CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

VELÎ

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Velî, "Lâ ilâhe illallah" deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir."

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi olan Erzurumlu Hüseyin Rûhî'ye yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Allahü teâlânın dostu olan velîler bu makâmı şu dört şeyi yapmakla elde etmiştir. Dünyâyı terk, âhireti terk, varlığı terk ve kuru bilgiyi terk. Sülûk ilmi de dört esas üzere kurulmuştur: Birincisi Allahü teâlânın, kulu kendine çekmesidir. İkincisi, insanı doğru yola götürecek hocadır. Üçüncüsü, ilim ve irfândır. Dördüncüsü, nefs ile mücâdele etmektir.

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Velîler, şunlara riâyet sebebiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu. Din büyüklerinin kapısından ayrılmamak, muhâlefeti, karşı gelmeyi terketmek, hizmetlerde mâhir ve gayretli olmak, musibetlere sabretmek."

İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki: "Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz ve adâvet beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Allahü teâlânın velî kulları, meclislerinde bulunan kimseleri mânevî yönden faydalandırırlar." buyurdu.

Horasan'da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun üzerine Hak teâlânın bir perde örtmemesi, onu halkın gözünden gizlememesi mümkün değildir. "Evliyâm kubbelerim altında (saklı) dır. Onları benden gayrısı tanıyamaz." hadîs-i kudsînin mânâsı da budur. Burada bildirilen "Kubbeler" beşeriyet sıfatlarıdır. Pamuktan ve başka maddelerden dokunmuş perde değildir. İnsanlık sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, Hak teâlâ hazretleri açık bir kusûr kılar veya bir hünerini ayıp sûretinde gösterir. "Onu Allah'tan başka kimse tanıyamaz." demek, "İçi, ilâhî irâde nûru ile dolu olmayan kimseler, o velîyi anlayamaz." demektir. Ancak o nûr ile nûrlanan kimseler anlayabilir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, velîler tâifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyuruyor ki: "Velîler arasında Bâyezîd-i Bistâmî'nin yeri, melekler arasında Cebrâil'in yeri gibidir."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Şeyh Seyfeddîn adlı bir zâtın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz, velîlerin hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasan-ı Bulgârî arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki: "Eskiden velîlerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? "Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Behâeddîn Buhârî hazretlerinin mübârek ağzından çıkar çıkmaz, önlerindeki ırmak ters akmaya başladı. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri; "Ey su! Ben sana yukarı ak demedim." buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerâmetini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.

Evliyânın önde gelenlerinden Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse, evliyâlık yolunun bidâyetinde (başlangıcında) bu yolda bulunanların edebleri ile edeblenmezse, onun bu yolda nihâyete varması nasıl düşünülebilir."

Bağdât velîlerinden Câfer bin Ahmed Es-Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: İnsanlar o velîlerin büyüklüğünü anlamıyorlar. Onlara câhil diyorlar. Allahü teâlâ mazlûm olan o büyüklerin yardımcısıdır. Onlar akıl sâhibi, ileriyi gören kimselerdir. Naîm cennetlerini bu büyük zâtlar dolduracaklardır. Orada nûrdan kürsüler üzerine oturacaklar, kendilerine sayısız nîmetler verilecektir. Cennet'te "Feyyân" adında bir nehir vardır. Orada âlimler ve velîler, Muhammed aleyhisselâmın etrâfında toplanacaklardır. İslâm âlimleri ve velîler, Muhammed aleyhisselâmın vârisleridir."

Câfer bin Ahmed Es-Serrâc, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin hallerini ve sözlerini anlatırken  şöyle buyurdular: Zünnûn-i Mısrî, Allahü teâlânın sevgisiyle dolu olanları şöyle anlattı: "Onlara, Allahü teâlânın sevgisi içirilmiştir. Kalplerindeki nefsin arzu ve istekleri, günahların kötü âkıbetlerinin korkusu ile ölmüştür. Âhiretteki çeşit çeşit, bitmez tükenmez nîmetleri kaybetme korkusu, onlara bu dünyânın geçici zevk ve lezzetlerini unutturmuştur. Onlar kalplerini, her türlü riyâ, gösteriş, hased, kin gibi mânevî kirlerden temizlemişlerdir. Onların kalbleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşma gayretindedir."

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün birkaç kişi gelip, "Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye sordular. Cevaben; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur." buyurdular. Oradakiler; "Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz?" deyince de; "Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz." buyurdular.

