|
VEFAT ANI
(N - S)
Rumeli'de yaşayan büyük
velîlerden Nasûh Çelebi Belgrâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, Belgrat eşrâfından Ağazâde Mehmed Çelebi şöyle anlatır: Merhûm Nasûh
Çelebi hastalanınca, ziyâretinde bulunup sünneti yerine getirmek için
evlerine gittim. Huzûruna girdiğimde, onda bir rahatlık gördüm ve;
"Elhamdülillah! Hâlinizde bir hayli düzelme ve hayır alâmetleri vardır" dedim.
Kollarını açtı. "Şu güller, sünbüller." deyip kollarındaki kızamıkların
yerlerini gösterdi. O sırada hanımı, içeri girmek için haber gönderdi. "Bundan
sonra bizim gözümüze görünmesi onun için uygun olmaz." cevâbını verdi. İçeri
girmesine müsâade etmedi. Ölüm hâli görüldüğünde, başını yastıktan kaldırdı.
Sağına ve soluna işâret ederek; "Ve aleyküm selâm, ve aleyküm selâm" dedi. Sonra
Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Tamamlayamadan rûhunu Hakk'a teslim etti.
Büyük velîlerden Muhammed
Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Şâmî
Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Muhammed Nasûhî Efendinin
hastalığı iyice artmıştı. Şâmî Ahmed Efendi ona; "Efendim biraz az oruç tutup
ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir." deyince, Nasûhî Efendi;
"Oğlum! Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi
noksan yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim." buyurdu.
Muhammed Nasûhî hazretleri
vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; "Bu gece
Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî,
Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Ali Atvel hazretleri teşrif
buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin." İftar vaktinde Derviş İbrâhim,
Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü
lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; "Hû." diye seslendi. Derviş İbrâhim
ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; "Hû." diye Allahü teâlânın ismini zikr
edip rûhunu teslim etti.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, vefâtından az önce, husûsî deri çantasından
talebelerine çeşitli hediyeler dağıttı ve hakîkati anlatmak için Hindistan'ın
bütün köşelerine gitmelerini emretti. Altı yüz seneden beri Çeştiyye yolunun
büyüklerinden gelip, hocası tarafından kendisine verilen mukaddes emânetleri,
Dehlili Hâce Nasîreddîn Mahmûd Çirağ'a vererek; "Dehli'de otur ve insanların
cefâsına katlan." buyurdu. Bundan sonra, sabah namazını kıldılar. Güneş ufuktan
yükselirken, bu büyük velî ve mânâ güneşi, Hakk'ın rahmetine kavuştu. Ömrü
boyunca yanında bulunan talebeleri, halîfeleri, arkadaşları, sayıları yüz
binlere varan bağlıları ve altmış sene onun emsâlsiz misâfirperverliğini görmüş
binlerce fakir halk, kedere boğuldu. Mültanlı Hâce Behâeddîn Zekeriyyâ
Sühreverdî'nin torunu Şeyh Ebü'l-Fettah Rükneddîn, onun cenâze hizmetlerini
görmekle şereflendi. Sultan Muhammed Tuğlak, Nizâmeddîn Evliyâ'nın mezarı
üzerine büyük bir türbe inşâ ettirdi.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin
yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi. Öyle
ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla beraber kimsenin
yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca yakınlarından Abede binti Şevvâl
adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek;
"Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.
Vefât etmeden önce hasta
yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız
bırakınız. Allahü teâlânın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler
odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu
işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön!
Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir." (Fecr sûresi: 89) Aradan biraz
zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler.
Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine
defnedildi.
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtından bir gün önce; "Allahü teâlâya hamdolsun ki
her ne taleb ettiysem ihsân buyurdu. Otuz üç sene irşâd vazîfesinde bulundum.
İki kişi feyz alarak halîfe oldular. Cenâb-ı Hakk'ın bana ihsân buyurduğu
kemâlâtı halîfelerim de bilmez... Bu fânî dünyâdan göçüyorum. Bana ihsân olunan
kemâlât da benimle birlikte gidiyor... Buna çok teessüf ederim!" demiştir.
