|
VEFAT ANI
(M)
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri herkese iyi muâmelede
bulunduğundan vefât ettikten sonra hıristiyanlar ve yahûdîler onun kendilerinden
olduğunu iddiâ ettiler. Müslümanlar ise; "O bizdendir." dediler. Bu iddiâlar
olurken hizmetçilerinden biri gelip; "Efendimizin bize şöyle bir vasiyyeti var."
"Benim cenâzemi yerden kim kaldırırsa ben o zümredenim." buyurdu, diye haber
verdiler. Hıristiyan ve yahûdîler geldiler. Mübârek cenâzesini yerden
kaldıramadılar. Müslümanlar cenâzesini kaldırdılar ve oraya defnettiler.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtının yaklaştığı
günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu:
"Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ
onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsân
etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği
şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyâya düşkün
olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya
yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın,
mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben
yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak
gücüm, tâkatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü
teâlâya kavuşmaya sebeptir. Ölüm, Resûlullah efendimizi ziyâret etmeye, evliyâya
kavuşmaya, onların mübârek yüzlerini görerek mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm;
Resûlullah efendimiz, Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâm, Emîrul-müminîn
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasan, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend
Bahâeddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile
görüşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir
muhabbet vardır. Onlar zâhirî ve bâtınî şehâdete kavuştular, en yüksek
mertebelere ulaştılar."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile
getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip gidenler
iyice artmıştı. H.1195 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi
kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla
içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve
Mecûsî idiler. Huzûruna girince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?" dediler.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; "Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri
üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın
bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdâr
olan Nevvâb Necef Hân, sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe; "Çabuk
gidip bu mübârek zâtı tedâvî et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas
yapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yarasına
baktı ve geri dönüp kasden Nevvâb Necef Hâna; "İyileşip kurtulur, başka tabib
göndermeye lüzum yok." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu yaralı hâliyle
üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi.
Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; "Günün
bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cumâ,
hem de Aşûre günü idi. Akşam olunca üç defâ derin nefes aldı ve şehîd olarak
vefât etti.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nasîhatte bulundular.
Sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden
çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri
girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri
hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına
girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade
ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzurlarına
girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına
yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür
ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını
işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; "Efendim zât-ı âlileriniz su
isterler mi?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; "Dünyâ ve içindekilerden
vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm." demek istediler. Bu hâllere şâhid
olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde
dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara
gördüklerini anlattılar.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara
hitâben; "Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza
kadar bu evde kalınız." buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan
sonra; "Şu anda tâuna tutuldum." buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin
de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; "Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey
istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak'la meşgûl
olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile
meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın." Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı
üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya
başladı. Hastalığının şiddetinden; "Ah! vah!" gibi sesler aslâ duyulmayıp, her
azâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakk'ın zikrinin belirtileri görülüyordu.
H.1242 senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa
başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu.
Meâlen; "(Sonra Allah mümin kimselere şöyle buyurur): "Ey (îmânda sebât gösteren
Allah'ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine (Cennet'le sana
hazırladığı nîmetlere) sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden
(îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir
Cennet'ime." Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları
Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.
Kapısında bulunan âbidler,
talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden
geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; "Evliyânın vefâtı, bir
evden öteki eve gidişi gibidir." hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu.
Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi,
Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz,
ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp göz
yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; "Kendimi, öldükten sonra
dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin
yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları,
velîliğine işâret ediyordu." dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; "Elini öptüğüm
zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku
şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye
başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu." diyerek o günkü
hâllerini anlattı.
Bir gün Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî'ye buyurdular ki: "Bütün kitaplarımı
vakfettim." O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; "Efendim
Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler."
dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu
Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil
Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: "Bugün burada kalınız."
buyurdu. Sonra da; "İnsanların; "Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor."
demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ
gecesi gideceğimizi zannediyorum." buyurdu. Daha sonra kendisine yemek
getirildiğinde; "Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem
de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?" buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ
yemeklerinden yemedi. Sonra; "Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime
kavuşmayı arzu etmem." diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını
evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti.
Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine
göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek
vedâlaştıktan sonra; "Biz bu Cumâ gidiyoruz." buyurdu. Sonra mescide vardı.
İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına
geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî'yi yanına çağırıp iltifât etti.
Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti.
Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî'dir.
Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç
kimse hatırından çıkarmasın." buyurup, İsmâil Gazzî'ye: "Bana kalemi ver, vakıf
şartlarını yazayım." buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; "Bu kitapları Allah
için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır." diyerek şartlarını yazdı. Sonunda
da; "Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa
değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah'ın, meleklerinin ve bütün
insanların lâneti yağsın." buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî
mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri
girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap
verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; "Şu kitabı
getirin." buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn
hazretleri; "Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman'ın vefât etmiş olduğunu
gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım." diyerek
rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben
vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın,
çünkü ben, hazret-i Osman'ın evlâdındanım." buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca
çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.
Irak'ta yaşayan büyük
velîlerden Mimşâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vefâtı yaklaştığında ona; "Hastalıktan ne çekiyorsun?" dediklerinde; "Benden ne
çektiğini, gidin de hastalığa sorun." dedi. "Gönlünü nasıl buluyorsun?" diye
sorduklarında; "Gönlümü kaybedeli otuz sene oldu, onu tekrar ele geçirmek
istedim ama bulamadım. Bu süre içinde gönlümü bulamayınca, bütün sıddîkların
gönüllerini kaybettikleri şu hâl içinde, ben onu nasıl bulacağım?" dedi ve
rûhunu teslim etti.
Osmanlı âlimlerinden ve
büyük velî Molla Gürânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefât
ettiği H.893 senesinin baharında bir bahçe satın almıştı. Kışa kadar o bahçede
kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde
iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını
kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı.
Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün,
kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında
toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi. Onlar da
yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu
gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz,
ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya
başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki
Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce
dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar
durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi
tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat
ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son
nefeste de selâmet üzere olurum." dedi. Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e
(İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları
himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve
borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni
kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre
koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman
okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi.
Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe
illallah" diyerek vefât etti.
Anadolu velîlerinden
Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtını, oğlu
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri şöyle anlattı: "Benim çok sevdiğim babam ve
anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş
Osman Efendi Cumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda
can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadı hâsıl olarak, rahmet deryâsına daldı.
Bu yetim, o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı
görmek istediğimde oradakiler bana; "Git önce namazını kıl, sonra gel. Hasta
şimdi rahatladı." dediler. Bu söz üzerine mescide gittim. Herkes burnunu
tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde
babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti, gönül evim zulmetle
doldu. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle
feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken, o merhamet
kaynağı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi
kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı
ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garip oğlu Derviş
Osman Efendinin başı ucunda oturdu. Şehîd olan rûhuna bir fâtiha okuyup sevâbını
bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında, babamın da ayak
ucundaydım. Bir anda Allahü teâlânın inâyeti erişti, ihsânlarına kavuştum. Vefât
eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla yüzüme bakıp
tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr
parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu.
Babamı bu hâlde görünce bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü
duran dostlar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın
ihsânı ve mübârek hocamızın himmeti, bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler
görememişti. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra, merhum babamın yüzünü açıp
baktım. Gülen bir hâldeydi. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşaktı. Sanki
uyuyordu. Cenâze namazına üç kasaba, çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi.
Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes çok üzüldü. Çünkü
babam Derviş Osman Efendiyi tanıyan herkes çok severdi."
En büyük velîlerden On iki
İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
oğlu İmâm-ı Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh şöyle anlatıyor: Babam bana vasiyet
edip; "Vefât ettiğim zaman, beni sen yıka. Çünkü imâmı, imâmdan başkası
yıkayamaz. Kardeşin Abdullah da imâmlık dâvâsında bulunacaktır, ona karışma,
çünkü ömrü çok kısa olacaktır. Namaz kılarken üzerimde bulunan gömleği bana
kefen yap ve beni babamın yanına defnet. Kabrime de senden başkası girmesin."
buyurdu. Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh; "Aman efendim bizi korkutmayınız.
Allahü teâlâ gecinden versin, sıhhatiniz de yerindedir." dedi. Hazret-i İmâm
buyurdu ki: "Bir saat evvel, babam Zeynelâbidîn'in sesini işittim. Bana;
"Evlâdım Muhammed Bâkır! Vasiyetlerini çabuk yap. Çünkü senin de bize kavuşmana
çok az zaman kaldı." buyurdu. Bundan bir saat kadar sonra babam vefât etti.
