|
TİCARET
Tâbiînden ve evliyâdan
Câbir bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) üç şeyde pazarlık etmezdi:
Birincisi, Mekke-i mükerremede kirâ ücretinde, ikincisi âzâd etmek için satın
aldığı kölede ve üçüncüsü kurban edeceği hayvanda.
Endülüste'te ve Mısır'da
yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, ticârette dürüstlükten ayrılmamak
gerektiğini bildiren bir sohbetinde buyurdular ki: "Hadîs-i şerîfte doğru olan
tüccârın, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle birlikte haşrolunacağı
bildirildi. Peygamberlerin aleyhimüsselâm husûsiyetleri; emâneti edâ etmek,
nasîhatta bulunmaktır. İşte doğru olan tüccâr; emâneti edâ etmek ve başkalarına
nasîhatta bulunmak vasıfları ile peygamberlerle birlikte haşrolunur. Zâhir ve
bâtın bakımından sıddîklar gibi olduğundan, sıddîklarla birlikte haşrolunurlar.
Sıddîkların husûsiyetleri odur ki; hem zâhiren, hem de bâtınen safâ hâlinde
bulunurlar. Şehîdlerin husûsiyetleri odur ki; cihad ederler. Doğru olan tüccâr
ise; nefsi, şeytanı ve hevâsı ile cihâd eder. Bu vasıfları sebebiyle şehîdlerle
birlikte haşrolunur. Sâlihlere gelince, onlar, helâlı alır, haramı terkederler,
doğru olan tüccâr da helali alır, haramı terkeder. Bu vasıfları sebebiyle
sâlihlerle birlikte haşrolunur."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) mahallesindeki satıcılardan
alış-veriş ederdi. Kendisine; "Çarşıya gitsen ihtiyaçlarını daha ucuz
alabilirsin." dediler. O zaman; "İyi ama bunlar bizden faydalanmak ve
sebeplenmek ümidi ile yakınlarımızda dolaşmaktadırlar." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) İnsanlara nasihatı sırasında buyurdular ki: Bir kimsenin dünyâ ticâreti,
âhiret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak
için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem
kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir, hem çok
kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ
ticâretinin âhirete yaraması için ve Cehennem'e sürüklememesi için, çok uğraşmak
lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için,
çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak isteyenler yedi şeye dikkat
etmelidir:
1. Her sabah şöyle niyet
etmeli; "Kendimin, evlâd ve âilemin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtâc
bırakmamak, Allahü teâlâya râhat ve temiz ibâdet edebilmek, âhiret yolunda
yürüyebilmek için, vâzifeme gidiyorum." demelidir. O gün müslümanlara iyilik,
yardım ve nasîhat, emr-i mârûf, nehy-i münker yapmayı, kalbinden geçirmelidir.
Namazda kusûr edenlere, günah işliyenlere, emr-i mârûf yapmalı, onlara göz
yummamalıdır. Böyle niyet eden bir tüccâr, bir memur, bir öğretmen, bir hâkim ve
bir subay, vazîfesini yaptığı kadar, hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet
olur. Dünyâda kazandığı şeyler de, fazladan kârıdır.
2. En az, binlerce insan
çalışmayacak olursa, kendisinin bir gün bile yaşayamayacağını düşünmelidir.
Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice sanatkârlar,
hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona
hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu
dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım
etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslüman böyle
düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları
rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi,
ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. İş görürken niyetin doğru olmasına
alâmet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yâni, öyle bir
iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslümanlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyf,
oyun ve benzerlerine, sanat dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse
de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, haram olmıyan, mübah olan, fakat
insanlara lüzûmlu olmayan sanatları seçmemelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki;
"En iyi ticâret, bezzâzlıktır, kumaş satmaktır. En iyi sanat, terziliktir."
3. Dünyâ işleri, âhiret için
çalışmaya mâni olmamalıdır. Âhiret için ticâret yeri câmilerdir. Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde, Münâfikûn sûresi, 9. âyetinde meâlen; "Mallarınız ve
çocuklarınız, Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!" buyuruyor. Halîfe Ömer
radıyallahü anh buyurdu ki; "Ey tüccârlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra
dünyâ rızkına çalışın!" Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları
âhiret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim
öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebâbı, sabah çorbası gibi şeyleri
çocuklar ve zimmîler satardı. Çünkü, müslümanlar, sabah, akşam câmilerde
bulunurdu. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam
değişmektedir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Melekler insanların amel
defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün
ortasında yapılanları ona bağışlarlar."