Halîfesi Şeyh Abdullah
Efendi; "Hocam Mustafa Sâfî Efendinin kutup olduğu mâlumumdur. Ancak vefât
ederken beyân buyurduğu kemâlâtın, yüksek derecelerin ne olduğunu ben de
bilemem, düşünüyorum ve teessüf ediyorum." dedi.
Cezâyir'de yetişen, hadîs,
kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin Namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumak niyetiyle hep mescidde
kalmak ister, hiç çıkmak istemezdi. Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu.
Yatağından çıkamıyacak durumda olduğu zaman bile namazını terketmedi. On gün
hasta kaldı. Hastalığı ağırlaştığında kızı; "Gidiyorsun ve beni terkediyorsun."
deyince; "İnşâallahü teâlâ yakın zamanda Cennet'te buluşuruz." buyurdu. Vefât
ederken de buyurdu ki: "Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere,
vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. O'ndan bunu dileriz."
Bundan sonra vefât etti. Vefâtından sonra etrâfa misk kokusu yayıldı ve insanlar
bu güzel kokuyu hissettiler.
Mısır'da yetişen Hanefî
mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Serûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre, Ebü'l-Abbâs-ı Serûcî
hazretlerinin bir defteri vardı ve birisinden borç alacak olsa o deftere kayd
ederdi. Vefâtı yaklaştığında o defteri gösterip, kalan borçlarının ödenmesini
vasiyet etti. Vefâtından sonra bir şahıs gelerek, Serûcî hazretlerinde iki yüz
dirhem alacağı kaldığını bildirerek istedi. Deftere baktılar, bu şekilde bir
kayıt bulamadılar. O gece sâlihlerden bir zât, Serûcî hazretlerini rüyâsında
gördü. Serûcî, rüyâyı gören kimseye hitâben; "O (alacaklı olduğunu söyleyen
kimse) doğru söylüyor. İnce bir yazı ile o kimsenin söylediği, defterde
yazılıdır." buyurdu. Daha dikkatle deftere baktıklarında, hakîkaten yazıyı
buldular ve hemen o kimseye alacağını ödediler.
Büyük velîlerden
Seyfeddîn Menârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk zamanlarında Hâce
Hamîdüddîn'den fıkıh ilmi okuyordu. Lüzûmu kadar fıkıh öğrendikten sonra, Şâh-ı
Nakşibend hazretlerinin sohbet ve hizmetine devâm etmeye başladı. Hâce
Hamîdüddîn ise, fıkıh ilmini ilerletmesi arzusunda olduğundan, onun bu
ayrılışını hoş karşılamadı. Hattâ onu kötülemeye kadar gitti.
Seyfeddîn Menârî şöyle
anlatır: "İlk hocam Hamîdüddîn vefât ederken yanında bulundum. Büyük bir ızdırap
içinde idi. Ona; "Çektiğiniz bu acı ve ızdırap nedir? Tahsîl etmeyi
bıraktığımızdan dolayı bizleri kötülediğiniz o ilim hazîneleriniz nereye gitti."
dedim. Bunun üzerine; "Bizden gönül istiyorlar. Yâni selim kalb istiyorlar.
Bizde ise ondan eser yok. Izdırâbım bundandır." dedi."
Büyük velîlerden Seyyid
Emîr Külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) vasiyetini yaptığı sırada, oğulları;
Emîr Burhân, Emîr Şâh, Emîr Hamza, Emîr Ömer ve talebelerinin çoğu huzûrunda
bulunuyordu. Bu oğullarından Emîr Burhân'ın yetiştirilmesini, en başta gelen
talebesi ve halîfesi Behâeddîn-i Buhârî'ye havâle etti. Diğer oğlu Emîr Şâh'ı,
Şeyh Yâdigâr'a, Emîr Hamzâ'yı Mevlânâ Ârif Dehdigerânî'ye, Emîr Ömer'i de,
Mevlânâ Cemâleddîn Dehkesânî'ye yetiştirilmeleri için havâle etmişti.
