|
VUSLAT – YOLCULUK
Kurb, yakınlık, yakın olmak
demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb,
nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ
sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile
yaptıkları farzlar hâsıl eder." demiştir. İmâm-ı Rabbânî, kurb ve visâl
(kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden ziyâde olduğu gibi, bu'd ve
hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem azâbından beter olduğunu
ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların kurb hâsıl etmesi için,
nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu belirtmiştir. (E.
Ans. c.1, s.29)
Allahü teâlâya yakın olmak,
vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de ifâde olunur ki, Abdullah-ı
Ensârî bunun; Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak olan fenâdan sonra, Allahü
teâlâ tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân etmiştir. Kurb-i nübüvvet
ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet
kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet yolu ile Hakk'a erme demektir.
İmâm-ı Rabbânî'nin belirttiğine göre, kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına
ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunların arkadaşı olan sahâbîleri
Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır.(E. Ans. c.1,
s.29)
Allahü teâlâdan gelen feyz
ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma, kurb-i velâyet adını
alır. Yine İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda
ilerleyerek, kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, yâni her iki yoldan feyz alması
câizdir.(E.
Ans. c.1, s.29)
Bir de kurb-i ebdân tâbiri
vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın bulunmak demektir. Kurb-i
ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki,
Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî, bir sahâbînin
derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu hâlde,
Resûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın
derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden;
"Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" diye
soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Resûlullah efendimizin yanında
giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha
yüksektir." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i
ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam olması, bedenlerin yakın
olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık sebeplerini elden
bırakmamalıdır." buyurmuştur. (E.
Ans. c.1, s.29)
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir adam gelerek; "Ey efendim!
Benim Allahü teâlâya nasıl kavuşacağımı bana öğretir misin?" dedi. Ma'rûf-ı
Kerhî onun elinden tuttu ve pâdişâhın kapısına getirdi. Kapının önünde ayağı
kırık bir adam vardı. Soru soran zâta o kimseyi gösterip; "İşte bunun gibi
olursan Allahü teâlâya vâsıl olursun" buyurdu. Bununla, ayağının ikisi de kırık
bir köle, efendisinin kapısının önünde nasıl durur hiçbir yere ayrılmazsa; bir
kul da Allahü teâlânın kapısında her an bekler. Hiç ayrılmaz ve isyân etmezse,
Allahü teâlâya kavuşur demek istedi.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) devamlı inlerdi
ve onu hep dertli bir hâlde görürlerdi. Yakınları; "Hiç bir hastalığınız yok,
ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde
öyle bir dert var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahü
teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum ki, belki maksadıma
kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye cevap verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gurbete çıkanları üç şeyin
süslediğini anlatırdı; "Bunların birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk,
üçüncüsü şüpheli kimselerden uzak kalmaktır." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ahmed el-Kalânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
arkadaşlarından Ebû Muhammed er-Ribâtî el-Mervezî anlatır: Bizim ilk defâ
gördüğümüz, riyâzet çekip, nefsin isteklerini yapmayıp, açlık çeken, nefsini
terbiye etmek için çöle giden Ebû Ahmed hazretleridir. Bu güzel ahlâkı, diğer
insanlara ondan mîrâs kaldı. Bir keresinde onunla berâber ben de çöle gittim.
Onun emir, reis olmasını şart koştum. Yola çıktık, beni açlığımda doyurdu.
Susuzluğumda suya kandırdı. Bütün bunlar onun merhametindendi. Bir gün yağmur
yağmaya başladı. Şiddetli rüzgarla berâber çöl kapkaranlık oldu. Ben; "Yâ Ebâ
Ahmed! Sığınacak bir yer isterim." demiş bulundum. Beni bir yere götürüp
oturttu. Elini başıma koyup, kendisi ayağa kalktı. Üstündeki elbiseleri ve
başındaki başlığı bana giydirdi. Sanki bir evin içindeymişim gibi hissettim.
