VEFAT ANI
(B - E)
Kerâmet sâhibi evliyâ
zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali
Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ölüm ânında üç çeşit
söz söylenir: Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana Allah'ın rızâsını ve Cennet'ini
müjdelerim, denir. Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana cezânı çektikten sonra
Cennet'e gideceğini müjdelerim, denir. Bâzılarına da, ey Allah'ın düşmanı, sana
Allahü teâlânın gazâbını ve Cehennem'ini bildiririm, denilir."
Anadolu velîlerinden Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
gusl abdesti aldı. Hizmetçisine; "Ecel şerbeti bir bardağa konulmuş bana
verilmek üzeredir. Beni yıkamaları için sıcak su hazırla. Dışarıya çık, "Seyyid
Burhâneddîn vefât etti!" diye seslen ki, cenâzemde hazır bulunsunlar." dedi.
Sonra içeri girip iki rekat namaz kıldı. Sonra Allahü teâlâya niyâza başladı:
"Ey hâzır ve nâzır olan Allah'ım! Bana bir emânet verdin. Nihâyet o emâneti
benden geri alacaksın." dedi ve; "İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın." (Sâffât
sûresi: 102) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Bundan sonra; "Yâ Rabbî! Seni ve
Resûlünü çok seviyorum, sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime
ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu
teslim etti.
Bu sırada hizmetçi dışarıda
insanlara haber vermişti. Bu haber kulaktan kulağa duyularak, hemen etrâfa
yayıldı. Kayseri bir anda ana-baba gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye
haber gönderildi. Burhâneddîn Muhakkık hazretleri, yıkanıp kefenlendi. Defin
işleri hâlledildi.
Evliyânın büyüklerinden
Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet
ettiği bâzı hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki: Resûlullah efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem zamânında vefât eden bir kimse, güzel ve hayırlı şeylerle yâd
edildi. Resûlullah efendimiz; "Vâcib oldu." buyurdu. Vefât eden başka bir kimse
ise, kötü şeylerle yâd edildi. Peygamber efendimiz; "Vâcib oldu." buyurdu.
Yanında bulunan kimseler Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Falan kimse
hayırla yâd edilince; "Vâcib oldu." Falan kimse de kötü şeylerle yâd edilince; "Vâcib
oldu." buyurdunuz. Hikmeti nedir?" diye sordular. Resûlullah efendimiz; "Siz
Allahü teâlânın yeryüzündeki şâhitlerisiniz. Yâni Allahü teâlâ sizin
söylediklerinize göre o kimselere muâmele edecektir." buyurdu.
Peygamber efendimiz ölüm
hâlindeki bir kimseyi ziyâret etti ve; "Kendini nasıl buluyorsun?" buyurdu. O
kimse; "Kendimi korku ile ümid arasında görüyorum." dedi. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kalpte korku ve ümidi bir arada
bulundurmaz. Eğer bir kimsenin kalbinde korku ve ümidi bir arada bulundurursa,
onu ümid ettiklerine kavuşturur, korktuklarından da emin eyler."
Hindistan'da yetişen
velîlerden Celâl Tehâniserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri' nin
ölüm hastalığı, sekerât hâli günlerce uzadı. Bu sebepten bir şaşkınlık ve
ızdırap hâsıl oldu. On altı gün sonra kendine gelince, talebelerinin
büyüklerinden olan Şeyh Nizâm bu hâle üzüldüğü için; "Efendim, bu ne hâldir?"
diye sorunca, Celâl Tehâniserî coşarak şu beyti okudu:
.
Vücûdundan fânî olan
kimseler,
Harften sûretten, mânâya
geçerler.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri 1273
senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan
bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı.
"Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek
lâzım geldiğine işâret etti.
Mevlânâ hazretlerinin
hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri
geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; "Allahü teâlâ âcil şifâlar versin.
İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem
sizinle hayat bulur." dediler. Mevlânâ onlara; "Bundan sonra cenâb-ı Hak, size
şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir.
Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de
çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz." buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı
sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında
işiten Mevlânâ; "Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan
dostları ve talebeleri; "Siz bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde
siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim
bırakacaksınız... Bizim hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği zaman çok üzgündü.
Talebeleri korkup; "Efendim! Bizim ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketi ile
kurtulmaktır. Sizin ise ızdıraplı ve üzüntülü bir hâliniz var. Bu hâliniz bizim
yüreğimizi parçalıyor." dediler. Bunlara cevâben; "Ey dostlarım! Ben, yetmiş
senelik ibâdet ve tâatımdan ve sizlere üstâd olmak ile kazandıklarımın hepsini,
bir kıl ile asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesi ile bir tüy misâli sallandığını
hissediyorum. Bu esen rüzgârın, red rüzgârı mı, yoksa kabûl yeli mi olduğunu
bilmiyorum." buyurdu. Biraz sonra; "Allah!" diyerek rûhunu teslim etti. Vefât
ettiğinde 91 yaşındaydı.
