|
VEFAT ANI
(Ş - Z)
Evliyânın büyüklerinden
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettiği
gün, yüz yirmi bir yaşında idi. Vefâtından bir gün önce çok hasta olmasına
rağmen, son defâ abdest almak istedi. İkindi vakti yaklaşıyordu. Hırkasını
çıkardı, su istedi, yenlerini kıvırdı, dişini temizledi. Besmele okuyarak abdest
almaya başladı. Her uzvunu yıkamaya başlarken, başka duâlar okudu. Kollarını
yıkarken, Şeyh Halîl yüzünü yıkamayı unuttuğunu hatırlattı. Tekrar tâze abdest
almaya başladı. Kâdı Zâhid, sağ ayağını yıkamaya yardım etmek istediyse de, ona
mâni oldu. Abdesti tamamladıktan sonra, bir tarak ve seccade istedi. Sakalını
taradıktan sonra, iki rekat namaz kıldı. Biraz dinlendi ve sonra ikindi namazını
kıldı. H.782 senesi Şevvâl ayının beşinde de, evdeki çocuklarıyla ve
talebeleriyle helâllaştı. Onlarla vedâlaştı. Ertesi gün yatsı vaktinde, salevât-ı
şerîfe getirerek duâ etmeye başladı. Duâ esnâsında mübârek rûhunu teslim etti.
Cenâze namazı, Şeyh Eşref Cihangir Semnânî tarafından kıldırıldı.
Şerefüddîn Ahmed
hazretlerinin İrşâd-üs-Sâlikîn, Ma'den-ül-Me'ânî ve Mektûbât kitapları çok
kıymetlidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Gulâm-ı Ali Abdullah-i
Dehlevî, doksan dokuzuncu mektubunda, Ahmed bin Yahyâ Münîrî'nin Mektûbât'ını
okumayı tavsiye etmekte, nefsin temizlenmesinde çok tesiri olduğunu
bildirmektedir.
Anadolu velîlerden Şeyh
Hüseyin Basretî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtı sırasında devamlı "Sübhâneke
innî küntü minezzâlimîn." derdi. Hastalığı şiddetlenince, gözlerinden yaş geldi.
Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, deyip dudaklarını kapatarak vefât
etti.
Anadolu velîlerinden Şeyh
Muhammed Aynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaşınca,
evladlarına ve talebelerine yaptığı vasiyetinde Aynî köyünün batısındaki tepenin
üzerine defnetmelerini söyledi. Kabri üzerine üstü açık, kubbesiz türbe
yapmalarını ve kubbe yerine türbenin ortasına o bölgede meşhur olan bıtım ağacı
dikmelerini söyledi. Vefâtından sonra kabri üzerine yapılan türbenin üstünü de
bir kubbe ile kapattılar. O gece köy halkı bir gürültü duydu. Sabahleyin
yaptıkları kubbenin yıkıldığını gördüler. Tekrar ve daha sağlam bir şekilde
yaptılar. Fakat gece şiddetli bir gürültü ile yine yıkıldı. Bunun üzerine
vasiyetine uyarak kubbesiz bir türbe yaptılar, ortasına da bir bıtım ağacı
diktiler. Bu ağaç büyüyüp türbenin üzerini kubbe gibi kapattı. Dalları türbenin
duvarından taşmadan âdetâ çadır gibi türbeyi kapatmaktadır.
Mısır'ın meşhur
velîlerinden Şeyh Safvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtının yaklaştığı
bir sırada talebelerine; "Dervişler, Allahü teâlânın Latîf ism-i şerîfini
söyleyin. Yâ Latîf, diye zikrediniz." dedi. Bu sözlerini işiten eski talebeleri;
"Elvedâ, elvedâ!" diye ağlaşmaya başladılar. Çünkü Şeyh Safvetî hazretlerinin
babası Şeyh Hayâlî Efendi onun için; "Oğlum Ali Safvetî vefât edeceği zaman
cezbeye uğrasa gerektir. O zaman yâ Latîf ism-i şerîfini söylemekle meşgûl
olunuz." diye işâret etmişti. Bu sebeple hocalarının vefâtının yakın olduğunu
anlayan talebeler, ağlayıp inlemeye başladılar.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hizmetini gören Bekr
Dîneverî şöyle anlatır: "Şiblî hazretleri, son hastalığı ânında; "Bana abdest
aldırın." diye işâret etti. Ona abdest aldırdım. Sakalını hilâllemeyi
unutmuştum. Elimi tutarak, sakalının içine koydu. O anda da, rûhunu teslim
etti."
