”

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dâmâdı Şeyh Şemsüddîn Tuneyhî şöyle anlattı: “Beldemizde bir şahıs vardı. Çok yemek yeme hastalığına mübtelâ olmuştu. Bu şahıs, birgün Muhammed bin Anân’ın dergâhında misâfir oldu. Orada yemek yedi. Dimyat’a gitmek için binek istedi. Hizmetçisi, Muhammed bin Anân’a; “Bu şahıs, burada kaldığı bir gecede, büyük bir balık ve bir sepet dolusu hurma yedi. Yine de doymadı” dedi. Bunun üzerine Muhammed bin Anân onu yanına çağırttı. Eline aldığı bir dilim ekmeği ikiye böldü ve bir parçasını o şahsa vererek; “Besmele çek ve bu yarım dilim ekmeği ye” buyurdu. O şahıs o ekmeği yiyince doydu. O andan itibâren, bir daha fazla yemek yemedi. Muhammed bin Anân'ın ona verdiği ekmek ile her zaman doyardı.”

Büyük velîlerden ve “Silsile-i aliyye” denilen büyük İslâm âlimlerinin on üçüncüdsü olan Muhammed Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Behâüddîn Buhârî hazretleri anlatır: "Bir defâsında Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; "Al, bunu sakla!" buyurdu. Yemek yediğimiz hâlde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Bu sırada bana; "Faydasız düşüncelerden kalbi muhâfaza etmek lâzımdır!" buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misâfir olduk. Misâfir olduğumuz evin sâhibinin sıkıntılı bir hâlde olduğu görülüyordu. Hocam ona; "Niye üzülüyorsun?" buyurdu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, süte banıp yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "İşte acabâ ne için ayırıyoruz? diye düşündüğün ekmek bu iş içindi, ver sahibine yesin." buyurdu."

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yemek yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.

Bir gün hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri gelip; "Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi bilemiyorum." deyince, Hâce hazretleri; "Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu." buyurdu. "Yemekler, her günkü yemeklerdi." deyince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri: "İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu hâle sebeb olmuştur." dedi. İyice düşününce; "Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım." dedi. Bunun gibi, şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların fazlasından da sakınır, mübâhları zarûret mikdârı kullanırdı.

Yemek husûsundaki bu ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve temizliği sebebiyleydi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile tesir edeceği kadar, saf ve temizdi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etraflarında en temiz ve en muhlis olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti, noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aksederdi.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdular ki: "Sakın helâl ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"

"Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yemek husûsunda ısrar edenlere; "Tasavvuf yolcusunun yemeği ilim öğrenmek, Allahü teâlânın ismini zikre devâm etmektir. O kimsenin düşüncesinin yemek, içmek olması ona yakışmaz." buyurdular.