USÛL
Abdülazîz Bekkine
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Peki, demesini öğrenmek lâzımdır."
Osmanlı âlim ve velîlerinin
en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'ı tamâmiyle
Osmanlı mülkü yaptıktan sonra, bir müddet daha idârî teşkilâtı yerleştirmek
üzere, burada kaldı. Bu sırada devlet adamları ve askerler asıl vatanları
Anadolu'ya, diyâr-ı Rum'a hasret kalıp dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu
arzularını Pâdişâha söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bâzıları, İbn-i Kemâl
Paşa hazretlerine durumu anlattılar. Çünkü Yavuz Sultan Selîm Han onu çok
severdi. Ona dediler ki: "Ne zamâna kadar bu diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz?
Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye meylettiremez misiniz?"
Bir gün Ahmed ibni Kemâl,
Yavuz Sultan Selîm Han ile gezintiye çıktılar. Konuşmalar arasında Pâdişâh;
"Ortalıkta ne sözler var, durum nasıl?" diye sordu. Kemâl Paşazâde bu soruyu
fırsat bilip derhal konuyu ele aldı ve dedi ki: "Pâdişâhım! Yolda gelirken
askerlerin Nil'de davarlarını suluyorlardı. O askerlerden birinin şu türküyü
söylediğini duydum.
"Nemüz kaldı bizüm mülk-i
Arab'da,
Nice bir dururuz Şâm ü
Haleb'de,
Cihan halkı kamu ayş ü
tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm
illerine."
(Nemiz kaldı bizim bu Arab
diyarında, Şam'da ve Haleb'de niçin dururuz? Cihan halkı hep şenlik içinde
yaşamakta, gel kardeş, Rum diyarına, Anadolu'ya gidelim.)
Bu şiir, Yavuz Sultan Selîm
Hanın çok hoşuna gidip; "Bundan sonra burada durmamızı gerektiren işler de
kalmadı, döneriz." diyerek, İstanbul'a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün
sonra, Yavuz Sultan Selîm Hana Kâbe'nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler
teslim edildi ve İstanbul'a dönmek için ordusuyla yola çıktı.
Yolculukta bir sohbet
sırasında söz Ahmed ibni Kemâl hazretlerinin hocası Molla Lütfi'den ve onun
öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han, ona:
"Tokatlı Molla Lütfi hocanız
imiş. İlmi, irfânı yüksek, değerli, dört başı mâmur bir ilim adamı iken katline
sebeb ne oldu." diye sordu. Kemâl Paşazâde:
"Hocam hased-i akrân
belâsına uğradı. Tam bir âlim, kâmil, müteheccid (gece uyanıp namaz kılan),
sâlih, dindâr bir kişi iken, düşmanı çoğalıp hased ettiler ve katline sebeb
oldular." dedi. Bu habere fevkalâde üzülen Sultan:
"Molla Lütfi ilminin ve
vakarının yanında şaka yapmayı çok seven biri imiş. Bâzan öyle şakalar yaparmış
ki, işitenler şaka değil, gerçek zannederlermiş. Siz de üstadınız gibi öyle
şakalar yapmaz mısınız ki gerçek zannedilsin?" deyince, İbn-i Kemâl hazretleri
hemen şu cevabı verdi:
"Biz geçen gün sıramızı
savdık. Şimdi sıra Pâdişâhımız hazretlerindedir." Bu söz üzerine bir müddet
düşünen Yavuz Sultan Selîm:
"Yoksa o geçenki gün
yeniçeriler ağzından söylenen kıt'a da öyle bir şaka mıydı? Yeniçeriler ağzından
söylenen o sözler sizin sözünüz müydü?" diye sorunca da İbn-i Kemâl:
"Evet, doğrusu Pâdişâhımızın
buyurdukları gibidir." dedi. O espiriyi çok beğenen Pâdişâh, İbn-i Kemâl
hazretlerine ihsânlarda bulundu.
