|
VEFAT ANI
(F - K)
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı
namazından sonra şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara;
"Yatsı namazını kıldım mı?" diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O
tekrar abdest alıp; "Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam." diyerek
nâfile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde
kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi. Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için
namaza durdu. Secdedeyken, duyulacak şekilde; "Yâ Hayyû, yâ Kayyûm." dedi ve
H.664 senesinde rûhunu teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: "Dost, dosta
kavuştu." Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in vefât haberi Hindistan'da büyük bir yangın
gibi yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Fethullah-ı Verkânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği günün
sabahı ebedî yolculuk için gerekli hazırlıkları yaptı. Rabbinin huzûruna temiz
çıkmak için gusül (boy) abdesti aldırıldı. Sağ tarafının üzerine kıbleye karşı
yatırılmasını istedi. Bir an evvel Allahü teâlâya kavuşmayı arzuluyordu. Zaman
zaman diğer yanı üzerine de çevriliyordu. Bâtın hâliyle Allahü teâlâyı
zikrediyordu. Yâni sesli olarak herhangi bir tesbih veya kelime söylemiyordu.
Vefâtı yaklaştığı sırada misvakının yıkanarak kendisine verilmesini söyledi.
Misvakını yıkayıp getirdiler. Bir defâ dişlerini misvakladı. Fakat kollarını
oynatacak tâkatı kalmadığı için talebelerinden birisi misvakı alıp, onun
dişlerini misvaklamaya devâm etti. Ayrıca hocasının halîfelerinden Molla Reşîd'e;
Yâsîn sûresini okumasını söyledi. Yâsin-i şerîf bitince, Şeyh Fethullah-ı
Verkânisî; "Lâ ilâhe illallah." dedi ve yüzünün su ile mesh edilmesini istedi.
Fethullah-ı Verkânisî Allahü teâlâya kavuşma vaktine yaklaştıkça yüzü
güzelleşiyordu. Nihâyet H.1317 senesi Cemâziyelevvel ayının 21. Salı günü
Bitlis'te vefât etti. Defin için gerekli hazırlıklar yapıldı. İnsanlar grup grup
cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine evinin yanında defnedildi.
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş
olup, H.505 senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir,
tâat ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest
tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne
sürdü, başına koydu: "Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun."
dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun
üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî
hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini
gördüler.
Vefâtı, Tûs'ta ve duyulduğu
İslâm ülkelerinde büyük bir acı uyandırdı. İlim, irfan ehli ve halk onu
kaybettiklerine günlerce yanıp, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârif, ölümüne
mersiyeler yazdı. Çünkü öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması
çok güçtü.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri,
kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti.
Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül
gibi olmuş görüldü. Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz
efendim!" dediler. Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn
vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:
"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî
hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını
gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin
Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni
yaptım. İşte, mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi
budur. Allah ona rahmet eylesin."
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin ömrünün son yılları hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken
devamlı; "Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O'na döneceğiz, derler."
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce şöyle buyurmuştur:
"İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyler yapmış
olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur.
Hasan-ı Basrî hazretleri
vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da;
"Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız." buyurdu.
Normal fasîh ve beliğ
konuşma melekesini kaybetti. H.110 senesi Receb ayının evvelinde bir Cumâ gecesi
Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Osmanlı Devletinde yetişen
âlim, velî ve büyük hattatlardan Hattat Hâfız Osman Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) vefât etmeden önce, en son dersini Yedikuleli Emîr Efendiye verdi.
Emîr Efendinin İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin bir şiirinden; "Ve eykane
ennehû yevm-el-firâk" (O, onun ayrılık günü olduğunu kat'î olarak bildi) mısra'ı
üzerindeki hat çalışmasını tashîh edip, düzeltti. İki saat sonra vefât eyledi.
Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnine müteâkib imâm efendi telkîn vermek için
kalkınca, orada bulunan zamânın evliyâsından Sipâhi Mehmed Dede, hemen müdâhale
edip; "Hacı Efendi, zahmet çekme! Merhûmun işi çoktan tamam oldu. Rûhu illiyyîne
yükseldi. Hak teâlâ şefâatini müyesser eyleye!" dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebü'l-Hüseyin
Mâlik şöyle anlatıyor: "Hayr-ün-Nessâc vefât ettiği zaman yanında idim.
Akşam namazı vaktiydi. Vefât edeceği zaman kapıya doğru işâret ederek: "Allahü
teâlâ sana, benim canımı almayı, bana da namaz kılmayı emretti. Şu anda namaz
vaktidir. Ben, bana emrolunanı yapayım. Ondan sonra da sen, sana emrolunanı
yaparsın." buyurdu. O zaman biz, Hayr-ı Nessâc'ın Azrâil aleyhisselâm ile
konuştuğunu anladık. Sonra abdest alıp, namazını kıldı. Yatağına uzandı,
gözlerini kapadı ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti. Vefâtından
sonra kendisini rüyâda görüp: "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye
sordular. "Bana bundan sormayın, fakat ben, haramlarla ve günahlarla dolu alçak
dünyâdan kurtulup rahata kavuştum." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefâtından önce
hastalandı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok fazla kirleniyordu. Temiz olarak ölmek
istiyordu. Bunun için her abdesti bozulduğunda gusül abdesti alıyor, iki rekat
namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün altmış defâ gusül abdesti aldı.