Yine buyurdu ki; "Gündüz ve
gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak
teâlâ, (giden meleklere), kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda
bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları
affettim buyurur."
Müslüman tüccârlar, sanat
sâhipleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye
koşmalıdır. Büyüklerimiz; "Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına
sebeb olmaz" (Nûr sûresi: 27) âyet-i kerîmesine mânâ verirken diyor ki:
Demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmışken, demire
vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân
okunduysa, o hâlde bırakıp, cemâate koşarlardı.
4. Çarşıda, işte Allahü
teâlâyı zikr, tesbîh etmeli, her ân O'nu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş
kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir
daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki zikrin sevâbı çok olur. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Çarşıya girerken, la ilâhe illallahü,
vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve
hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr, diyen
kimseye, iki milyon sevâb yazılır." Cüneyd-i Bağdâdî "kuddise sirruh" buyurdu
ki: "Pazarda çok kimse vardır ki, sûfîler halkasında oturanlardan daha
kıymetlidirler." Bir kerre de buyurdu ki: "Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her
gün üç yüz rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbîh okumaktadır." Bâzısı demiştir
ki, bu kimse, kendisidir.
Hulâsa, dîne, ibâdetine
yardım niyeti ile dünyâya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para
kazanıp, dünyâ malı toplamak için çalışanlar, sevaptan mahrûm kalır. Hattâ
bunlar, câmide, namazdayken de, kalpleri dükkânın hesâbındadır. Fikirleri
dağınıktır.
5. Dünyâ işlerine çok düşkün
olmamalıdır. Sabah namazı kılmadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe
gitmemeyi âdet edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhireti
kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü, âhiret hayâtı sonsuzdur ve ona ihtiyaç daha
çoktur ve âhiret ticâretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin
hocası Hammâd, ticâret yapardı. Baş örtüsü satardı. Her gün, iki habbe kazanınca
eşyâyı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bâzısı dükkâna, haftada iki gün
giderdi. Bir kısmı da, Cumâ'dan başka her gün gider, öğle namazında geri
dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alış veriş ederdi. Hepsi ihtiyâcı
kadar kazanınca câmiye gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.
6. Şüpheli şeylerden
kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten, âsî, fâsık olur. Kalbine sıkıntı getiren
şüpheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile
satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alış veriş etmemelidir. Zâlimlere,
fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki,
zâlimler (yâni müslümanlara ve İslâmiyete eli, dili ve kalemi ile zarar
verenler) öldüğü zaman üzülmek günahtır. Onlara yardım etmek câiz değildir.
Velhâsıl, herkesle muâmele etmemelidir. Doğru insan aramalıdır.
7. Alış veriş yaptığı kimse
ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb
etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir.
Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı, dedi.
Önüme elli bin sahife koydular. Yâ Rabbî! Bu sahifeler kimlerindir, dedim. Elli
bin kişi ile alış-veriş yapmışsın. Her sahife, bunların birisi ile olan
muâmeleni göstermektedir, dediler. Baktım, her sayfada bir kimse ile olan
muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan,
bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiçbir şeyin yardımı olmıyacaktır."
Âhiretin dünyâdan daha iyi
olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek,
yapsa yapsa, insanı fakîr yapar. Sonsuz saâdete, ebedî rahatlığa sebeb olacak,
birkaç senelik fakîrliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey
kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara; bir rütbeye,
dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm
gelince, bütün kazançlar elden çıkmakta, çalışıp çabalamaları boşuna
gitmektedir.
Kendisi haramlardan ve
şüphelilerden şiddetle kaçınan İmâm-ı Gazâlî hazretleri helâl kazanmanın
önemiyle ilgili olarak buyurdu ki: Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek
lazımdır. Helâl ve haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak
güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde Mü'minûn sûresi, elli ikinci âyetinde meâlen buyuruyor ki: "Ey
Peygamberlerim! (salevâtullahi aleyhim ecma'în) Helâl ve temiz yiyiniz ve bana
lâyık ibâdetler yapınız!" İşte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bunun
için; "Helâl kazanmak her müslümana farzdır." buyurdu ve yine buyurdu ki: "Bir
kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini
nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini,
kalbinden giderir."
(Dünyâlık kazanmak için
çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günahtır.)
Sa'd bin Ebî Vakkâs radıyallahü anh dedi ki: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi
ve sellem) Duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin!" Cevâbında
buyurdular ki: "Dua kabûl olmak için, helâl lokma yiyiniz!" Peygamber efendimiz
diğer hadîs-i şerîlerinde şöyle buyurmuştur:
"Çok kimse vardır ki,
yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle
duâ, nasıl kabûl olunur?"