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hiç bir velî ben evliyâyım yanıma geliniz, sizi irşâd edeyim, demez. Çünkü onlar kendilerini ve kerâmetlerini gizlemekle görevlidirler. Bize lâzım olan, evliyâ olduğu söylenen şahsa bakarız. Eğer yaşayışı İslâmiyet'e tam uyuyor ve elinde silsile-i aliyyeden gelen ve bu yolda yetişmiş büyük bir zâttan tasdikli icâzeti, yetki belgesi varsa o zâta büyük zât diye hürmet ederiz."

İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir velîde, iki çeşit nûr bulunur. Birincisi; rahmet ve şefkat nûru olup, bu nûrla, evliyâlık yolunda bulunmaya müsâid olanları kendisine cezbeder, çeker. İkincisi ise; feyz, izzet ve kahr nûru olup, bu nûrla da, Allah yolunda bulunmaktan uzak, taşkın kimseleri kendisinden uzaklaştırır."

Yine buyurdular ki: "Velîlerden bir zât, şarkta Allahü teâlânın dînine âit bir şey konuşsa, garbda bir kimse o velînin sözlerini duyup kabûl etse ve bunlara tâbi olup, uysa, nasîbi kadar o velînin nûrundan istifâde eder. Aradaki uzaklık istifâdeye mâni olmaz."

Basra'da yetişen evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Velî halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?" diye sorulunca, evliyânın, Allahü teâlânın dostlarının alâmetlerini şöyle bildirdi: "Velî, dilinin çok tatlı olması, ahlâkının güzel olması, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesi, ister iyi ister kötü olsun, bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle, acımasıyla anlaşılır."

Ömründe hiç bir kimseyi kırmayan, incitmeyen Ebû Abdullah el-Basrî, en küçük mahluklara bile merhâmet eder, yolda yürürken bir karıncayı bile ezmemeye çok dikkat ederdi. Dünyâya hiç kıymet vermeyen Ebû Abdullah el-Basrî, insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsinin dünyâ olduğunu beyân buyurur ve herkese; "Dünyânın oğullarına (dünyâ malı, mevkii, şan, şöhret, para, çocuk vs.) karşı zâhid olmak, onlara kıymet vermeyip terketmek; akıllı kişinin şânındandır. Çünkü onlar kendisini meşgûl eder, Allahü teâlâyı zikirden alıkor. Kendisi, din ve dünyâ işlerinin düzgün olmasını istediği halde, dünyâ oğulları öyle değildir."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine velînin mânevî hâlinden sordular. Cevaben; "Allahü teâlâ; evliyâsını başlangıç hâlinde ibâdeti, olgunluğunda lütufları ile örterek terbiye eder. Sonra onu kendisi için takdir edilen mânevî sıfatlara garkeder. Daha sonra vakitlerini Allahü teâlâ için geçirmenin zevkini tattırır." buyurdular.

Yine buyurdular ki: Velînin dört alâmeti vardır.

1) Kendisine gelen musîbetten şikâyet etmemesi.

2) Kendisinden ortaya çıkan kerâmeti gizlemeye çalışması, âşikâr etmemesi, halka gösteriş yapmaktan ve şöhretten kaçması.

3) İnsanların verdiği sıkıntı ve belâlara katlanması, onlara karşılık vermemesi.

4) Kendilerinden ortaya çıkan fiillerle Allahü teâlânın kullarına karşı gizlenmeleridir.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur: "Her kim söz, iş ve hâllerini Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun yapmaz ve günahlarından dolayı kendini suçlamazsa, onu velîler sınıfından saymazlar."

"Velî kimdir?" dediler. Cevaben; "Kendisine kerâmet verilen lâkin kerâmete güvenmeyen kimsedir." buyurdular.

Evliyânın ve bütün ilimlerde söz sâhibi olan imâmların büyüklerinden Seyyid Ebû Saîd Kaylavî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Velînin kalbinde dünyâ malına karşı hiçbir muhabbet olmamalı, kalbi, bütün kötü huylardan temizlenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemeli, herkesle hoş geçinmelidir. Elinde olanları muhtaçlara verip, onlara hizmeti ganîmet bilmelidir."

Mısır'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü'l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya yaklaşmak yolunda bulunan bir velî, Resûlullah efendimize olan hürmet, muhabbet ve bağlılığı, O'nu anlaması, O'nun bildirdiği İslâmiyet yoluna sımsıkı sarılması, hürmette kusûr etmemesi ve O'nun edebi ile edeblenmesi nisbetinde velîdir. Başka şekilde ilerlemek bu yolda mümkün değildir."

