|
ZÂHİD –
ZÜHD
Dünyâya düşkün olmayan,
şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin verilenlerin, helâl
olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı Rabbânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül
bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır. Berîka'da geçen bir hadîs-i
şerîfte; "Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirette râgıb
(rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur. (E.
Ans. c.1, s.7)
Şüpheli olmak korkusu ile
mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak
durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından
uzak tutar. Allahüteâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi
temin eder." (E. Ans.
c.1, s.25)
El-Câmiu's-Sagîr'de
zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene
rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir
hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid
olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî "Zahid
âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan
hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin.
Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid
olursun." buyurmuştur. (E.
Ans. c.1, s.25)
Irak'ta yetişen büyük
velîlerinden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
zâhidden sorulduğunda; "Nefsiyle uğraşıp, rahatı terkeden, makam ve mevkiye
îtibâr etmeyen, şehvetlerden ve arzularından uzak, cihâd eden, tefekkür sâhibi,
istikâmetten ayrılmayan, hakîkatı kendine şiâr edinmiş, kadere inanmış, mevlâdan
hayâ eden kimsedir." buyurdular.
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd, yamalı elbise giymek,
arpa ekmeği yemek değil, dünyânın faydasız şeylerine gönül bağlamamak ve uzun
emel sâhibi olmamaktır."
"Para, mal ve mülk, kişinin
zâhid olmasına mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın
faydasız şeylerine aşırı düşkünlük olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm
verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de
dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. Yâni, insan
canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur."
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri “Zühd nedir?”
sorusuna; "Zühd üç türlüdür; câhilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin
zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı
unutturan şeyleri terk etmektir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Zâhid kime
denir?" diye sorduklarında; "Zâhid, kendisinin övülmesiyle yerilmesi arasında
fark görmeyen kişidir." buyurdular.
Yine birgün ona; "Zâhid kime
denir?" dediler. "Zâhid; kötülenmekten ve övülmekten alınmayan kimsedir. Zühd
ise dünyâyı gözden ve gönülden çıkarıp yok saymaktır." buyurdular.
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Eğer bir
kimse, boş oturur, hiçbir iş yapmaz, bu yaptığına da, "Zühd, dünyâyı terk etmek"
adını koyarsa, onun yaptığı şeytana tâbi olmaktan başka bir şey değildir. Hiçbir
faydalı iş yapmayarak, ömrünü boşa harcayandan daha hayırsız bir kimse yoktur."
Irak evliyâsından Ali
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd, üç kısımdır. Farz
olan, fazîlet olan ve Hakka yakınlığa sebeb olan zühddür. Haramlardan kaçmakla
yapılan, farz olan zühddür. Şüpheli olanlardan kaçmak da fazîlet olan zühddür.
Mübahların fazlasından sakınmak da, Hakka yakınlığı sağlayan zühddür."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zühd sâhibi olup,
dünyâya ve onun içindekilere meyletmezdi.
"Sofî ve zâhid kime denir?"
diye suâl edilince; buyurdular ki: "Sofî, her an Rabbi ile berâber olandır.
Zâhid ise, daha o makâma kavuşamayıp, nefsi ile uğraşan, onun kötü isteklerinden
kurtulmaya çalışandır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zâhid; nefsi
istediği halde dünyâdan yüz çeviren, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
yolunda ve izinde yürüyen, gâyesi âhiret olan, cömert olup, Rabbine yönelendir."
Meşhûr âlim ve velîlerden
Ebû İshâk-ı Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin, İbâdetinin
çokluğunu, secdelerde yüzünün renginin değişmesini kimse inkâr edemezdi. Bütün
gecesini ibâdetle, Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirirdi. Nitekim Müzehheb kitâbının
her faslını tamamladığı zaman iki rekat namaz kılardı. Zühdü, dünyâya hiç kıymet
vermemesi o kadar çoktu ki, bir gün mescidde unuttuğu ve kendisinin de o günkü
nafakası olan bir dinârı (4.8 gr altını), geri döndüğünde yerinde bulduğu hâlde,
belki başkasınındır diye düşünüp, almaktan vazgeçti. Bu zühd ve verâ, onun
zamânında başka birisinde görülmedi. Sanki o, zamânındaki bütün insanların
zühdünü kendinde toplamış, bu zühd onun süsü olmuştu.