Babam vefât edince ben yıkadım. Nihâyet kardeşim Abdullah da imâmlık dâvâsında
bulundu. Fakat babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün kendisi
için; "Bana şöyle bildirdiler ki; Senin dünyâya gelmekten maksadın, tamam oldu.
Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak îcâb ediyor." buyurdu.
Muhammed Bâkî-billah
hazretleri H.1012 senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu: Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı
anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam,
gömleğim kefenimdir." buyurdu.
Bu günlerde sefere çıkmak
isteyen muhlis talebelerinden birine de; "Birkaç gün bir yere gitmeyiniz, son
günlerimi yaşıyorum." dedi. Sâdık talebelerinden birçokları gelmişlerdi.
Zâfiyetinin, hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler beyân eyleyip, çok
yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık ve zâfiyet o hâle geldi ki,
gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip; "Eğer ölmek
bu ise, ne büyük bir nîmettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum." buyurdu.
Cemâzilâhir ayının yirmi beşinde Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri
görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile vedâ ederken, talebeleri,
eshâbı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî-billah ise tebessüm
buyurup hayretle bakıyor ve sanki: "Siz nasıl dervişlersiniz, kazâya rızâ
dâiresinden çıkıp ağlarsınız." diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden
biri: "Yâ İlâh-el-âlemîn" mübârek kelimesini söyledi. Süratle onun tarafına
bakıp, mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada olanlardan biri "Onların bu
hareket ve teveccühü hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir." buyurunca, bu
sözün tesiri ile mübârek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli
olarak Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olup böylece; "Allah, Allah..."
diye rûhunu teslim eyledi.
Vefâtından sonra, en sâdık
talebeleri, karar verdikleri bir yere mezârlarını kazdılar. Fakat tâbutu oraya
götüremediler. Telâşla bir başka yere götürdüler. Tâbutu yere indirdikten sonra,
ne görsünler! Orası bir defâsında Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri
ile geldikleri bir yerdi. Beğendiği bu yerde abdest alıp, iki rekat namaz
kılmıştı. O temiz yerden bir mikdâr toprak eteğine yapışmıştı ve; "Bu yerin
toprağı bizim eteğimizi tuttu." buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde
kabrini kazdılar. Bu irşâd memleketinin pâdişâhını, içli üzüntülerle mezâra
indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn hazretlerinin gayretleri ile, mezârın etrafına;
ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gâyet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i
şerîfini ziyâret edenler bereket ve şifâ bulurlar.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) son günlerinde onun yüzünde her zamankinden
daha çok nûr parlıyordu. H.1332 senesi Rebîülevvel ayının ikinci Perşembe günü
humma hastalığına tutuldu. Akşam ve yatsı namazlarını evinde kıldı. Mescide
gidemedi. Ders vermek ve Hatm-i Hâcegân yapmak üzere talebelerinden birini
vazîfelendirdi. Bu gecede Allahü teâlâya olan aşkı ve Peygamber efendimizden
îtibâren Nakşibendiyye yolu büyüklerine karşı muhabbeti iyice fazlalaştı.
Onların rûhâniyetleriyle konuşmaya başladı. Onlara olan sevgi ve kavuşma
arzusunu bildirdi. Bu hâli bir gece boyunca devâm etti. Yanına ziyâret için
gelenlere; "Hocanızın hâline bakıp ibret alınız. Onun öldüğü gibi siz de
öleceksiniz. Allahü teâlânın ismini çok anın." buyurdu. Şeyh Muhammed Yûsuf es-Sekâ'yı
yerine ders vermekle vazîfelendirdi. Son saatlerinde bile kendisini ziyârete
gelen talebelerinin yanına gelmesine mâni olunmamasını istedi. Her birisi tek
tek girip elini öptüler, helâllaştılar ve duâsını aldılar. Cumartesi günü
hastalığı iyice şiddetlendi ve; "Bugün benim son günümdür." buyurdu. İkindi
vaktinden sonra tam bir sâkinlik ve sessizlik hâli oldu. Pazar gecesi ilaçlarını
vermek üzere yanına gelen bir talebesine gülümseyerek buyurdu ki: "Rahat
olunuz." Talebesi dedi ki: "Biz, Peygamber efendimizin sünnetiyle tedâvî olmakla
emrolunduk." diyerek ilacını verdi. O gece sabaha karşı sekerât-ı mevt hâli
başladı. Yüzünden şimşek gibi nurlar yayıldı. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek
vefât etti.