Bana ne yağmur ne de rüzgar zarar verebiliyordu. Ben ağzımı açıp îtirâz edecek
oldum. "Emîrin emrine uymak lâzımdır. Ona îtirâz edilmez. Sen beni
yolculuğumuzun başında emir seçtin." dedi.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Ana-baba ve hocanın rızâsı ve izni
olmadan yola çıkmamalıdır. Eğer izinsiz çıkarsa, seferinde birçok engelle
karşılaşır ve yolculuğunda bereket olmaz.
Topluluk hâlinde yolculuk
yapılıyorsa, en zayıfların yürüyüşü gibi yürümelidir. Arkadaşı durduğu zaman
durmalıdır. Mümkün mertebe, namazları vaktinden sonraya tehir etmemelidir. Eğer
mümkün ise, yürüyerek gitmeyi, bir vâsıtaya binerek gitmeye tercih etmelidir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "Bir bineğe
binerek hacca giden kimsenin, bineğinin attığı her adım için yetmiş hasene,
yürüyerek giden kimsenin her adımına karşılık ise harem hasenâtından yedi yüz
hasene (iyilik) vardır." buyurunca, Eshâb-ı kirâm (r.anhüm); "Harem hasenâtı
nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; "Onun bir hasenesi, yedi yüz
bin hasenedir." buyurdular.
Toplulukla yapılan
yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaşlarına hizmet etmeli, onların
meşakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem şöyle rivâyet etti: Resûlullah'a
sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Allah'ın resûlü! Sadakaların en fazîletlisi
hangisidir?" diye sorulunca; "Kişinin, Allahü teâlânın rızâsı için arkadaşlarına
hizmet etmesidir." buyurdular.
Bir memlekete varılınca,
eğer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine, yoksa, sâlih kimselerin
yanına gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kıymetli olanının yanına
gidilir. Yine bir memlekete gidildiği zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcının
giderilmesi için uygun bir yer aranır. Akarsu olan yer, yerleşmek için tercih
edilir. Abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılar ve yanına gideceği büyük
bir zât varsa onun yanına gider. Yanında bir süre oturur. Soracağı bir husus
varsa sorar, yoksa onun yanında konuşmaz. Eğer o büyük zât bir şey sorarsa,
cevap verir.
Yolculuğa çıkan kimsenin
yanında abdest için bir kab bulundurması lâzımdır. Büyüklerden bâzısı, yolculuk
yapan birisi ile müsâfeha yapınca, onun avucunda ve parmaklarında su kabı
taşıdığına dâir bir izin olup olmadığına bakardı. Eğer böyle bir iz bulursa, onu
çok iyi karşılar, bulamazsa, ona yüz vermez ve kabûl etmezdi. Yine onlardan
birisi, yolculuk yapan birisinin yanında su kabı görmezse, bundan, onun namazı
terketmeyi göze aldığına hükmederdi. Yola çıkacak kimsenin yanına; iğne, iplik,
makas, çakı v.b. gibi şeyleri alması müstehabdır. Çünkü bunlar, farzları edâ
etmeye yardımcı olurlar. Yolculuğa çıkmak isteyen bir kimsenin, dostlarını ve
tanıdıklarını ziyâreti, onlara vedâ etmesi ve onlarla helallaşması lâzımdır.
Yola çıkan kimsenin özellikle namazlarını terk etmemesi lâzımdır.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
biri anlatır: İbrâhim-i Havvâs hazretleri ile yola çıkmıştık. Yola çıkarken
buyurdu ki: "Yol boyunca ikimizden birinin reis olması lâzımdır. Yollardaki
işlerin idâresi onun elinde olacak." Ben de, "Reis, siz olun efendim." dedim.
Hocam "Reis olursam, benim sözlerime îtiraz etmeyeceksin." buyurduğunda, "Peki
efendim." dedim.