On iki imâmın onuncusu olan
Ali Hâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânındaki insanlar,
maddî veya mânevî bir sıkıntıya düşse hemen huzûruna gelir hâlini arzederek çâre
bulup, yardımcı olmasını isterdi. Bir defâsında Samarra'dan çıkıp bir köye
gitmişti. O gittikten sonra evine bir köylü gelip sordu. Bir köye gittiğini
söylediler. Köylü kimse, Ali Hâdî hazretleriyle görüşmek için o köye gitti. Onu
bulup huzûruna çıkınca, Ali Hâdî hazretleri köylüye;
"Ne istiyorsun derdin
nedir?" dedi. Köylü;
"Kûfe'den geliyorum.
Ceddiniz hazret-i Ali'yi seven ve ona muhabbet besleyen bir kimseyim. Bir zaman
birinden borç para almıştım. Ancak bir türlü ödeyemedim. Bu borç yükünün altında
çâresiz kaldım. Kimden yardım isteyeceğimi de bilemedim." dedi. Borcun ne kadar
diye sorunca da;
"On bin dirhem kadardır."
dedi. Bunun üzerine;
"Kendini üzme ve merak etme!
Hadi gözün aydın; inşâallahü teâlâ borcun ödenecek!" buyurdu. Bir gece geçtikten
sonra sabahleyin köylüye;
"Ey köylü kardeşim! Sana bir
şey söyleyeceğim! sözümü dinle hiç îtirâz etme!" dedi. "Peki efendim hiç bir
hususta size muhalefet etmeyeceğim, ne emrederseniz yapacağım." deyince, Ali
Hâdî hazretleri bir kâğıd alıp, kendi eliyle köylünün borcu kadar mikdarı yazıp
kendinin bu parayı ödemek üzere borçlu olduğunu kaydetti. Sonra kâğıdı verip;
"Bunu al ben Samarra'ya
dönünce yanıma gel, beni büyük bir kalabalık arasında oturup konuşurken görünce
getirip bana ver. Borcunu benden ısrarla iste." dedi. Köylü;
"Peki efendim dediğiniz gibi
aynen yapacağım." dedi. Ali Hâdî hazretleri Samarra'ya döndükten sonra birgün
sohbeti sırasında etrâfına pekçok insan toplandı. Halîfe Mütevekkil'in adamları
da sohbette idiler. Sohbet sırasında kendisine yazı verilen köylü huzûra geldi.
Ali Hâdî hazretlerine yaklaşıp kâğıdı gösterdi ve borcunuzu ödeyiniz diyerek
ısrarla istedi. Ali Hâdî hazretleri köylüye;
"Üç gün müddet tanı, üç gün
sonra gel ödeyeceğim." dedi. Köylü dönüp gitti. Sohbet sona erince, halîfenin
memurları sohbet sırasında olan hâdiseyi halîfeye anlattılar. Halîfe durumu
öğrenince, Ali Hâdî hazretlerine derhal otuz bin dirhem verilmesini emretti. Bu
emir üzerine götürüp verdiler. O da alıp bir köşeye koydu. Bir müddet sonra
köylü huzûruna gelince, otuz bin dirhemin hepsini verip;
"Bunları tamamen al!" dedi.
Köylü;
"Ey Resûlullah'ın torunu!
Benim talebim on bin dirhem idi. Allahü teâlâ ihsân etti, o kadarını alayım."
dedi. Bunun üzerine vallahi hepsini alacaksın. Bu, Allahü teâlânın sana ihsân
ettiği bir rızıktır." dedi. Köylü otuz bin dirhemin hepsini alıp gitti. Giderken
kendi kendine Ali Hâdî hazretlerini medhediyordu...
Büyük velîlerden
Aynüzzemân Cemâleddîn-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
Kazvin'in ileri gelenlerinden bir kimse, Şîrâz'a göç etmek istedi. Bu kimse,
gideceği yerin pâdişâhının, Cemâleddîn hazretlerinin talebelerinden
olduğunu biliyordu. Bunun için Cemâleddîn hazretlerine gelerek, Şîrâz
pâdişâhına, oraya gittiği zaman kendisine kolaylık göstermesi için bir mektup
yazması ricâsında bulundu. Cemâleddîn, kâğıt-kalem istedi. Getirdiler. Kâğıdın
üzerine, "Bal ve Râziyâne (Dere otu cinsinden bir nevî ot adı)" yazdı. O kimse,
bu mektubu da alarak yola çıktı. Şîrâz'a vardığında pâdişâhla görüşmek istedi.
