CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

USÛL

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Peki, demesini öğrenmek lâzımdır."

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'ı tamâmiyle Osmanlı mülkü yaptıktan sonra, bir müddet daha idârî teşkilâtı yerleştirmek üzere, burada kaldı. Bu sırada devlet adamları ve askerler asıl vatanları Anadolu'ya, diyâr-ı Rum'a hasret kalıp dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu arzularını Pâdişâha söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bâzıları, İbn-i Kemâl Paşa hazretlerine durumu anlattılar. Çünkü Yavuz Sultan Selîm Han onu çok severdi. Ona dediler ki: "Ne zamâna kadar bu diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye meylettiremez misiniz?"

Bir gün Ahmed ibni Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han ile gezintiye çıktılar. Konuşmalar arasında Pâdişâh; "Ortalıkta ne sözler var, durum nasıl?" diye sordu. Kemâl Paşazâde bu soruyu fırsat bilip derhal konuyu ele aldı ve dedi ki: "Pâdişâhım! Yolda gelirken askerlerin Nil'de davarlarını suluyorlardı. O askerlerden birinin şu türküyü söylediğini duydum.

 

"Nemüz kaldı bizüm mülk-i Arab'da,

Nice bir dururuz Şâm ü Haleb'de,

Cihan halkı kamu ayş ü tarabda,

Gel ahî gidelüm Rûm illerine."

 

(Nemiz kaldı bizim bu Arab diyarında, Şam'da ve Haleb'de niçin dururuz? Cihan halkı hep şenlik içinde yaşamakta, gel kardeş, Rum diyarına, Anadolu'ya gidelim.)

Bu şiir, Yavuz Sultan Selîm Hanın çok hoşuna gidip; "Bundan sonra burada durmamızı gerektiren işler de kalmadı, döneriz." diyerek, İstanbul'a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün sonra, Yavuz Sultan Selîm Hana Kâbe'nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler teslim edildi ve İstanbul'a dönmek için ordusuyla yola çıktı.

Yolculukta bir sohbet sırasında söz Ahmed ibni Kemâl hazretlerinin hocası Molla Lütfi'den ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han, ona:

"Tokatlı Molla Lütfi hocanız imiş. İlmi, irfânı yüksek, değerli, dört başı mâmur bir ilim adamı iken katline sebeb ne oldu." diye sordu. Kemâl Paşazâde:

"Hocam hased-i akrân belâsına uğradı. Tam bir âlim, kâmil, müteheccid (gece uyanıp namaz kılan), sâlih, dindâr bir kişi iken, düşmanı çoğalıp hased ettiler ve katline sebeb oldular." dedi. Bu habere fevkalâde üzülen Sultan:

"Molla Lütfi ilminin ve vakarının yanında şaka yapmayı çok seven biri imiş. Bâzan öyle şakalar yaparmış ki, işitenler şaka değil, gerçek zannederlermiş. Siz de üstadınız gibi öyle şakalar yapmaz mısınız ki gerçek zannedilsin?" deyince, İbn-i Kemâl hazretleri hemen şu cevabı verdi:

"Biz geçen gün sıramızı savdık. Şimdi sıra Pâdişâhımız hazretlerindedir." Bu söz üzerine bir müddet düşünen Yavuz Sultan Selîm:

"Yoksa o geçenki gün yeniçeriler ağzından söylenen kıt'a da öyle bir şaka mıydı? Yeniçeriler ağzından söylenen o sözler sizin sözünüz müydü?" diye sorunca da İbn-i Kemâl:

"Evet, doğrusu Pâdişâhımızın buyurdukları gibidir." dedi. O espiriyi çok beğenen Pâdişâh, İbn-i Kemâl hazretlerine ihsânlarda bulundu.

On iki imâmın onuncusu olan Ali Hâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânındaki insanlar, maddî veya mânevî bir sıkıntıya düşse hemen huzûruna gelir hâlini arzederek çâre bulup, yardımcı olmasını isterdi. Bir defâsında Samarra'dan çıkıp bir köye gitmişti. O gittikten sonra evine bir köylü gelip sordu. Bir köye gittiğini söylediler. Köylü kimse, Ali Hâdî hazretleriyle görüşmek için o köye gitti. Onu bulup huzûruna çıkınca, Ali Hâdî hazretleri köylüye;

"Ne istiyorsun derdin nedir?" dedi. Köylü;

"Kûfe'den geliyorum. Ceddiniz hazret-i Ali'yi seven ve ona muhabbet besleyen bir kimseyim. Bir zaman birinden borç para almıştım. Ancak bir türlü ödeyemedim. Bu borç yükünün altında çâresiz kaldım. Kimden yardım isteyeceğimi de bilemedim." dedi. Borcun ne kadar diye sorunca da;