En sonunda gusül yaparken vefât etti. Vefâtından sonra onu rüyâda görenler;
Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi dediler. O da; "Yaptığım ibâdetler ve
gösterdiğim tevekkül, bana verilen nîmetlere karşı yetmedi. Ancak dünyâdan
göçeceğim sıralarda gusül abdesti alarak temizlenmem, Allahü teâlânın katında
makbûle geçmiş. Bu temizlik sebebiyle Cennet'te en yüksek makamlara çıkardılar
ve şöyle bir ses; "Ey İbrâhim! Sana yapılan bu ikrâm, huzûrumuza temiz olarak
geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler, makamlar
vardır." diyordu.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, Muînüddîn Çeştî hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene
değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da
zamânın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherât gibi, bir
sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın örtüsünü değiştirdiler ve
eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan
sizsiniz diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl
etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret-i
Hâce'ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen
olsun" buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
Ecmîr seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet,
beş vakit namaz ve Cumâ namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menbaı
olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî'den, yüksek oğullarından,
talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok
nâdir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip;
"Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan
kalmadı." sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en
yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi
kalıyorlardı.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç
günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu.
Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim." dedim. "Birkaç gün sabret!"
buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim." deyince, izin
verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu
sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
Muharrem ayının on ikinci günü buyurdular ki: "Bana bu dünyâdan öbür dünyâya
gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu
sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden
tâzelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Saîd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci
ile ağlıyorum." buyurdular. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok
sevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette
gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve
buyurdu ki: "Muhammed Sa'îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu;
"Kendi hâlime üzülüyorum." dedi ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu
kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu
şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü
teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât
ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda, insanlık
îcâbı bâzan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten
sonra, beşerî sıfatlardan tamâmen ayrılma vardır." buyurdu. Bunu söylediği
günden îtibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi
ikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü
geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine
oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ,
Habîbine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi."
Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde hazret-i Ebû
Bekr Sıddîk-i Ekber'in; "Bu gün dîninizi tamam eyledim." âyet-i kerîmesi gelince
kalblerine gelen, yâni Peygamber efendimiz vefât edecektir, ilhâmından bir
işâret bulunduğunu anladılar. Mısra:
"Senin misk zülfünden,
ayrılık gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının yirmi üçü
Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti.
Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın
soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü.
Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta
olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu hususta da
ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine;
"Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına
çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o
kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün bir kısmını
kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan
miktar, vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık zamânında, yüksek
ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince
hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki,
kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Hazretinizin hastalığı bu kadar
konuşmanıza elverişli değildir, bu mârifetlerin beyânını bir başka zamâna
bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha
zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de
kuvvet ve kudret bulamayacağım." buyurdular.
Bu günlerde hastalığı
şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş
gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve
murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının
yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü
yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son
teheccüdümüzdür." buyurdu.
Vefâtından biraz önce,
kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu,
hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nûrlara gömülme) sebebi ile midir,
diye arzetti. Cevâbında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bâzı çok yüksek hâller
görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi
görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun." buyurdu. Bu derin
sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme
hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü
hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata,
Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve
murâkabeye devâm etme hakkında idi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir
duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip;
"Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefât
ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden
hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu.
Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrâk
zamânında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde
kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir." buyurdu. O en nâzik
zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın,
beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz
sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince,
abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin
üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle
meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce;
"Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki
rekat namaz kâfidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü
teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin
büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin
Serverine tâbi oldu. Vefâtı H.1034 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş
hesâbı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmi dokuz gün idi.
Peygamber efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber
efendimizin huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene
adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir günlük hummâ, bir
senenin keffâretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin mânâsına
uygun oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada
bulunanlar hazret-i İmâmın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler.
Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı.
Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama
tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.
Yıkayıcı, mübârek ellerini
açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol
tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti
olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve
eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde
halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine
gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki,
ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin
bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda
derin bir mânâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya
uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki, muhterem babam böyle
istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde;
"Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır.
Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi.
Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i
Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi,
talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları
döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun
vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: "Vefât
ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin
hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor,
gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın
rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık
içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrâhim aleyhisselâma
uymayı yerine getirmek lâzımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın
divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler
söylemeğe başladım."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
vefâtından birkaç hafta evvel, bayram namazından dönerken bir yerden geçiyordu.
Orada durdu ve yanındakilere; "Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan muhabbet
kokusu geliyor." buyurdu. Hemen arâzinin sâhibi çağrılarak bu arâzi kendisinden
satın alındı. Hâce hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için
çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defnolundu. |
|