Pâdişâhın karın ağrısından muzdarip olduğunu, şu anda hamamda bulunduğunu
söylediler. Hamama gitti. Pâdişâhın yanına girdi. Pâdişâhın, ağrılar sebebiyle
çok sıkıntıda olduğunu gördü. Yanına varıp selâm verdi. Pâdişâh selâmını alıp
nereden geldiğini sordu. "Kazvin'den." dedi. Pâdişâh, Kazvin ismini duyunca,
hocası Cemâleddîn hazretlerinin durumunu, nasıl olduğunu sordu. O kimse iyi
olduğunu bildirip, mektubu verdi. Pâdişâh mektuptaki iki kelimeyi okuyunca,
hocasının kerâmet olarak bu sıkıntısını, rahatsızlığını bildiğini ve bu ilâcı
yazdığını söyledi. Hemen, bal ile, mektupta bildirilen ot getirilerek ilâç
hazırlandı. Pâdişâh bu ilâcı kullandı. Allahü teâlânın izni ile ağrılarından
hiçbir şey kalmadı. Pâdişâh, Allahü teâlâya çok şükretti. Hocasına olan muhabbet
ve bağlılığı daha da arttı. Gelen kimseye de çok ikrâmda bulunup kolaylık
gösterdi.
Sultan Tuğluk, ilim sâhibi
bir zât olmasına rağmen Çırağ-ı Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine eziyet ederdi. Sefer ve yolculuklarında onu da berâber
götürürdü. Bir kere onu kendi elbiselerine bekçi yapmıştı. Nasîruddîn Mahmûd
bütün bunlara, hocasının sabır tavsiyesine uyarak tahammül edip katlanıyordu.
Yine bir gün Sultan Tuğluk, Çırağ-ı Dehli hazretlerine altın ve gümüş kaplar
içerisinde yemek gönderdi. Bu şekilde yemek göndermesi, şeyhe eziyet ve sıkıntı
vermek maksadı ile idi. Çünkü, eğer gönderdiğim yemeği yemezse ona eziyet
ederim. Yerse altın ve gümüş kaptan yedin bu sebeple dînin emrine uymadın derim,
düşüncesindeydi. Nasîruddîn Çırağ yemek gelince bir şey demedi. Et bulunan altın
kâseden biraz alıp önce eline koydu. Sonra elinden alıp yedi. Böylece hem
sultanın emrine muhâlefet edip kendisini tehlikeye atmamış, hem de dînin emrine
uymayan haram bir işi yapmamış oldu. Bu sûretle sultanın kötü plânı Allahü
teâlânın izniyle bozuldu.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda yürürken ayyâş, derbeder
ve elinde saz bulunan bir genç, Ebû Osman'ı görünce sazını abasının içine
sakladı. Ebû Osman'ın kendisine bu yaptıklarının kötülüğünü anlatacağını
zannetti. Fakat Ebû Osman onun yanına şefkatli bir şekilde giderek, direk sözle
ayıplayıp sakındırmadan onun anlayacağı ve kabûl edeceği bir tarzda; "Hiç
çekinme, zîrâ insanların hepsi birdir, talebelerin hepsi aynıdır." dedi. Genç
onun böyle merhametli davranışından, kendisinin kurtuluşunu çok arzu ettiğini
anladı ve yaptığı işlerden ziyâdesiyle pişmanlık duyarak tövbe etti. Ebû Osman
Hîrî hazretleri onun bu hâlini memnuniyetle karşıladı. Gidip gusül abdesti
almasını ve tekrar yanına gelmesini söyledi. Genç gidip gusül abdesti alıp
gelince, huzûruna oturtup, şöyle duâ etti: "Ya Rabbî! Bana düşen vazîfeyi
yaptım. Gerisini sana havâle ediyorum." Duânın hemen ardından genci iyi bir hal
kapladı. Gencin bu hâline şaşan birine ise, bu, Allahü teâlânın ihsânıdır demek
isteyerek; "Hâle hâkim olan Allahü teâlâdır." dedi.