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, zühd konusunda emsâli az görülen kimselerdendi. Dünyâ işlerinden
ancak zarûret mikdârı konuşurdu. Alkama bin Mersed demiştir ki: "Zühd, dünyâya
düşkün olmamak olup, bu da Tâbiînden sekiz kişi ile sona erdi. Bunlardan biri de
Ebû Müslim Havlânî'ydi. Çünkü o hangi mecliste oturup konuşsa sözü dünyâ ile
ilgili şeylerden çevirir, böyle şeylerin konuşulmasına mâni olurdu. Bir gün
mescide girmişti. Orada bir cemâat, işlerinden, kölelerinden bahsederek
konuşuyorlardı. Onlara dikkatle bakıp; "Sübhânallah! Biliyor musunuz siz şu
hâlinizle neye benziyorsunuz? Şiddetli yağmura tutulup sığınacak yer arayan bir
kimseye benziyorsunuz. Aranırken bir de bakıyor ki önüne iki kanatlı büyük bir
kapı çıkıyor. Kapıyı açıp yağmur kesilinceye kadar durmak için içeri giriyor.
Bir de bakıyor ki girdiği evin tavanı yok! Üstü açık! Sizin yanınıza oturdum ve
istiyorum ki Allahü teâlânın zikri ile ve hayırlı şeylerle meşgul olasınız.
Yoksa siz dünyâ ehli, dünyâya düşkün kimseler olursunuz!" dedi.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd; dünyâdan el etek
çekmek ve dünyâ kimin eline geçerse geçsin kaygılanmamaktır."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd; harama düşmek
korkusuyla mübahların fazlasını terketmek, sonra da dünyâlıklar kimin eline
geçerse geçsin aldırmamaktır."
"Şüphesiz ki Allahü teâlâ,
dünyâya düşkün olmayan zâhide istediğinden fazla, dünyâya rağbet edene, düşkün
olana istediğinden az verir. İstikâmet sâhibine ise istediği kadar verir."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
“Zühd nedir?” diye soranlara; "Zühd, Allahü teâlâ ile meşgûl olmana mâni olan
her şeyi terk etmektir. Dünyânın hiç olduğunu bilmeyen, zühd sâhibi olamaz."
buyurdular.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinin birinde buyurdular ki: "Zâhid
dünyâda gurbettedir. Çünkü onun asıl vatanı âhirettir. Yâni o âhirete
yönelmiştir. Zâhidin dünyâda gurbette olması, kendisi gibi âhirete yönelmiş
olanların yok denecek kadar az olup, insanların çoğunun dünyâya dalmış olması
sebebiyledir. Kendisi gibi olanlar bulunmadığı için, dünyâda gurbette
sayılmıştır."
Yine buyurdular ki: "Allahü
teâlâya yemin ederim ki, üstünlük ve şerefi, mahluklardan bir şey beklememekte
buldum. Bir gün bir köpek gördüm. Yanımdaki ekmeği, yemesi için önüne koydum.
Hiç iltifât etmedi. Bu hâline hayret ederek, ekmeği ağzına yaklaştırdım, yine
iltifât etmedi. Yâni mahluklardan bir şey beklemiyor ve mahlûklardan gelen bir
şeyi kabûl etmiyordu. Bu sırada gizliden bir ses duydum. "Köpeğin, kendisinden
daha zâhid olduğu kimseye yazıklar olsun!" diyordu."
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
zühdden, dünyâya rağbet etmemekten bahsediyordu. Fakat üzerinde yeni ve güzel
bir elbise vardı. O mecliste üzerinde eski elbiseler olan bir fakir; kalbinden;
"Ebü'l-Hasan, hem zühdden anlatıyor, hem de üzerinde yeni elbiseler var. Bu
nasıl zâhidliktir? Hâlbuki asıl zâhid benim." diye geçirdi. Bu kimsenin
kalbinden geçenleri anlıyan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, onu yanına çağırarak; "Senin
üzerindeki elbiseyi görenler, seni zâhid sanarak hürmet ederler. Bundan dolayı
sende bir gurur, kibir hâsıl olabilir. Hâlbuki benim üzerimdeki elbiseyi
görenler, zâhid olduğumu anlayamazlar. Böylece ben, hâsıl olacak gururdan
kurtulurum." buyurdu. Bunu dinleyen fakir, yüksek bir yere çıkarak oradaki
insanlara; "Ey insanlar! Yemîn ederim ki, biraz önce kalbimden Ebü'l-Hasan
hazretleri hakkında uygun olmayan şeyler düşünmüştüm. Kalbimden geçeni anlıyarak,
beni huzûrlarına çağırıp nasîhat ettiler. Şimdi hakîkatı anlamış bulunuyorum.
