CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

VEFAT ANI (F - K)

Hindistan'da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; "Yatsı namazını kıldım mı?" diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp; "Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam." diyerek nâfile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi. Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için namaza durdu. Secdedeyken, duyulacak şekilde; "Yâ Hayyû, yâ Kayyûm." dedi ve H.664 senesinde rûhunu teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: "Dost, dosta kavuştu." Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in vefât haberi Hindistan'da büyük bir yangın gibi yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu.

Anadolu'da yetişen evliyâdan Fethullah-ı Verkânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği günün sabahı ebedî yolculuk için gerekli hazırlıkları yaptı. Rabbinin huzûruna temiz çıkmak için gusül (boy) abdesti aldırıldı. Sağ tarafının üzerine kıbleye karşı yatırılmasını istedi. Bir an evvel Allahü teâlâya kavuşmayı arzuluyordu. Zaman zaman diğer yanı üzerine de çevriliyordu. Bâtın hâliyle Allahü teâlâyı zikrediyordu. Yâni sesli olarak herhangi bir tesbih veya kelime söylemiyordu. Vefâtı yaklaştığı sırada misvakının yıkanarak kendisine verilmesini söyledi. Misvakını yıkayıp getirdiler. Bir defâ dişlerini misvakladı. Fakat kollarını oynatacak tâkatı kalmadığı için talebelerinden birisi misvakı alıp, onun dişlerini misvaklamaya devâm etti. Ayrıca hocasının halîfelerinden Molla Reşîd'e; Yâsîn sûresini okumasını söyledi. Yâsin-i şerîf bitince, Şeyh Fethullah-ı Verkânisî; "Lâ ilâhe illallah." dedi ve yüzünün su ile mesh edilmesini istedi. Fethullah-ı Verkânisî Allahü teâlâya kavuşma vaktine yaklaştıkça yüzü güzelleşiyordu. Nihâyet H.1317 senesi Cemâziyelevvel ayının 21. Salı günü Bitlis'te vefât etti. Defin için gerekli hazırlıklar yapıldı. İnsanlar grup grup cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine evinin yanında defnedildi.

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş olup, H.505 senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: "Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun." dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler.

Vefâtı, Tûs'ta ve duyulduğu İslâm ülkelerinde büyük bir acı uyandırdı. İlim, irfan ehli ve halk onu kaybettiklerine günlerce yanıp, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârif, ölümüne mersiyeler yazdı. Çünkü öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması çok güçtü.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim!" dediler. Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:

"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni yaptım. İşte, mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin."

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ömrünün son yılları hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken devamlı; "Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O'na döneceğiz, derler." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur.

Hasan-ı Basrî hazretleri vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da; "Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız." buyurdu.

Normal fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. H.110 senesi Receb ayının evvelinde bir Cumâ gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Osmanlı Devletinde yetişen âlim, velî ve büyük hattatlardan Hattat Hâfız Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât etmeden önce, en son dersini Yedikuleli Emîr Efendiye verdi. Emîr Efendinin İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin bir şiirinden; "Ve eykane ennehû yevm-el-firâk" (O, onun ayrılık günü olduğunu kat'î olarak bildi) mısra'ı üzerindeki hat çalışmasını tashîh edip, düzeltti. İki saat sonra vefât eyledi. Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnine müteâkib imâm efendi telkîn vermek için kalkınca, orada bulunan zamânın evliyâsından Sipâhi Mehmed Dede, hemen müdâhale edip; "Hacı Efendi, zahmet çekme! Merhûmun işi çoktan tamam oldu. Rûhu illiyyîne yükseldi. Hak teâlâ şefâatini müyesser eyleye!" dedi.

Evliyânın büyüklerinden Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebü'l-Hüseyin Mâlik şöyle anlatıyor: "Hayr-ün-Nessâc vefât ettiği zaman yanında idim. Akşam namazı vaktiydi. Vefât edeceği zaman kapıya doğru işâret ederek: "Allahü teâlâ sana, benim canımı almayı, bana da namaz kılmayı emretti. Şu anda namaz vaktidir. Ben, bana emrolunanı yapayım. Ondan sonra da sen, sana emrolunanı yaparsın." buyurdu. O zaman biz, Hayr-ı Nessâc'ın Azrâil aleyhisselâm ile konuştuğunu anladık. Sonra abdest alıp, namazını kıldı. Yatağına uzandı, gözlerini kapadı ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti. Vefâtından sonra kendisini rüyâda görüp: "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordular. "Bana bundan sormayın, fakat ben, haramlarla ve günahlarla dolu alçak dünyâdan kurtulup rahata kavuştum." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefâtından önce hastalandı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok fazla kirleniyordu. Temiz olarak ölmek istiyordu. Bunun için her abdesti bozulduğunda gusül abdesti alıyor, iki rekat namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün altmış defâ gusül abdesti aldı. En sonunda gusül yaparken vefât etti. Vefâtından sonra onu rüyâda görenler; Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi dediler. O da; "Yaptığım ibâdetler ve gösterdiğim tevekkül, bana verilen nîmetlere karşı yetmedi. Ancak dünyâdan göçeceğim sıralarda gusül abdesti alarak temizlenmem, Allahü teâlânın katında makbûle geçmiş. Bu temizlik sebebiyle Cennet'te en yüksek makamlara çıkardılar ve şöyle bir ses; "Ey İbrâhim! Sana yapılan bu ikrâm, huzûrumuza temiz olarak geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler, makamlar vardır." diyordu.

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Muînüddîn Çeştî hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamânın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherât gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret-i Hâce'ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun" buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cumâ namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menbaı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı." sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

 İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim." dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; Muharrem ayının on ikinci günü buyurdular ki: "Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tâzelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Saîd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum." buyurdular. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum." dedi ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda, insanlık îcâbı bâzan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamâmen ayrılma vardır." buyurdu. Bunu söylediği günden îtibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde hazret-i Ebû Bekr Sıddîk-i Ekber'in; "Bu gün dîninizi tamam eyledim." âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, yâni Peygamber efendimiz vefât edecektir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra:

"Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."

Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu hususta da ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık zamânında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu mârifetlerin beyânını bir başka zamâna bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım." buyurdular.

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür." buyurdu.

Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nûrlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bâzı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrâk zamânında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir." buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefâtı H.1034 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesâbı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir günlük hummâ, bir senenin keffâretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin mânâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmâmın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir mânâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: "Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtından birkaç hafta evvel, bayram namazından dönerken bir yerden geçiyordu. Orada durdu ve yanındakilere; "Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan muhabbet kokusu geliyor." buyurdu. Hemen arâzinin sâhibi çağrılarak bu arâzi kendisinden satın alındı. Hâce hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defnolundu.