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn Zâhid-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin Vefâtı yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve
yakınları, ona yalvararak; "Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız.
Hep oruçlu oluyorsunuz. Bununla berâber, iftar ve sahurda da bir şey
yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe
ediyoruz." dediler. Onların bu sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık
veren İbrâhim Zâhid; "Güzel bir et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa." dedi.
Bildirdiği gibi güzel bir yemek pişirip akşama hazırladılar. Akşam olup,
namazdan sonra sofraya oturdular. Kendisi su ile iftâr eden İbrâhim Zâhid
hazretleri, o yemekten yemedi. "Efendim! Bir mikdâr da olsa yeseniz." diyenlere;
"Siz yiyiniz. Talebelerimin yemek yemelerini, ağızlarının hareketlerini
seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor." buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti
ve oruçlu olarak vefât etti.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek
şiddetlenmişti. "Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu. "Evet girdi."
dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son
nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce
Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek
nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde
idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu
sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek
gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında
sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli
bir zelzele oldu.
Sultan Ahmed Mirzâ,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ
sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu
Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı
olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand'a
getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada
yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defnedildi.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.719 da, Aksaray ilçesine
dostlarını ve talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rüyâsında, peşpeşe aralıksız
birkaç defâ âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu
öğrendiler ve kendisine, ağlamasının hikmetini sordular. O da; "Rüyâmda bir
köşkte oturmuş, penceresinden güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O bahçenin
güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zîrâ onu anlatacak diller ve yazacak
kalemler âciz kalır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem Mevlânâ hazretlerini
gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; "Ey Ârif! Gel, bundan sonra bize gel.
Artık orada kalman yeter!" dedi ve gözden kayboldu. İşte, dedeme olan hasretim
sebebiyle ağladım. Her geçen gün âhirete gitme arzum çoğalmaktadır." dedi. Sonra
Konya'ya dönmek için yola çıktı. Konya'ya geldiğinden iki gün sonra, Cumâ idi.
Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, güneşe doğru döndü ve bâzı sözler söyleyip
kasîdeler okudu. Sonra talebelerine dönerek; "Kardeşlerim! Artık gitme zamânım
yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere vedâ ediyor, Allahü teâlâya
emânet ediyorum." buyurdu. Evine girip yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan
sonra, ertesi Cumâ günü kalktılar. Şu ânda medfun bulunduğu yere gelip, orayı
işâret ederek; "Beni buraya defnediniz." buyurarak vasiyet etti. Tekrar
istirahata çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmi beşinci gecesinde
zelzele oldu. Bâzı binâlar yıkıldı. İki gün sonra da, Salı günü ikindi vaktine
yakın, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyerek son nefesini verdi ve
sevdiklerine kavuştu.
Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden Üftâdezâde Kutub İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin Vefâtı yaklaştığı zaman; "Ben vefât edince naaşımı türbeye
defnetmeyin. Dedemin huzûrunda cesedimin dahi ayak uzatması rûhumu sıkar."
buyurdu. H.1089 senesinde vefât eden Kutub İbrâhim Efendi, vasiyeti üzerine
Üftâde hazretlerinin türbesinin dışına defnedildi.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtına yakın
talebelerini toplayıp onlarla helallaştı ve bir takım nasîhatlerde bulundu.
"Sizler yolumuza aykırı hareket eder, İslâmiyetin emirlerinin dışına çıkar,
haram ve mekruhlara meylederseniz, âhiret gününde iki elim yakanızdadır. Bu
Halvetiyye yolu cümlemize Allahü teâlânın bir emânetidir. Bunu koruyun. Bu
sebeple peygamberler ve evliyâ sizlerden hoşnud olur." buyurdular. Techiz ve
tekfinleri için gerekli siparişleri verip aldırdılar. Sonra yerine vekil
bıraktığı Mehmed Efendi, Kur'ân-ı kerîm okurken vefât ettiler. Talebelerinden
Seyyid Mustafa Efendi gasledip yıkadı. Arkasından hemen yetmiş bin kelime-i
tevhîd okunup mübârek rûhuna gönderildi. Ayasofya Câmiinde Kara Mustafa Paşa
Dergâhı şeyhi olan Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi namazını kıldırdı. Cenâzesinde
âlimler, sâlihler hazır olmuşlardı.