Oğullarına; "Hanginiz, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim
olur?" buyurdu. Oğulları; "Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç
yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine girelim."
dediler. Oğulları böyle deyince, Emîr Külâl hazretleri başını eğip, murâkabeye
daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. "Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamza'nın
bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular." dedi. Emîr Hamza, kabûllenemeyeceğini
arzetti ise de; "Bunu kabûl etmekten başka çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, bu
iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun." buyurdu.
Bundan sonra Emîr Külâl
talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı.
Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını
sordular. Buyurdu ki: "Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hâli nasıl olur?
diye düşünüyordum. Gaybden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: "Ey Emîr
Külâl! Kıyâmet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan
uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim." Allahü teâlâ,
fadlından ve kereminden ihsân etti" dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabaha
doğru vefât etti.
Meşhûr hanım velîlerden
Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin evinin önünde,
kendisi için bir kabir kazmıştı. Kabre iner, orada namaz kılardı. Bu yerde altı
bin hatim okumuştu. Vefâtı yaklaştığı sırada oruçlu idi. Hastalığı ağırlaşınca
kendisine, orucunu bozabileceklerini söylediklerinde, onlara; "Siz ne
diyorsunuz? Ben otuz senedir oruçlu olarak vefât etmem için duâ ediyorum."
buyurdu. En'âm sûresini okumaya başladı. "Düşünen ve hakkı kabûl edenlere,
Rableri katında Cennet vardır." (En'âm sûresi:127) meâlindeki âyet-i kerîmeye
gelince vefât etti. Cenâzesi çok kalabalık oldu. Şehirli-köylü, büyük-küçük
toplanıp ağladılar ve kendi eliyle kazdığı kabrine defnettiler. Derb-üs-Sibâ
denilen yerde medfundur. Kabri üzerinde bir nûr ve heybet vardır. Her taraftan
ziyâretine gelinir. İmâm-ı Şa'rânî hazretleri, "Ehl-i beyt içinde tasarrufu en
fazla olanı, Seyyidet Nefîse'dir" buyurdu.
Zevci, cenâzesini Medîne'ye
götürmek istedi ise de, halk çok ısrâr edip vazgeçmesini istediler. Nitekim
rüyâda Peygamber efendimizi görüp, kendisine; "Mısırlıları kırma. Nefîse'nin
bereketi ile ora halkına rahmet iner." buyurunca, cenâzeyi nakletmekten
vazgeçti.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm öncesi hastalığı
sırasında kendisini ziyârete gelen kimselere hastalığının şiddetinden
bahsetmediği gibi, aksine iyi olduğundan bahsederdi. Hattâ vefât ettiği gün,
akrabâları izin isteyip köylerine gittiler. Çünkü sıhhatinin yerinde olduğunu
gördüler. O günlerde çorba suyundan başka bir şey yemiyordu. Hastalığı sırasında
hiç uyumuyor, sâdece kıbleye karşı oturuyor, bâzan sağına, bâzan sol tarafına
yaslanarak murâkabede bulunuyordu. Ölüm hastalığı sırasında hiç inlemedi.
Sekerât-ı mevtinden önce yerine halîfe bıraktığı oğlu Seyyid Behâeddîn'i yanına
çağırdı. "Evlâdım! Talebelerim sana emânet. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştir.
Gözün gibi koru. Sohbet ve teveccühlerini üzerlerinden esirgeme. Sakın şöhret
isteme. Allahü teâlânın emirlerini yap, yasaklarından kaçın. Dîne muhâlif iş
yapma. Seni yetiştiren hocanı ve Allahü teâlânın dostlarını incitme, onların her
zaman gönüllerini almayı ihmâl etme." buyurdu. Dostlarıyla vedâlaştıktan sonra
da; "Ben ölünce arkamdan ağlamayınız." buyurdu. Sonra bir müddet murâkabe
hâlinde kaldı.