"On bin dirhem kadardır." dedi. Bunun üzerine;

"Kendini üzme ve merak etme! Hadi gözün aydın; inşâallahü teâlâ borcun ödenecek!" buyurdu. Bir gece geçtikten sonra sabahleyin köylüye;

"Ey köylü kardeşim! Sana bir şey söyleyeceğim! sözümü dinle hiç îtirâz etme!" dedi. "Peki efendim hiç bir hususta size muhalefet etmeyeceğim, ne emrederseniz yapacağım." deyince, Ali Hâdî hazretleri bir kâğıd alıp, kendi eliyle köylünün borcu kadar mikdarı yazıp kendinin bu parayı ödemek üzere borçlu olduğunu kaydetti. Sonra kâğıdı verip;

"Bunu al ben Samarra'ya dönünce yanıma gel, beni büyük bir kalabalık arasında oturup konuşurken görünce getirip bana ver. Borcunu benden ısrarla iste." dedi. Köylü;

"Peki efendim dediğiniz gibi aynen yapacağım." dedi. Ali Hâdî hazretleri Samarra'ya döndükten sonra birgün sohbeti sırasında etrâfına pekçok insan toplandı. Halîfe Mütevekkil'in adamları da sohbette idiler. Sohbet sırasında kendisine yazı verilen köylü huzûra geldi. Ali Hâdî hazretlerine yaklaşıp kâğıdı gösterdi ve borcunuzu ödeyiniz diyerek ısrarla istedi. Ali Hâdî hazretleri köylüye;

"Üç gün müddet tanı, üç gün sonra gel ödeyeceğim." dedi. Köylü dönüp gitti. Sohbet sona erince, halîfenin memurları sohbet sırasında olan hâdiseyi halîfeye anlattılar. Halîfe durumu öğrenince, Ali Hâdî hazretlerine derhal otuz bin dirhem verilmesini emretti. Bu emir üzerine götürüp verdiler. O da alıp bir köşeye koydu. Bir müddet sonra köylü huzûruna gelince, otuz bin dirhemin hepsini verip;

"Bunları tamamen al!" dedi. Köylü;

"Ey Resûlullah'ın torunu! Benim talebim on bin dirhem idi. Allahü teâlâ ihsân etti, o kadarını alayım." dedi. Bunun üzerine vallahi hepsini alacaksın. Bu, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır." dedi. Köylü otuz bin dirhemin hepsini alıp gitti. Giderken kendi kendine Ali Hâdî hazretlerini medhediyordu...

Büyük velîlerden Aynüzzemân Cemâleddîn-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Kazvin'in ileri gelenlerinden bir kimse, Şîrâz'a göç etmek istedi. Bu kimse, gideceği yerin pâdişâhının, Cemâleddîn hazretlerinin talebelerinden olduğunu biliyordu. Bunun için Cemâleddîn hazretlerine gelerek, Şîrâz pâdişâhına, oraya gittiği zaman kendisine kolaylık göstermesi için bir mektup yazması ricâsında bulundu. Cemâleddîn, kâğıt-kalem istedi. Getirdiler. Kâğıdın üzerine, "Bal ve Râziyâne (Dere otu cinsinden bir nevî ot adı)" yazdı. O kimse, bu mektubu da alarak yola çıktı. Şîrâz'a vardığında pâdişâhla görüşmek istedi. Pâdişâhın karın ağrısından muzdarip olduğunu, şu anda hamamda bulunduğunu söylediler. Hamama gitti. Pâdişâhın yanına girdi. Pâdişâhın, ağrılar sebebiyle çok sıkıntıda olduğunu gördü. Yanına varıp selâm verdi. Pâdişâh selâmını alıp nereden geldiğini sordu. "Kazvin'den." dedi. Pâdişâh, Kazvin ismini duyunca, hocası Cemâleddîn hazretlerinin durumunu, nasıl olduğunu sordu. O kimse iyi olduğunu bildirip, mektubu verdi. Pâdişâh mektuptaki iki kelimeyi okuyunca, hocasının kerâmet olarak bu sıkıntısını, rahatsızlığını bildiğini ve bu ilâcı yazdığını söyledi. Hemen, bal ile, mektupta bildirilen ot getirilerek ilâç hazırlandı. Pâdişâh bu ilâcı kullandı. Allahü teâlânın izni ile ağrılarından hiçbir şey kalmadı. Pâdişâh, Allahü teâlâya çok şükretti. Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Gelen kimseye de çok ikrâmda bulunup kolaylık gösterdi.