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyâdan bâzılarının; "Velî, yirmi sene müddetle soldaki meleğe hiçbir günah yazdırmadıkça tam velî olamaz." sözü hakkında buyurdular ki: "Bunun mânâsı; yirmi sene ondan hiç günâh sâdır olmaz demek değildir. Belki de bunun mânâsı, günah işlemekte ısrâr etmez, günâha devâm etmez, günah işlemiş olsa bile, vakit geçirmeden derhal tövbe ve istiğfâr ederek o günâhı yazdırmaz demektir."

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her velînin üç alâmeti vardır. Bunlar: Allahü teâlâ ile arasındaki sırrı saklamak, halkla arasında geçen muâmelelerde, duygularını hatâdan korumak, herkese aklı ve anlayışı ölçüsünde söylemektir."

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz. Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gördüğün kişi, şâyet onu görür görmez sana Allahü teâlâyı hatırlatıyorsa, bilesin ki o, Allah'ın velîsidir."

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) velîlerin hallerini ve üstünlüklerini anlatırken buyurdular ki: Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurmuştur: "Tasavvuf yolunda, cenâb-ı Hakk'ın dostlarından, sevgili kullarından bâzıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük zât onlara Allahü teâlânın muhabbetinden, azamet ve celâli ile ilgili sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle can verecek hâle gelirler."

Harput'un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir şeyhde üç şeye dikkat ediniz.

1Kendine dünyâlık verildiğinde, hoşuna gider mi?

2Sünnetlerle amel ediyor mu? Sünnetlere ne derece uyuyor.

3En çok neyi seviyor. Eğer dünyalıktan hoşlanıyor, sünnete ittibar etmiyor, dünyâdan bahsedip, âhiretten ve Allahdan konuşmuyorsa, işinize yaramaz, ondan uzak olunuz.

Talebesi ve halîfesi Osman Bedreddîn Efendi der ki: Biz onsekiz sene yüksek huzûrlarına gittik geldik. Kendine bir büyüklük isnâd ettiklerini kat'iyyen görmedik. Hiç kimseden de işitmedik. Kendini şeyh saymadı. Buna rağmen pek heybetli ve azametli görünürdü. Çok kere buyururdu ki: Dünyânın ne kadar harab olduğunu benden anlayın. Bir zaman Şeyh Ali Efendi (Sebtî hazretleri) gibi bir zât-ı muhterem bu halkı Hak teâlâ hazretlerine davet ve irşad buyururlardı. Şimdi ise bu halka söz söylüyoruz. Heyhât!

"Kıyâmet günü peygamberlerin ümmetlerinin çokluğu ile iftihar ettikleri, sevindikleri gibi, biz de ihvânımızın (din kardeşi) çokluğu ile iftihâr ederiz, sakat olsalar, pek işe yaramaz halde bulunsalar bile."

Büyük velîlerden Mimşâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Aç kalan velî ne yapar?" diye sorduklarında; "Namaz kılar." diye cevap verdi. "Peki onu yapacak gücü yoksa?" diye sorduklarında; "Uyur." cevâbını verdi. Ya uyuyamazsa?" diye sorduklarında: "Allahü teâlâ velî kuluna şu üç şeyi verir. Ya gıdâ, ya güç veya ecel!" buyurdular.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân hazretlerine; İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Mektûbât isimli üç cild, değer biçilmez eserinde, yazılmış mektuplar vardır. Bunlardan birisi şöyledir:

"...Üstâdım Hâce Muhammed Bâkî-billah'tan işittim. Buyurdu ki, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî yazıyor ki: "Kerâmet ve hârikaları çok görülen evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişmân olmuştur. Keşke hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir." Evliyânın üstünlüğü, hârikaların görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişmân olmak yersiz olurdu.

Suâl: Vilayette, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîki velî ile, yalancı şeyhler birbirinden nasıl ayrılır? Cevap: Bu dünyâda evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının karışması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmeyen evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzum da yoktur. Evet, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece, nebî, nebî olmayandan ayrılır. Çünkü, nebînin peygamberliğini tanımak herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi peygamberinin dînine çağırdığı için, peygamberinin mûcizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer dinden başka bir şeye çağırmış olsaydı, o zaman, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. Dîne çağırdığı için hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitaplarda yazılan emirleri yapmaya çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de dînin bâtınına dâvet ediyor. Önce, dîne çağırıyor. Sonra Allahü teâlânın ismini zikretmeyi gösteriyor. Her zaman, aralıksız zikr-i ilâhi ile olmayı ehemmiyetle istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka bir şey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa, Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. Bu iki türlü dâvet için, evliyânın hârikalar göstermesine niçin lüzum olsun? İrşâd etmek, bu iki dâveti yapmak demektir.

Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yoktur. Şunu da söyleyelim ki, uyanık bir talebe, tasavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini hisseder. O bilinmez yolda, her an, onun mededine baş vurup, hep yardımına kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fakat, talebesine her an kerâmet göstermekte, hârikalar, üst üste gelmektedir. Talebesi, üstâdının hârikalarını hissetmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayat vermektedir. Onu, müşâhedelere keşiflere kavuşturmaktadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezârdan çıkarmayı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalpleri diriltmeye, hasta rûhları tedâvî etmeye ehemmiyet verir. Sofiyye-i âliyyenin büyüklerinden, Hâce Muhammed Pârisâ: "İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü rûhları diriltmişler, talebenin ölü kalplerini diriltmeye çalışmışlardır. Doğrusu da, kalpleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, yâni faydasız şeyle vakit öldürmek olur. Çünkü, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalplerin diriltilmesi ise sonsuz hayâta kavuşturur. Allahü teâlâya yakın olanların vücûdları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalpleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir, Allahü teâlâ ile berâber olandır. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz." buyuruyor.

O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı; her sözlerinin, hareketlerinin dîne uygun olması, yanlarında bulunanların kalplerinde, Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler görülür. Münâsebetleri olmayanlar, zâten herşeyden mahrûmdur. Fârisî beyit tercümesi:

 

İyiliğe elverişli olmayan kimse,

Faydalanamaz, Pegamberi de görse.

 (2. cild, 92. mektup)

 

Şam'ın büyük velîlerinden Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün etrâfında toplanan kalabalık bir cemâat arasında sohbet ediyordu. Hava son derece sıcaktı. Biri ona, temkîn sâhibi velî kimdir? diye sordu. O; "Allahü teâlânın, tasarruf etmeyi ihsân ettiği kimsedir." buyurdu. Peki bunun alâmeti nedir? deyince, eline bir kamış ağacı alıp dört parçaya böldü. Birine bu yaz için, birine bu kış için, diğer bir parçaya bu sonbahar için, dördüncü parçaya da bu ilkbahar için deyip bir kenara koydu. Bu yaz için dediği parçayı alıp sallayınca, sıcaklık son derece arttı. Onu bırakıp, sonbahar için diyerek ayırdığı parçayı alıp salladı. Bu sefer hava sonbahar havası oldu. Kış için dediğini alıp sallayınca, hava görülmedik bir şekilde soğumaya başladı. Nihâyet ilkbahar için ayırdığı parçayı alıp sallayınca, ağaçlar yeşermeye ve çiçekler açmaya başladı. Sonra bir ağacın altına gelip, üzerindeki kuşa; "Haydi, seni yaratan Allahü teâlâyı zikret!" deyince, kuş yanık yanık ötmeye başladı. İşitenler kendinden geçti. Sonra diğer ağaçların altına gidip, dallarda duran kuşlara da; "Haydi sizi yaratan Allah'ı tesbîh ediniz!" dedi. Bu ağaçlarda bulunan kuşlar da yanık yanık ötmeye başladı.

Cezâyir'de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldede kıtlık meydana gelmişti. Zamânın sultânı ona haber gönderip, Hasan Ebrikân Medresesinde bulunan gıdâ maddelerinden istediği kadar alabileceğini bildirince, Senûsî hazretleri buyurdu ki: "Hakîkî velî o kimsedir ki, şâyet Cennet ve içinde bulunan sayısız nîmetler keşfolunup ona gösterilse, bunların hiçbirine iltifat etmez. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye meyl ve îtimâd etmez. İşte bu hakîkî velinin hâlidir." Böyle söyledi ve sultanın teklifini kabul etmedi. Kendisi de, böylece hakîkî velînin halini göstermiş oldu.

On yedinci asır müderrislerinden ve velî Şerîfzâde Mehmed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Menâkıb-ı Evliyâ isimli eserinde, Allah dostları olan velîler hakkında şöyle demektedir: "İleriyi gören, hakkı bâtıldan ayıran akıl sâhipleri ister sultan, ister hâkan, ister derviş, ister vezir, ister zengin isterse fakir olsun, kerâmetleri anlatılan evliyâ hakkında temiz niyet ve doğru îtikâd sâhibi olmalı. Onların kerâmet ve evliyâlığına inanmalı, rûhâniyetlerinden yardım istemelidir. Haklarında gösterilen bu hüsn-i niyet sebebiyle himmetlerine ve sıkıntı ânında imdâdlarına kavuşulur, dünyevî ve uhrevî murâdlarına nâil olunur.