Yolumuza devâm ettik. Yolda
bir konağa gelince "Otur!" buyurdu. Kuyudan su çekti, bana ikrâm etti. Odun
getirdi, ateş yaktı. Ne zaman bir iş yapacak olduysam müsâde etmedi. "Mâdem ki
reis benim, benim dediğim olacak." buyurdu. Yolda şiddetli bir yağmura tutulduk,
paltosunu çıkarıp, sabaha kadar ayakta üstüme tuttu. Çok sıkılıyordum. Sabah
olunca, "Keşke reis ben olsaydım." dedim. Yolumuza devam edip, hacca gittik.
Hacdan sonra bana: "Evlâdım, reis olduğun zaman sana yaptığım gibi yaparsın.
Reis, başkalarına hizmet ettiren değil, onlara hizmet eden, onların dünyâ ve
âhiret saâdeti için çalışan kimsedir. Reis, başkalarından gelen sıkıntılara
severek katlanan insandır."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bağdât'taki vazîfesini
tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam'a gitmek üzere hazırlandı.
Âile fertlerinden bazılarını Bağdât'ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini
istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî işâretin
Şam'a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve
sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam'a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri
zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları
ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Pekçok
yardımcımla Mevlânâ Hâlid'in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz
elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir
dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık
kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ
gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden
düştü. Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah'ın sevgili bir
kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; "Aman aman, affedin affedin!" diye
bağırıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid'i
görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak
tövbe ve istiğfâr eyledik."
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir kimse Şam'ın en uzak bir yerinden, Yemen'in en uzak köşesine yolculuk
yapsa, yolculuğu sırasında, hayâtında faydalı olacak bir kelime öğrense, bu
yolculuğu boşuna yapmış sayılmaz."
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâaleyh) bir defâsında Tebrîz'e gitmek
üzere yola çıktı. Yolda, Selçuklu sultânının vâlilerinden birinin oğlu olan
Teoman Beyle karşılaştı. Teoman Bey, görünüşü insana huzur veren nûr yüzlü bu
kimseye yakınlık göstererek, kim olduğunu ve nereye gittiğini sordu. O da,
Mevlânâ hazretlerinin torunu olduğunu ve Tebrîz'e gittiğini söyleyince, Teoman
Bey çok sevindi ve kendisinin de Tebrîz'e gittiğini bildirdi. Kabûl ederse
berâber gidebileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet etmekle şereflenmek
istediğini de ayrıca bildirdi.
Ârif Çelebi'nin, sohbet
ederek giderlerken, Teoman Beyin elinde bulunan doğana gözü takıldı. Teoman
Beyden doğanı istedi. O da kafesten çıkarıp teslim etti. Ârif Çelebi, doğanın
ayaklarını çözüp salıverdi. Hürriyete kavuşan doğan uçup gözden kayboldu. Teoman
Bey, şaşırmış bir hâlde doğanın arkasından bakakaldı. Bir müddet Mevlânâ
hazretlerinin torunu olan Ârif Çelebi'ye ses çıkaramadıysa da, dayanamıyarak
konuşmaya başladı: "Efendim! Bu doğan öyle bir doğan idi ki, ava gönderip de eli
boş döndüğü hiç olmamıştı. Böyle bir doğanı bulmak ve ele geçirmek için neler
çektim, ne masraflar yaptım. Bu doğanın misli yok idi. Sonra bunu, Tebrîz'de
bulunan pâdişâh Gâzan Hâna hediye edecektim. Kimbilir bana ne kadar çok
bahşişler verecekti. Üstelik, bir adamımla, ona bir doğan getireceğimi de
bildirmiştim. Şimdi ben ne cevap vereceğim?" gibi teessürünü bildiren birçok
sözler sarfetti. Sanki bu sözleri bekliyormuş gibi sükûnetle dinleyen Ârif
Çelebi hazretleri, tebessüm ederek buyurdular ki: "Ey Teoman Bey! Bir doğan için
insan bu kadar üzülür mü? Asıl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karşı yaptığımız
hatâ ve kusûrlar, işlediğimiz günahlar ve isyânlardır. Mâdem ki, doğanın için bu
kadar üzülüyorsun, çağıralım gelsin ister misin?" Teoman Bey; "Muhterem efendim!