İki küçük oğlunu Seyyid Nûr
Muhammed ve Seyyid Burhan'ı zâhirî ve mânevî terbiyeleri için Molla Abdurrahmân-ı
Meczûb'a teslim etti. Seyyid Tâhâ hazretlerinden naklederek; "Kılıç kınından
çıkmadıkça, bir şey kesemez." buyurdu. Vefât ettiği Cumartesi günü öğleden sonra
Sekerât-ı mevt hâline girdi. Bu hâlinde yanına giren Abdurrahmân Tâgî ve Molla
Abdurrahmân Meczûb, sessizce "Yâsîn" sûresini okudular. "Beni doğrultun."
buyurdu. Doğrulttular. Tekrar; "Beni yatağıma uzatın." buyurdu. Birkaç defâ
doğrulttular ve tekrar yatağa uzattılar. Ölüm hastalığının ızdırabı
fazlalaşınca, Abdurrahmân Tâgî'ye bakarak; "Böyle olsun bakalım." dedi ve ölümü
tercih ettiğini belirtti. Sarığını çıkardı. Göğsüne buz koydular. Yâsîn-i şerîf
sûresini yüksek sesle okumalarını tavsiye buyurdu. Rabbine bir an evvel
kavuşması ve ecelinin çabuk son bulması için duâ edilmesini ve bunun için,
oğluna sadaka vermesini emretti. Bu sırada yanına girenlere oturmalarını
söyledi. Ağır sekerâta girip rûhunu teslim edeceği zaman, sekerâtın şiddet ve
ağır hallerinden hiç şikâyetçi olmadı. Kendisini yatağına koymalarını isteyince,
kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Yüksekliği bir dirsek
boyu olan sedirine kendisi çıktı. Sağ yanına yaslandıktan sonra tebessüm eder
bir vaziyette Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. O anda odanın içine
bir güzel koku yayıldı. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de
duydular. Bu koku defin esnâsına kadar devâm etti.
Büyük velîlerden Mevlânâ
hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir gün hasta olup, yattı. Alâeddîn-i Keykûbâd ziyâretine gelip;
"Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin başına geçip
tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd
ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin
ihsân edeceği nice ikrâmlara ve gizli sırların keşfine nâil oluruz inşâallah."
deyince, Sultân-ül-ulemâ; "Biz artık bu hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan
hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman sonra, siz de bize
kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz." dedi. Bundan sonra
helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet
getirerek çok sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Behâeddîn Veled
hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd günlerce ata binmedi,
sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak tâziye için gelenleri
karşıladı. Câmilerde pekçok Kur'ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüz ve
fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası
Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaştığında Abdullah
bin Mehdî'ye; "Beni yatağımdan indirip, yüzümü yere koyunuz. Çünkü vakit tamam
oldu." buyurdu. Abdullah, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin yüzünü toprağa koyup,
dostlara haber vereyim diye dışarı çıktığında, herkesin hazırlanmış olarak
beklediklerini gördü. "Size kim haber verdi?" deyince, hepsi de, rüyâda haydi
kalkın, Süfyân'ın cenâze namazına hazırlanın." diye bir ses işittik dediler.
Bâzıları içeri girdiler. Süfyân hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının
altından içinde bin altın bulunan bir kese çıkardı. "Bunu sadaka olarak
dağıtın." buyurdu. Orada bulunanlar hayret edip, "Allah, Allah! Bu zât, dünyâ
malına kıymet vermez, yanında dünyâlık bulundurmaz, hattâ dünyâlık olan
hediyeleri de kabûl etmezdi. Bu kadar para biriktirmesinin hikmeti nedir?" diye
birbirlerine sordular. Söylediklerini işitince buyurdu ki: "Bu para ile dînimi
ve bedenimi korudum. Şeytan elbisen ve yiyecek şeylerin yok, bunlar için
dünyâlık kazan." diye ne kadar vesvese vermiş ise, her defâsında; "İşte altın."
diyerek bu altınları göstererek onu başımdan kovdum. Bu altınları ona karşı
silâh olarak kullandım." Bundan sonra Kelime-i şehâdeti söyledi ve rûhunu teslim
etti. Vefât ettiği gece; "Verâ ve dinde hassasiyet sâhibi olan Süfyân vefât
etti." diye bir ses duyuldu. |
|