Evliyâ-yı kirâmın menkıbeleri anlatıldığı ve isimlerinin anıldığı yerde, mecliste onların rûhâniyetlerinin hazır olduğunda şüphe yoktur. Hattâ âlimler, büyük velîlerle Silsile-i aliyyenin isimlerinin anıldığı mecliste yapılan duâ makbul olur, demişlerdir. Esas hikmet, onlar hakkında iyi îtikâd sâhibi olmaktır. Yeter ki onlara inanılsın.

Zamânımızdaki kutupların, velîlerin de hazır bulunduğu gazâlara, vefât etmiş bulunan ricâl-i gayb, evliyâullah da katılarak yardımcı olur. Bu îtibarla devlet adamları, pâdişâhlar bu nîmetin kadrini bilip adâlete meylederek, zulüm ve haksızlıkların def'ine ve zâlimlerin kökünü kazımaya gayret sarfetmelidir. Aksi halde zaman zaman devlet ileri gelenlerinin fukarâ ve zayıflara ettikleri pekçok zulüm ve haksızlık, ayrıca bizim kötü işlerimiz ve günahlarımız sebebiyle, zafer ve nusret diğer tarafa döner. Her ne kadar evliyâullahın İslâm askerini kırması söz konusu olmasa da, Allahü teâlânın irâdesi diğer tarafın kazanması yönünde olunca, ricâl-i gayb bunlara yardım etmediği gibi, bâzan; "Ey kâfirler! Şu fâcirleri, âsileri, günahkârları öldürün." diye hitâb etmişlerdir. Pekçok zulüm ve isyanları sebebiyle ehl-i İslâma olan gadab-ı ilâhîyi bildirmek için kâfirlere böyle hitâb edip müslümanlardan nice kimseye de işittirmişlerdir. Tâ ki bâzı gâfiller bu sırra şâhid olup uyansınlar, ibret alsınlar. Mûteber tasavvuf kitaplarında bu mânâda pekçok söz ve menkıbe vardır. Nitekim hazret-i Ömer efendimizle ilgili bir menkıbe şu şekildedir:

Hazret-i Ömer zamânında Şam şehri civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a fethedilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a henüz fethedilemedi. Kâfirler, İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aranızda birisi bir hatâ yapmış olmasın." buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Yâ Emîrü'l-müminîn! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı arayıp bulamadım. Misvaksız namaz kıldım. Sizin aradığınız hatâ budur." dedi. Hazret-i Ömer; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et!" buyurdu. Bir saat sonra kal'a fetholundu.

Bu sebeple pâdişâh efendimiz hazretleri de (Üçüncü Mehmed Han) Allahü teâlâya iyi tevekkül edip, zulmü def ve adâleti yaymaya çok gayret etmelidir. Gerek kendileri, gerekse vezirler ve vekilleri tarafından Allah adamlarından birini üzmeyeler. Yoksa müşkil bir iş tam olmaya yüz tutmuş iken tehire ve gecikmeye sebeb olur."

İran'da yetişen büyük velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Velî, içinde bulunduğu ânı değerlendirmek için çırpınır. Diğer vakitleri kıymetlendirmek için çalışsa, içinde bulunduğu vakti harcamış olur. İleriki vakte kavuşacağı da, zâten belli değildir. Bunun için gerçek velî, her an, içinde bulunduğu ânı değerlendirir. Böylece bütün ömrü kıymetli olur."

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn Zâhid-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına yönelenler, Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ göktekiler ve yerdekiler bile, onlara yardım, ikrâm ve hürmet ederler." Biz, onun bu sözünü, bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık."

Mısır’ın büyük velîlerinden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Halîl Cündî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: “Velî olgunlaşınca kendisine Allahü teâlâ tarafından çeşitli şekillerde görünme kuvveti verilir. Bu da olmayacak bir şey değildir. Çünkü, başka başka görünen şekiller rûhâniyettir. Bedeni, cismi görünmemektedir. Rûhlar, madde değildirler, boşlukta yer kaplamazlar.”

 “Allahü teâlâ, evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet verir ki, çeşitli şekillerde görünebilirler. Bedenleri mezardan çıkmaz. Rûhları şekil alıp görünürler.”