Horasan taraflarında yaşayan
büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hakkında Ebû Abdullah isminde bir zât şöyle anlatıyor; "Vefâtından
dört gün önce Muhammed bin Eslem'in yanına girdim. Bana dedi ki: "Ey Ebû
Abdullah, Allahü teâlânın bana yaptığı iyiliği sana müjdeleyeyim mi? Artık
ölümüm yaklaştı. Allahü teâlâ hesâba tahammül edemeyecek derecede zayıf olduğumu
bildiği için, üzerimde hesâbını vereceğim bir şey bırakmadı. Vefât ettiğimde
yıkayıp, kefenlendikten sonra, üstünde yattığım yaygıyı altıma serin. Seccâdemi
üstüme örtün. Bunları, elbiselerimi ve abdest aldığım su kabını, namazını kılan
bir fakire verin. Bu kesenin içinde otuz dirhem var, oğluma hediye ettim. Helâl
paradır. Bunları verdikten sonra geride bir şeyim kalmıyor. Kapıyı kapat. Ben
vefât edinceye kadar içeriye kimse girmesin. Yalnız olmayı istiyorum. Ben
babamın sülbünde, annemin karnında yalnızdım. Dünyâya yalnız başıma geldim.
Rûhum yalnız olarak çıkacak. Kabre yapayalnız konulacağım. Yalnız iken Münker ve
Nekir gelip suâl soracaklar. Hayra da şerre de uğrasam, tek başımayım. Cennet'e
veya Cehennem'e de gönderilsem, tek başıma yollanacağım. Kimse yanımda
olmayacak. Orada beni yalnız bırakacak olan bu insanlarla, burada berâber
olmamın ne faydası var?" buyurdu. Dördüncü gün Nişâbûr'da vefât etti. Cenâzesi
götürülürken insanlar birbirlerine; "Ey insanlar! İşte bu, mirâsı yanında olarak
dünyâdan çıkan âlimdir. Bu, karınlarının kölesi gibi olan diğer insanlar gibi
değildir. Muhammed bin Eslem (rahmetullahi aleyh), dünyânın kendisini
aldatamadığı, kandıramadığı çok yüksek bir zât idi." dediler.
Velî ve Hanbelî mezhebî
fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği
sırada yakınlarını yanına topladı. Kıbleye döndü. Onlara takvâyı, Allahü
teâlânın emirlerine uyup, yasakladıklarından sakınmalarını, Allahü teâlânın
kendilerini her ân gördüğünü ve yaptıklarını bildiğini, ona göre hareket
etmelerini, dosdoğru olmalarını tavsiye etti. Sonra başında Yâsîn-i şerîfi
okumalarını söyledi. Son nefesinde; “Şüphe yok ki Allah, râzı olduğu İslâm
dînini sizin için seçti. O hâlde ancak müslüman olarak can verin.” meâlindeki
Bekara sûresi 132. âyet-i kerîmeden bir kısmını okurken vefât etti. Vefâtında
hiç malı ve parası yoktu. Şam'da Kasyun dağında Sefh denilen yere defnedildi.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât
edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç
kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde
durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi.
Sabah namazına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa da kapı açılmadı.
Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip,
Hakk'a kavuştuğunu gördüler. Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok
evliyâya rüyâlarında; "Biz bugün, Allah'ın sevgili kulu Şeyh Muînüddîn'i
karşılamağa geldik." buyurmuştur.
Evliyânın büyüklerinden
Müştak Kadîrî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) şehâdetini önceden
dostlarına haber vermişti. Kendisi bu ilâhî takdîre boyun eğdi. Şehîd
edildiğinde yetmiş beş yaşındaydı. Bir gün kırk kurban kestirip, etini fakir
fukarâya dağıttırdı. Sonra da dergâhında el açıp; "Yâ Rabbî! Bu âciz kuluna
şehîdlik rütbesini ihsân et. Ancak o zaman sevgili kulun Hasan'ına kavuşurum."
diye duâ ve niyâzda bulundu. Duâsı kabûl edildi.
Cânânı buldu hasta gönül,
cânı istemez,
Bir hastadır ki çâre-i
Lokmânı istemez.
Zencîr-i zülf ile Pâbend
olan gönül,
Bâğ-ı cinânda sünbül ü
reyhânı istemez.
Ehl-i kemâle nazîm bildirdi
kendini,
Müştâk, eğerçi şöhret ile
şânı istemez." |
|