Sultan Tuğluk, ilim sâhibi bir zât olmasına rağmen Çırağ-ı Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine eziyet ederdi. Sefer ve yolculuklarında onu da berâber götürürdü. Bir kere onu kendi elbiselerine bekçi yapmıştı. Nasîruddîn Mahmûd bütün bunlara, hocasının sabır tavsiyesine uyarak tahammül edip katlanıyordu. Yine bir gün Sultan Tuğluk, Çırağ-ı Dehli hazretlerine altın ve gümüş kaplar içerisinde yemek gönderdi. Bu şekilde yemek göndermesi, şeyhe eziyet ve sıkıntı vermek maksadı ile idi. Çünkü, eğer gönderdiğim yemeği yemezse ona eziyet ederim. Yerse altın ve gümüş kaptan yedin bu sebeple dînin emrine uymadın derim, düşüncesindeydi. Nasîruddîn Çırağ yemek gelince bir şey demedi. Et bulunan altın kâseden biraz alıp önce eline koydu. Sonra elinden alıp yedi. Böylece hem sultanın emrine muhâlefet edip kendisini tehlikeye atmamış, hem de dînin emrine uymayan haram bir işi yapmamış oldu. Bu sûretle sultanın kötü plânı Allahü teâlânın izniyle bozuldu.

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda yürürken ayyâş, derbeder ve elinde saz bulunan bir genç, Ebû Osman'ı görünce sazını abasının içine sakladı. Ebû Osman'ın kendisine bu yaptıklarının kötülüğünü anlatacağını zannetti. Fakat Ebû Osman onun yanına şefkatli bir şekilde giderek, direk sözle ayıplayıp sakındırmadan onun anlayacağı ve kabûl edeceği bir tarzda; "Hiç çekinme, zîrâ insanların hepsi birdir, talebelerin hepsi aynıdır." dedi. Genç onun böyle merhametli davranışından, kendisinin kurtuluşunu çok arzu ettiğini anladı ve yaptığı işlerden ziyâdesiyle pişmanlık duyarak tövbe etti. Ebû Osman Hîrî hazretleri onun bu hâlini memnuniyetle karşıladı. Gidip  gusül abdesti almasını ve tekrar yanına gelmesini söyledi. Genç gidip gusül abdesti alıp gelince, huzûruna oturtup, şöyle duâ etti: "Ya Rabbî! Bana düşen vazîfeyi yaptım. Gerisini sana havâle ediyorum." Duânın hemen ardından genci iyi bir hal kapladı. Gencin bu hâline şaşan birine ise, bu, Allahü teâlânın ihsânıdır demek isteyerek; "Hâle hâkim olan Allahü teâlâdır." dedi.

Ebû Osman hazretlerine talebe olup sohbetlerinde bulunan biri, bir gün huzûrunda eski hallerini hatırladı. Önceden tanıyıp görüştüğü bir kadını düşünmeye başladı. Bu hâli kerâmetiyle anlayıp, o talebeye bakarak; "Utanmıyor musun?" diyerek îkâz etti. Talebe toparlanıp kendine geldi.

Ferganalı bir zât her sene nâfile hac yapardı. Yolu Nişâbur'a uğradığı ve Ebû Osmân Hîrî hazretlerinin şöhretini duyduğu halde sohbetine gitmemişti. Bir seferinde ise huzûruna varıp selâm vermişti. Hiç cevap vermemişler. Kendi kendine, selâm verdiğim ve hal hatır sorduğum halde cevap verilmiyor? Bu nasıl iştir?" diye düşünürken, Ebû Osman Hîrî hazretleri söze başlayıp; "Hiç böyle hac yapılır mı? Anne hasta bir halde bırakılıyor. Rızâsı alınmadan yola çıkılıyor?" dedi. Gelen kimse diyor ki: "Hatâmı anladım, büyük bir pişmanlık içinde annemin yanına döndüm. Anneme hizmet ettim. Vefât edinceye kadar hizmetine devâm edip, yanından ayrılmadım. Annemin vefâtından sonra, hac için yola çıktım. Ebû Osman Hîrî hazretlerine uğradım. Beni büyük bir alâka ile karşıladı. Artık onun talebesi olmak için hizmetine girmeyi çok arzû ediyordum. Kabul buyurunca talebeleri arasına girdim. Bana dergâhta hayvanlara bakma işini verdiler. Uzun müddet sohbetlerinde bulunup, verilen vazîfeyi yaptım."

Şam'da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir dostundan, bir uygunsuz hareket görürsen hemen tenkid etme. Çünkü onu tenkid ederken sana, önce yaptığından daha zor ve ağır gelecek bir söz söyleyebilir."