Eğer bu doğan tekrar elimize gelirse, ziyâdesiyle sevinirim. Ne kadar malım
varsa, hepsini vermeye hazırım. Beni yeniden hayata kavuşturmuş gibi olursunuz"
dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; "Ey kıymetli doğan! Dedem Mevlânâ hazretlerinin
hatırı için buraya gel!" diye seslendi. Bir ânda, kaybolan doğan, yükseklerden
süzülerek Ârif Çelebi'nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuşu alıp Teoman Beye
verince, Teoman Bey ne yapacağını şaşırdı. Ârif Çelebi'nin eline sarılıp öpmeye
başladı. Orada, üzerinde bulunan iki bin altını ve yedeğinde bulunan en güzel
atı, Ârif Çelebi'ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce, Ârif Çelebi'ye
karşı muhabbeti pek ziyâdeleşti.
Uzun yolculuklardan sonra
Tebrîz'e vardılar. Teoman Bey, Gâzan Hâna doğanı hediye edince, sultan, doğanı
çok beğendi; otuz iyi cins at ve altmış bin altın ihsânda bulundu. Teoman bey
bir fırsatını bulup, yolda geçen hâdiseyi Gâzan Hâna anlattı. Ârif Çelebi'nin
İslâmiyete olan bağlılığını, geçtikleri şehirlerde insanlara emr-i mârûf yapmak,
dîn-i İslâmı yaymak için nasıl çırpındığını uzun uzun îzâh etti. Gâzan Hân, Ârif
Çelebi'yi hiç görmediği hâlde, ona karşı kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl oldu.
Onu görmekle şereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek için, çok sevdiği âlimlerden
birkaçını onu dâvet etmek için vazifelendirdi. Ârif Çelebi de, bu nâzik dâvete
karşılık verdi. Tebrîzli birçok âlimin ve velîlerin de bulunduğu dâvette,
kalblere şifâ olan çok kıymetli sohbetlerde bulundu. Başta sultan olmak üzere,
orada bulunanlar, bilgisinin derinliğine, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına
âit mârifetlerinin üstünlüğüne hayran kaldılar. Ârif Çelebi'ye olan sevgileri,
kat kat arttı. Oradan Konya'ya döndü.
Evliyânın büyüklerinden
Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Şeyh Ömer Bekrî
şöyle anlatır: Hocam Şeyh Vecîhüddîn ile hacca gidiyorduk. Azıksız,
bineksiz yola çıktık. Biraz yol gittik. Bir yere vardık. Açlıktan gâyet zayıf
düştük. Öyle bir yerde bulunuyorduk ki, insan olması ihtimâli yoktu. Hocam Şeyh
Vecîhüddîn sırtını bir yere dayayıp oturdu. Bu fakire; "Biraz etrafta dolaş, ola
ki bir çobana rastlarsın da ondan bize yiyecek bir şeyler temin edersin."
buyurdu. Peki deyip, etrafta dolaşmaya başladım. Bir müddet sonra sürüleriyle
berâber bir çobana rastladım. Beni görünce hâlimi sordu. Ben de olanları
anlattım. Bana yeni pişmiş ekmek ile su verdi. Onları alıp hocam Şeyh
Vecîhüddîn'e götürdüm. Ekmeğin bir kısmını yedik. Su ile ihtiyaçlarımızı
giderip, abdestimizi tâzeleyip, akşam namazımızı kıldık. Hocamızın bereketiyle
tâ Hicaz'a varıncaya kadar, ne o ekmek bitti, ne o su tükendi. Neşeli bir
vakitlerinde hocama, o yolculuğumuzda öyle kuş uçmaz, kervan geçmez yerde nasıl
tâze ekmek ve su bulduğumuzu sordum. Buyurdu ki: "Öyle bir yerde bulduğumuz o
tâze ekmek ve su, sıkıntı ve meşakkatli zamanlarda sevdiklerine Allahü teâlânın
ihsân ettiği bir sofradır. Yoksa, sen de gördün orada kimsecikler yoktu!" |
|