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefât edecekleri gece oğlu Muhammed
Bâkır’dan abdest almak için su istedi. Suyu getirdiklerinde buyurdu ki: “Bu su
içinde hayvan ölmüş, bununla abdest alınmaz.” Yakınları mum ışığında kabın içine
dikkatlice baktıklarında kabın içinde bir fare ölüsü gördüler. Oğlu tekrar su
getirdi. Abdest aldı ve “Artık ölümüm yakındır.” buyurup, vasiyetini bildirdi. O
gece Osman bin Hayyâm tarafından zehirletilerek şehîd edildi H.94. Bakî'
Kabristanında amcası hazret-i Hasan’ın yanına defnedildi.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât etmeden önceki son
günün kuşluk vaktinde Üstâd-ı A'zam hazretleri hangi vakit vefât etmişti?” diye
sordu. “Kaba kuşluk sırasında.” diye cevap verildi. Öğleden sonra kadın erkek ve
çocuk bütün âile mensuplarını yanına çağırdı ve en büyük halîfesi Molla Muhammed
Emîn’e, orada bulunanlara tövbe ettirmesini emretti. Kendisi de yastığın yanına
oturarak şöyle buyurdu: “Onlar, yâni bu yolun büyükleri iki gündür bana gerek ev
halkımı, gerek buraya başvuranları irşâd etmemi ve bu işi Molla Muhammed Emîn’e
havâle etmemi telkin ettiler.” Molla Muhammed Emîn’in Allah yolunda tükenmez bir
hazîne olduğunu belirttikten sonra şöyle konuştu: “Önce ihlâsla tövbe ederek
Allahü teâlâya yönelmeli, arkasından da Üstâd-ı A'zam Abdurrahmân Tâgî
hazretlerinin türbesine giderek duâ edip eşiğine yüz sürmelisiniz. Tâ ki Allahü
teâlâ bu sâyede bana şifâ versin. Bu yaptığınız tövbe sâdece işlemiş olduğunuz
günahlardan tövbe etmek değildir. Bu tövbe aynı zamanda her şeyden sıyrılıp
sâdece Allah’a sığınma, yüce Nakşibendiyye yolu ile bağdaşmayan her türlü
hareketten sıyrılma, bundan sonra dünyânın zînet ve hazlarına dalmaktan kaçınma,
dünyânın alımlı ve göz boyayıcı menfaatleri için yarışmaktan sakınma gâyesi
güdülmelidir.”
Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî
hazretleri böylece vefâtından önce yerine geçecek kimseyi belirledi ve bütün
bağlıları ile talebeleri teslim edeceği bir vekil tâyin etti. Vefât zamânı
yaklaşmasına ve hastalığı iyice fazlalaşmasına rağmen sünnetlere eksiksiz uymaya
gayret etti. Rûhunu teslim edeceği anlarda bile suyu üç yudumda içti. İlk yudumu
besmele ile ve son yudumu da hamd ederek bitirdi. Yine abdestin hiçbir sünnetini
terk etmedi. Vefât edeceği gece bir an önce sabah vaktinin girmesini istiyor, bu
yüzden devamlı saatin kaç olduğunu soruyordu. Bir kere saatin yedi olduğu
söylenince; “Yediden on ikiye kadar beş saat var, o da hayli uzun.” buyurdu.
Hattâ komada bulunduğu sırada sabah vaktinin girip girmediğini sorarak yanında
bulunanlara; “Abdest alıp, namazlarınızı kıldınız mı?” diye sordu. Orada
bulunanlar “Evet kıldık.” deyince; “O halde ben de abdest alıp kılayım da
namazımı kaçırmayayım.” buyurdu. Yatağın kenarına geldi ve eksiksiz bir abdest
alıp yine eksiksiz bir şekilde namaz kıldı. Ev halkından biri misvak getirdi,
dişlerini misvaklamak istedi. Misvağı kendisi alarak sünnete uygun bir şekilde
misvakladı. Şuuru son ana kadar yerindeydi. Yanına gelenleri tanıyor, onlara yer
gösteriyor, sorularına cevap veriyordu. Bu sırada şeyhinin oğlu Muhammed Cüneyd
kapıdan girince, onu tanıyarak; “Yâ Şeyh Cüneyd, şöyle buyur!” diye seslendi.