Hindistan'da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen en azılı düşmanlarını bile bağışlar ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz, derhâl yardım elini uzatırdı. Acûzân'da bir memur, bir gün Genc-i Şeker'den hükümetin tâkibâtına karşı yardım istedi. Genc-i Şeker'in yumuşak kalbi anlatılanlara çok üzüldü. Vâliye bir mesaj yazarak; "Ferîd için bir iyilik yapın ve bu fakir arkadaşı cezâlandırmayın." ricâsında bulundu. Fakat vâli söz dinlemedi, aksine o kişiyi daha da sıkıntıya soktu. Genc-i Şeker, vâliye kızacak veya kendi talebesi ve çok âdil bir insan olan sultâna bildirecek yerde, o kişiye haber göndererek; "Anlaşılıyor ki, sen de emrin altındaki insanların sıkıntılarına kulağını tıkamışsın." dedi. Vâli kabahatini anladı ve; "Evet ben katı kalbliyim, fakat bugün tövbe ediyorum. Bundan sonra kimseye sıkıntı vermeyeceğim." dedi.

Bir zaman sonra da vâli memurdan memnun oldu ve onu mükâfatlandırdı. Özür dileyerek, kimseye sıkıntı vermeyeceğini ifâde etmek üzere Genc-i Şeker'in dergâhına geldi. Böylece zâlimle mazlumun davranışını, sâdece sevgi ve ihsân yoluyla düzeltmiş oldu.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.

Ali Râmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır. Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:

 

Dilim dilim bende yürek

Aşk nicedir gel benden sor.

Savrulurum kürek kürek

Aşk nicedir gel benden sor.

 

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında bir talebe şöyle anlattı: Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübârek mezârlarının başındaydım. Âniden: "Muhammed Bâkî-billah hazretleri geliyor." dediler. Mezâra hizmet eden hizmetçi, mezâra yakın bir yere onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri için hazırladı. Muhammed Bâkî-billah daha teşrîf etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce: "Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed Bâkî-billah'ı göstererek; "Gelen şu azîz içindir." dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî-billah için bağırmaya, sövüp saymaya başladı. Bu sırada Hazret-i Hâce Bâkî-billah içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzûrunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve; "Ey filân! Sen buna lâyık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi. Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu îkâz etmek istediler. Muhammed Bâkî-billah hepsini göz işâreti ile bu işten vazgeçirip kendisi kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde ile, "Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl lâyık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Affediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız." deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona birkaç altın verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hâdiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hâlinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin bulunduğunu yakînen anladım.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri'nin komşularından bir genç, içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu duyar ve ıslâhı için bekleyip tahammül ederdi. Bir gün Hâce Hüsâmeddîn'in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve hapse attılar. Muhammed Bâkî-billah bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddîn'i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddîn: "Öyle fâsık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar verir hâldedir." deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini sâlih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fâsık, kötü ve şerîr görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?" Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar. O genç, komşusu Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin yakın alâkası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve sâlihlerden oldu.

Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Yahyâ bin Hasan şöyle anlattı: "Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kırıcı sözler söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı; "Bize izin ver, şuna haddini bildirelim." diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti ve orada buldu. Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs, tarlaya basma diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona; "Ne kadar zararın oldu?" deyince, o şahıs; "Yüz dinâr." deyip; "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu. Mûsâ Kâzım "Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını bilmediğim için sana; "Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?" diye sordum." Bu söz üzerine o şahıs; "Öyleyse, iki yüz dinâr istiyorum" dedi. Mûsâ Kâzım ise ona üç yüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakâretlerde bulunan o şahıs, bu cömertlik ve ihsân karşısında hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine) gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara; "Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısı Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evinin yakınında oturan bir kişi, bir dükkân açıp, afyon, esrâr satmaya başladı. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri; "Afyonunun zulmeti bizim bâtın nisbetimizi kederlendirdi" dedi. Bunu işiten talebeleri afyon satan adamın dükkânını yıkıp harâb ettiler. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, bu işi duyunca üzülüp; "Onun dükkânını harâb etmeniz bizi daha çok kederlendirdi. Çünkü onun afyon, esrâr satmasına mâni olma işi, devletin hâkiminin vazifesidir. Siz başkasının işine müdâhale ettiniz. Böylece dînin emrine muhâlif iş yapıldı. Önce ona; haram olan bu işten vazgeçmesi yumuşak bir dil ile anlatılır. Sonra vaz geçmezse mâni olunurdu" dedi. Sonra dükkânı harâb edilen kimseye altın gönderdi. Talebelerine onunla helâllaşmalarını söyledi. Talebeleri altını verip onunla helâllaştılar. Bunun üzerine, afyon ve esrâr satmaktan vazgeçip, tövbe etti, sonra da Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin talebesi olup, sâlih bir zât oldu.

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesine iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince; "Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?" dedi.

Annesi üzüldü. Bu sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine; "Sen üzülme, ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum." dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: "Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir." Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir halîfesine şöyle buyurdular: "Halka önce işâretle muâmele et, bu fayda vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."