Ebû Osman hazretlerine
talebe olup sohbetlerinde bulunan biri, bir gün huzûrunda eski hallerini
hatırladı. Önceden tanıyıp görüştüğü bir kadını düşünmeye başladı. Bu hâli
kerâmetiyle anlayıp, o talebeye bakarak; "Utanmıyor musun?" diyerek îkâz etti.
Talebe toparlanıp kendine geldi.
Ferganalı bir zât her sene
nâfile hac yapardı. Yolu Nişâbur'a uğradığı ve Ebû Osmân Hîrî hazretlerinin
şöhretini duyduğu halde sohbetine gitmemişti. Bir seferinde ise huzûruna varıp
selâm vermişti. Hiç cevap vermemişler. Kendi kendine, selâm verdiğim ve hal
hatır sorduğum halde cevap verilmiyor? Bu nasıl iştir?" diye düşünürken, Ebû
Osman Hîrî hazretleri söze başlayıp; "Hiç böyle hac yapılır mı? Anne hasta bir
halde bırakılıyor. Rızâsı alınmadan yola çıkılıyor?" dedi. Gelen kimse diyor ki:
"Hatâmı anladım, büyük bir pişmanlık içinde annemin yanına döndüm. Anneme hizmet
ettim. Vefât edinceye kadar hizmetine devâm edip, yanından ayrılmadım. Annemin
vefâtından sonra, hac için yola çıktım. Ebû Osman Hîrî hazretlerine uğradım.
Beni büyük bir alâka ile karşıladı. Artık onun talebesi olmak için hizmetine
girmeyi çok arzû ediyordum. Kabul buyurunca talebeleri arasına girdim. Bana
dergâhta hayvanlara bakma işini verdiler. Uzun müddet sohbetlerinde bulunup,
verilen vazîfeyi yaptım."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir dostundan, bir uygunsuz hareket görürsen hemen tenkid etme. Çünkü onu
tenkid ederken sana, önce yaptığından daha zor ve ağır gelecek bir söz
söyleyebilir."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen en azılı
düşmanlarını bile bağışlar ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz, derhâl
yardım elini uzatırdı. Acûzân'da bir memur, bir gün Genc-i Şeker'den hükümetin
tâkibâtına karşı yardım istedi. Genc-i Şeker'in yumuşak kalbi anlatılanlara çok
üzüldü. Vâliye bir mesaj yazarak; "Ferîd için bir iyilik yapın ve bu fakir
arkadaşı cezâlandırmayın." ricâsında bulundu. Fakat vâli söz dinlemedi, aksine o
kişiyi daha da sıkıntıya soktu. Genc-i Şeker, vâliye kızacak veya kendi talebesi
ve çok âdil bir insan olan sultâna bildirecek yerde, o kişiye haber göndererek;
"Anlaşılıyor ki, sen de emrin altındaki insanların sıkıntılarına kulağını
tıkamışsın." dedi. Vâli kabahatini anladı ve; "Evet ben katı kalbliyim, fakat
bugün tövbe ediyorum. Bundan sonra kimseye sıkıntı vermeyeceğim." dedi.
Bir zaman sonra da vâli
memurdan memnun oldu ve onu mükâfatlandırdı. Özür dileyerek, kimseye sıkıntı
vermeyeceğini ifâde etmek üzere Genc-i Şeker'in dergâhına geldi. Böylece zâlimle
mazlumun davranışını, sâdece sevgi ve ihsân yoluyla düzeltmiş oldu.
Sofiyye-i aliyye denilen
büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc imâmdır. Fakat durumunu
her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve
akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet
etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.
Ali Râmitenî hazretleri ise,
Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı
Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak
en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan
talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan
daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr,
her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine
ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır. Onun hâli,
dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden
çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
bir talebe şöyle anlattı: Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübârek mezârlarının
başındaydım. Âniden: "Muhammed Bâkî-billah hazretleri geliyor." dediler. Mezâra
hizmet eden hizmetçi, mezâra yakın bir yere onlar için bir iskemle ve üzerine
minder ve örtü koydu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri için hazırladı. Muhammed
Bâkî-billah daha teşrîf etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi.
Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce: "Bu nedir ve kimin içindir?" dedi.
Hizmetçi; Muhammed Bâkî-billah'ı göstererek; "Gelen şu azîz içindir." dedi. O
kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî-billah için
bağırmaya, sövüp saymaya başladı. Bu sırada Hazret-i Hâce Bâkî-billah içeri
girdi. Söven kimse, onu görünce huzûrunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi
ve; "Ey filân! Sen buna lâyık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?"
dedi. Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu îkâz etmek istediler.
Muhammed Bâkî-billah hepsini göz işâreti ile bu işten vazgeçirip kendisi kötü
sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde ile,
"Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl lâyık olurum, benim
haberim olmadan bu işi yaptılar. Affediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü
düşünceden boşaltınız." deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının
terlerini sildi. Sonra ona birkaç altın verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu
hâdiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları
karşısında Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hâlinde ve konuşmasında en ufak
bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin
bulunduğunu yakînen anladım.
Muhammed Bâkî-billah
hazretleri'nin komşularından bir genç, içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı.
Bunu duyar ve ıslâhı için bekleyip tahammül ederdi. Bir gün Hâce Hüsâmeddîn'in
haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve hapse attılar. Muhammed
Bâkî-billah bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddîn'i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddîn:
"Öyle fâsık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar
verir hâldedir." deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki:
"Sen kendini sâlih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fâsık, kötü
ve şerîr görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı
görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?" Sonra o genci, araya
girerek hapisten çıkardılar. O genç, komşusu Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin
yakın alâkası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe
etti. Kötü işlerden vaz geçti ve sâlihlerden oldu.
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Yahyâ bin Hasan şöyle anlattı:
"Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kırıcı
sözler söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı; "Bize izin ver, şuna haddini
bildirelim." diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten
onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın nerede
olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu söylediler.
Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti ve orada buldu.
Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs, tarlaya basma diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun
yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona; "Ne kadar zararın oldu?" deyince, o
şahıs; "Yüz dinâr." deyip; "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu. Mûsâ Kâzım
"Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını
bilmediğim için sana; "Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?" diye
sordum." Bu söz üzerine o şahıs; "Öyleyse, iki yüz dinâr istiyorum" dedi. Mûsâ
Kâzım ise ona üç yüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakâretlerde bulunan o
şahıs, bu cömertlik ve ihsân karşısında hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım
hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım oradan
ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine) gitti.
Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada
görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara;
"Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona
yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısı
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
evinin yakınında oturan bir kişi, bir dükkân açıp, afyon, esrâr satmaya başladı.
Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri; "Afyonunun zulmeti bizim
bâtın nisbetimizi kederlendirdi" dedi. Bunu işiten talebeleri afyon satan adamın
dükkânını yıkıp harâb ettiler. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, bu işi
duyunca üzülüp; "Onun dükkânını harâb etmeniz bizi daha çok kederlendirdi. Çünkü
onun afyon, esrâr satmasına mâni olma işi, devletin hâkiminin vazifesidir. Siz
başkasının işine müdâhale ettiniz. Böylece dînin emrine muhâlif iş yapıldı. Önce
ona; haram olan bu işten vazgeçmesi yumuşak bir dil ile anlatılır. Sonra vaz
geçmezse mâni olunurdu" dedi. Sonra dükkânı harâb edilen kimseye altın gönderdi.
Talebelerine onunla helâllaşmalarını söyledi. Talebeleri altını verip onunla
helâllaştılar. Bunun üzerine, afyon ve esrâr satmaktan vazgeçip, tövbe etti,
sonra da Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin talebesi olup, sâlih bir zât
oldu.
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesine iki kişi gelip,
bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi.
Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini
söyleyince; "Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı
niçin verdiniz?" dedi.
Annesi üzüldü. Bu sırada
İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi
olanları anlattı. Bunun üzerine annesine; "Sen üzülme, ben şimdi bohçayı
isteyenle konuşurum." dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: "Sizin
bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir." Adam aldığı cevap
karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir halîfesine şöyle buyurdular: "Halka
önce işâretle muâmele et, bu fayda vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da
fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir." |