Şâhid olunuz ki, huzûrunuzda tövbe istigfâr ediyorum." dedi. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî o kimseye yeni bir elbise giydirip; "Allahü teâlâ sana seçilmişlerin
muhabbetini versin. Sana hayırlar, bereketler ihsân eylesin." diye duâ eyledi.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak Selâm bin Ebî Hamza anlatır: Ebû Eyyûb'un (rahmetullahi
teâlâ aleyh) sohbetinde idik, şöyle buyurdular: "Zühd üç kısımdır. Allahü
teâlâya en sevimli geleni, en üstünü ve Allah indinde sevap bakımından en
büyüğü, her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya ibâdet etmek, alış-verişte
haramdan sakınmaktır." sonra bize dönüp; "Ey âlimler! Allahü teâlâya en sevimli
gelen zühd; dünyâya düşkün olmamak, helâl ve mübah olan şeylerde de haddi
aşmamaktır."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir defâsında,
“Zühd sâhibi insanların dereceleri nasıldır?" diye sordular. O da şöyle buyurdu:
"Akıllarının derecesi ve kalblerinin temizliği kadardır. Zâhidlerin en üstünü,
en akıllı olanıdır. En akıllı olanlar, Allahü teâlânın emirlerini iyi anlayıp,
onları yerine getirmek için bütün güçleriyle çalışanlardır. Bunlar, dünyâya
düşkün olmayıp, âhirete yönelenlerdir. (Haram ve şüphelilerden sakınıp,
mübahlara fazla dalmamak; dünyâdan yüz çevirip, âhirete yönelmekle olur.)
buyurdular.
Abdullah bin Meymûn
der ki: Hâris el-Muhâsibî hazretlerine, zühd, dünyâya rağbet etmemek,
niçin kıymetlidir? Bunun sebebi nedir? diye suâl edildi. O şöyle cevâp verdi:
"Bunun beş sebebi vardır. Birincisi, dünyâ insanı, bir çok meşakkat ve
sıkıntılara düşürür. İnsanın kalbini Allahü teâlânın rızâsından ve âhireti
düşünmekten alıkor. İkincisi, dünyâyı sevenlerin derecesi, dünyâya rağbet
etmeyenlerin derecesinden çok aşağıdadır. Üçüncüsü, dünyâyı sevmemek, insanı
Allahü teâlâya yaklaştırır ve cennetliklerin derecelerine yükseltir. Dördüncüsü,
dünyâyı sevenlerin, kıyâmet gününde hesapları uzun olur. Beşincisi, Allahü
teâlânın katında dünyânın bir sinek kanadı kadar bile kıymeti yoktur." (Burada
ve benzeri yerlerde dünyânın mânâsı: Allahü teâlânın rızâsından ve beğendiği
şeylerden uzaklaştırıp, âhireti unutturan şeyler demektir.)
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en
akıllısıdır.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) kimseden bir
şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete gelmişti.
Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gördü. "Niçin
ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk
mahv olur. O, zamânın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ ve
sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun
diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz,
belki sizin hatırınız için kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri içeri
girip olanları bildirince, Râbia-i Adviyye buyurdu ki: "Ben bu dünyâlıkları
bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken başkasından
nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını
verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi
zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahü
teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiç bir kimseden bir şey
beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defâsında devlete âid olan bir
kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça
dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım."
Bağdât velîlerinden
Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd; dünyâyı
küçük görüp, onun sevgisini kalbden silmektir."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd, kulların
Allahü teâlâya yönelmeleridir.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelerek; "Ben zühd sâhibi yâni dünyâdan ve
dünyâlıklardan kaçınan, şüpheli olur korkusuyla mübahları bile terk eden bir
âlim görmek istiyorum. Bana öyle birisini gösterebilir misin?" dedi. Süfyân bin
Uyeyne o kimseye; "Zühd, sırf helâl olan rızıkta olur. Bu zamanda rızkını
helâlinden temin edebilmek mümkün mü ki siz öyle birini arıyorsunuz?" cevâbını
verdi.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zühd; kalbi mal yerine, onu
yaratanına döndürmektir."
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn Zâhid-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin hocası Şeyh Sâ'dî-i Şîrâzî hazretleri, bir gün
İbrâhim Zâhid'e; "Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen tamam olmuştur. Bundan
sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn'e havâle edilmiştir.