Bir gece önceki gördüğü rüyâsını şöyle anlattı:
“Çok sayıda asker gelip
Üstâd-ı A'zam hazretlerinin türbesini ziyâret etti. Yer ile gök arasını bembeyaz
kuşlar doldurdu. Bu beyaz kuşlardan büyük biri bana gelerek; “Hazır ol, saat on
bir veya on ikiden sonra yâni sabah açtıktan sonra yola çıkacaksın.” dedi.
Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu rüyâyı anlattıktan sonra ev halkı yanından
dışarı çıkarak, bir iki kişi yanında kaldı. Üzerinde ölüm alâmetleri belirince,
yanında bulunan talebelerinden biri; “Anlaşılan siz bizleri şaşkın ve yetim
bırakıyorsunuz. Sizden sonra bizim sâhibimiz ve rehberimiz yoktur.” dedi. Bu
sözler üzerine; “Elhamdülillah sen varsın.” diye karşılık verdi. O talebesi;
“Benim varlığım sizin sâyenizle idi. Yoksa ben neyim, ne faydam olabilir?” diye
cevap verdi. Bunun üzerine; “Allah var, O herkese yeter.” diye karşılık
verdikten sonra; “Benim Allah’tan başka hiçbir şey ile alâkam kalmadı.” dedi.
Talebesi onun yanında her gece okuduğu Seyyidü’l-istiğfâr ile Bekara sûresinin
sonunu okumaya başladı. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri de onun arkasından okudu.
Yûnus aleyhisselâmın tesbihini okudu. Arkasından kendisine; “Artık şimdi, Lâ
ilâhe illallah, demenin vakti değil mi?” denildi. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri;
“Evet. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin belirttiğine göre bin fennin bilgisine sâhib
olsan bile, bunların hepsi gider ve âhirette sana sâdece “Lâ ilâhe illallah
kalır” diye cevap verdi. Sonra kendi hâline net bir ses tonu ile; “İnne fî
halkıssemâvâti...” âyetinden îtibâren Âl-i İmrân sûresinin sonunu okudu. Okuması
bitince yanında bulunanlarla bâzı hususları konuştuktan sonra sustu. Yanında
bulunanlar da bir şey söylemediler. Kendi eli ile bir kere dişlerini misvakladı.
Bir ara işâreti üzerine alnını su ile ovdular. Mübârek nefesi kesilinceye kadar
hiçbir söz söylemedi. Mübârek dili üst damağına yapışık durumda; “Lâ ilâhe
illallah” kelimesini tekrar ederek H.1342 senesi Receb ayının 27. Cumâ günü
sabah namazından sonra Bitlis’in Nurşin köyünde rûhunu teslim etti. Son nefesini
vereceği anda yüzünde ve alnında ayna gibi bir parıltı belirmişti. Bu parıltıyı
orada bulunan herkes görmüştü. Ayrıca vefât edeceği günün sabahı yattığı odadan
dünyâ kokularına benzemeyen hoş bir koku yayılmaya başlamıştı. Yanına giren
herkes bu kokuyu hissediyordu. Bu koku gittikçe kuvvetlendi ve vefâtı sırasında
odanın her yanını sardı ve dışarıdan bile hissedilir oldu. Son nefesini verdiği
anda ve cenâzesi yıkandığı zaman vücuduna değen her elbise veya bez parçasından
aynı hoş koku dağılıyor ve üstelik bu koku sindiği yerden birkaç kere yıkansa
bile çıkmıyordu.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettiğinde,
hava çok sıcaktı. Cenâzesini götürürlerken bir bölük kuş da cenâzenin üstünde
kanatlarını açarak birlikte uçuyor ve gölge yapıyorlardı. Oradaki insanlar o
kuşların kanatlarının gölgesi altında kalıyorlardı. Fakat hiç kimse öyle kuşlar
görmemişti.
Cenâzesi defnedilinceye
kadar kuşlar gitmediler. Ertesi gün kabri üzerinde Âdemoğlunun yazısına
benzemiyen bir yazının yazılı olduğu görüldü: “Zünnûn, Allah'ın sevgilisidir ve
şevkı dolayısıyla da, canını O’nun yoluna fedâ etmiştir.” O yazıyı oradan
kazımalarına rağmen, tekrar yazılırdı. Vefâtından sonra birçok âlim rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz yanındakilere; “Hak dostu Zünnûn
geliyor, karşılamaya gidelim.” buyurdu. |
|