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından bir gün önce
kendisini ziyâret eden zât şöyle anlatmıştır: "Hazret-i Dâvûd'un hastalandığını
duydum ve ziyâretine gittim. Hava çok sıcaktı. Evine geldim, yastık yaptığı bir
kerpicin üzerine başını koymuş, hem çok ızdırap çekiyor, hem de Kur'ân-ı
kerîmden, Cehennem ateşi geçen bir âyet-i kerîmeyi okuyor, onu durmadan tekrar
ediyordu. "Açık havaya çıkarayım ister misin?" dedim. Cevâben; "Hayâtımda
nefsim, bana hiç bir isteğini kabûl ettirememiştir. Nefs için, böyle bir şey
istemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben ölünce, şu duvarın arkasına gömünüz ki
beni kimse görmesin. Sağlığımda uzlet ve yalnızlıkta idim, ölünce de öyle,
kimsenin görmediği bir yerde yatayım." dedi. Benimle helâllaştı."
Vefât ettiği gece sabaha
kadar Kur'ân-ı kerîm okumuş, duâ ve zikirde bulunmuş, uzun uzun ağlamıştı. Namaz
kılarken uzun rükû ve secdeler yapmıştı. Secdeden uzun müddet başını
kaldırmadığını gören annesi merak edip yanına vardığında, rûhunu Hakk'a secdede
teslim etmiş olduğunu gördü.
Vefât ettiğinde semâdan bir
ses; "Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ
ondan râzı olmuştur." diyordu.
Ömrünü İslâm dînini
öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa,
saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Mısır'da bulunduğu sırada rahatsızlandı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşi
Fâtıma'nın dizine koydu. Ölüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve; "İşte
semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle
diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en
yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz, buyurdu." Sonra da şu meâldeki
şiiri okudu: "Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene kadar
hiçbir şeye severek bakmadım." Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîd getirerek
rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği zaman talebeleri
ve sevdikleri; "Bize nasîhatin nedir?" dediler. O; "Konuşmaya tâkatim yok."
dedi. Sonra kendinde biraz güç hissedince, önde gelen talebelerinden Ebû Osman
Hîrî ona; "Efendim! Bir şeyler söyleseniz de sizden yâdigâr olarak nakletsem."
dedi. O zaman Ebû Hafs Haddâd hazretleri; "İşlenen kusur ve hatâlara bütün
kalbinizle pişman ve üzgün olunuz sözü size nasîhatim olsun." buyurdular.
Hindistan'da yetişen meşhûr
velîlerden Ebû Saîd-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin vefâtı hastalığında Luknov'da
bulunuyordu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, Ebû Saîd Müceddidî'yi
Dehli'ye çağırmak için birkaç mektup yazdı. Maksatları onu kendi makam ve
yerlerine oturtmak idi. Bu mektuplardan biri şöyledir:
"Sâhibzâde, nesebi ve hasebi
yüksek, Şâh Ebû Saîd Sâhib hazretleri: Allahü teâlâ size selâmet versin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah! Bugünlerde kaşıntım, zaîfliğim ve nefes
darlığım arttı. Oturmak ve kalkmak çok güçleşti. Ayrıca bel ağrıları da bunlara
eklendi. Namazları ayakta kılamıyorum. Şu anda ağır hastayım. Oturmaya bile
tâkatim yoktur. Sizin gelmeniz çok uygun olur. Mevlevî Beşâretullah Sâhib,
evindekiler hasta olduğu için, evine gitti. Gelip gelmeyeceği belli olmaz.
Bundan önce, yine sizi buraya çağıran birkaç mektup yazıp göndermiştim. Buraya
gelmeyi düşünmediğinize hayret ettim. Fakîrin görünüşe göre düzelmesi, sıhhat
bulması imkânsız gibidir. Çok yazık ki, siz bu kadar gecikebiliyorsunuz. Mısra':
"Bu işte güzeller naza
çekerler."
Görüyorum ki, bu yüksek
hânedânın makâmına oturmak bizden sonra size verildi. Önceki hastalığım
esnâsında sizin, bizim makâmımızda oturduğunuzu ve kayyumluğun size verildiğini
gördüm. Bu garib teveccühlere kâbiliyetli sizden başka biri yoktur. Bu mektubumu
alır almaz bu tarafa hareket ediniz ve olgun oğlumuz Ahmed Sâîd'i, orada kendi
yerinize bırakınız."
Ebû Saîd Fârûkî hazretleri,
hocasının bu emri üzerine kendi yerine oğlu Ahmed Saîd Fârûkî'yi bırakıp
Delhi'ye gitti. Hocası Abdullah-ı Dehlevî'nin vefâtından sonra yerine geçip
irşâd, insanlara hak ve hakikatları bildirme makâmına oturdu. Dokuz yıl kadar
tâliblerin irşâd ve hidâyeti ile meşgûl oldu. Güzel yollarının îcâbı olan
acıları, şiddetleri, yoksulluk ve darlıkları hep çekti.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.
Bir yolculuk sırasında Basra sahrasında H.245 senesinde vefât etti. Yanında
kimse yoktu.
Vefât ettiği sırada namaz
kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi
olmadı. Bir topluluk yoldan geçerken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında
vefât ettiğini anladılar. O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni
kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç
yaklaşmamış ve vücûduna dokunmamışlardı. Topluluk onu kefenleyip cenâze namazını
kıldı ve orada defneyledi.
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Bişr bin Velîd
şöyle anlatır: İmâm-ı Ebû Yûsuf vefâtı hastalağında; "Yâ Rabbî!
Nâmahremle, yabancı kadınlarla bir arada bulunmadığımı ve bir gümüş bile olsa
haram yemediğimi sen bilirsin." buyurdu. |