Geylân'a git. Cemâleddîn'in hizmetinde bulun." dedi. Bundan sonra Geylân'a
gidip, orada Lâhicân'da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına vardı ve ona
talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek olgunluklara, üstün
makamlara ulaştı.
Bir gün geçtiği bir yerde
bulunan yabânî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham gümüş olduğunu
görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü gönlü yoktu. İstemezdi.
Dünyâlık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusûr sayardı. "Ne kabahat işledim
ki böyle oldu?" diye ağlayarak secdeye kapandı.Tövbe ve istigfâr etti. Sonra
yolunu değiştirip, başka tarafa gitti. Bu defâ eline aldığı otların hâlis altın
olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı. Hemen hocası Cemâleddîn'in
yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu hâlden kurtulmak
istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini istirhâm etti. İbrâhim
Geylânî'nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: "Bu öyle bir
hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve imtihân
ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebî ve velîlerin rûhları ile birlikte,
yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve nâmını da
Şeyh Zâhid koydular."
Zâhid, haram ve şüphelilere
düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk eden, dünyâya ve dünyâlık olan şeylere
muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.
Bir gün hocasının emri ile,
tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu. Bir ara çok yorulduğu
için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnâda, çuvaldan bir
pirinç tânesinin düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi. Fakat, bir tâne
olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi. Bununla imtihân edilmekte olabileceğini
düşündü ve pirinç tânesini çuvala koydu. İbrâhim Zâhid, çuvalla birlikte dergâha
geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; "Ey İbrâhim! Sözünde sadâkat
gösterdin. Ahdine vefâ eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu isbât ettin."
buyurdular.
Seyyid Cemâleddîn
hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, fetvâ
verecek dereceye geldi. Evliyânın büyüklerinden oldu.
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsanların en zâhidi yâni şüpheli olmak korkusuyla mübahların
çoğunu terkeden kimse, temiz ve helâl kazanç peşinde koşandır. Bu kimse, dünyâ
işleriyle ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu, zühdüne engel değildir."
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Zühd; dünyâ malına âit olan kayıplarına üzülmemen, eline geçen
dünyâlıklar ile de şımarmamandır.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine sordular: “Zühdün gâyesi nedir?” O da; “Sana ihsân
olunan nîmete şımarmamak, nasîb olmayan şeye de (niye nasîb olmadı) diye
üzülmemektir.” buyurdular.
Osmanlı velî ve âlimlerinden
Muhammed Zâhidü’l-Kevserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İslâmiyetin
emirlerine uymakta, yasaklarından sakınmakta, zühd, dünyâdan uzaklaşmakta ve
takvâda âdetâ isminin canlı bir misâliydi. Dünyâ malına ve makâmlarına değer
vermez, dünyâ ehlinden uzak olmaya çalışırdı. Bu yönüyle seçkin bir kişiliğe
sâhipti. Hiç kimseye şahsî kin beslemezdi. Bir kimsenin kendisini aldattığını
anlarsa, onu tahkik ederek araştırır, o kimseyle bir daha münâsebet kurmazdı.
Darlık ve sıkıntılara sabreder, kendisinde bulunan ilmî ve ahlâkî üstünlük
sebebiyle diğer insanlardan kendini üstün görmezdi. İlmini istismâr vâsıtası
yapmaktan şiddetle sakınırdı. Bu sebeple çevresi oldukça genişlemişti. Hiçbir
ücret almadan ders verirdi. Yaptığı kitap tashihlerinden bile herhangi bir para
veya karşılık almazdı. Hayâtının son günlerinde hastalığı iyice artınca, tedâvî
masraflarını karşılayabilmek için kitaplarını satmaya karar vermişti. O halde
iken dahi talebelerinin maddî yardımlarını kabûl etmemişti. Sıkıntılı günlerinde
Fuâd Üniversitesinden iki profesör, kendisini ziyâret ederek üniversitede ders
vermesini istediler. Zâhidü’l-Kevserî özür dileyerek bunu yapamayacağını
belirtti. Onlar gittikten sonra; “Niçin kabûl etmediniz?” diye sorulunca;
“İçinde bulunduğum durumdan dolayı kesinlikle ücretli olarak ders vermemi
istiyorlardı. Bunun için kabûl etmedim. Böyle bir işi aslâ kabûl edemem.” diye
cevap verdi. |
|