"Haram yiyenlerin ne
farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz." (Yâni sevâbına kavuşamazlar.)
"On liralık elbisenin, bir
lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz."
"Haram ile beslenen vücûdun
ateşte yanması daha iyidir."
"Malın helâlden mi, haramdan
mı geldiğini düşünmeyenler, Cehennem'e, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü
teâlâ, onlara acımayacaktır."
"İbâdet on kısımdır, dokuzu
helâl kazanmaktır."
"Helâl kazanmak için
yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse
olarak kalkar."
"Allahü teâlâ buyuruyor ki,
haramdan kaçınanlara hesâb sormaya utanırım."
"Bir dirhem fâiz (almak ve
vermek), otuz zinâdan daha günahtır."
"Haram maldan verilen sadaka
kabûl edilmez. Saklanırsa Cehennem'e gidinceye kadar, ona yolluk olur."
Ebû Bekr radıyallahü anh,
hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca,
parmağını boğazına sokarak kay etti, kustu. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor
sandılar. Sonra; "Yâ Rabbî! Elimden geleni yaptım. Mîdemde ve damarlarımda kalan
zerrelerden sana sığınırım." diye yalvardı. Ömer radıyallahü anh da, Beyt-ül-mala
âit zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle
yapmıştı. Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ buyuruyor ki: "Kanbur oluncaya
kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan
kaçınmadıkça, kabûl edilmez, faydası olmaz." Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Haram
para ile sadaka veren, câmi yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi
idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, daha çok pislenir." Yahyâ bin Muâz
buyuruyor ki: "Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin
anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır." Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî
buyuruyor ki: "Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları
edeple yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve
bu üçüne, ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek." Büyükler buyuruyor ki: "Kırk
gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir." Abdullah ibni Mübârek
buyuruyor ki: "Şüpheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka
vermekten daha çok severim." Sehl bin Abdullah Tüsterî buyuruyor ki: "Haram
yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günah işler.
Helâl yiyenlerin âzâsı,
ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir." Helâl kazanmanın ehemmiyetini
gösteren daha nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir
ki, verâ sâhipleri haramdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Vüheyb ibni Verd
idi ki, nereden geldiğini anlamadan bir şey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir
bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve
kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış, dedi.
Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum,
Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. O'na günah işlemekle rahmetine kavuşmak
istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfî'ye (kuddise sirruh), ne yiyip, nereden
geçiniyorsun? dediklerinde, "Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile
yiyip de ağlayan arasında çok fark vardır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Horasanlı bir kimse,
Basra'da yerleşmek için, Horasan'daki evini 10.000 dirheme satıp, hanımı ile
berâber Basra'ya geldi. Hacca gidecekti. Basra'da, bu on bin dirhemi kime emânet
edebilirim? diye sordu. Habîb-i Acemî hazretlerini gösterdiler. Horasanlı zât
Habîb-i Acemî'ye geldi ve şöyle dedi: "Ben hanımımla berâber hacca gidiyorum. Bu
on bin dirhem ile burada (Basra'da) bir ev almak istiyorum. Münâsip bir ev
bulursanız, bu para ile alırsınız."
Horasanlı böyle dedikten
sonra hanımı ile beraber Mekke'ye doğru yoluna devam etti. Bu sırada Basra'da
kıtlık meydana geldi. Habîb-i Acemî dostlarıyla istişâre edip, bu parayla gıdâ
maddesi almaya ve muhtaçlara dağıtmaya karar verdi. Bâzıları; "O kimse bu
parayı, kendisine bir ev satın almanız için bırakmıştır." dedi. Buyurdu ki: "Bu
parayla aldığım gıdâ maddelerini tasadduk ederim sonra, o kimse için, azîz ve
celîl olan Rabbimden, Cennet'te bir köşk satın alırım. Eğer Horasanlı bu duruma
râzı olursa ne âlâ, yok râzı olmazsa paralarını geri veririm." Böylece paraları
muhtâc olanlara yiyecek temin etmekte kullandı.
Nihayet, Horasan'lı hacdan
dönüp Habîb-i Acemî'ye geldi. "Ben, on bin dirhemin sâhibiyim. O para ile ev
almış iseniz onu istiyorum. Yok almamış iseniz bana paraları iâde edin ben
kendim alayım." dedi. Habîb-i Acemî hazretleri buyurdu ki: "Sana öyle bir köşk
satın aldım ki, bahçesinde ağaçlar, meyveler, nehirler bulunmaktadır." Horasanlı
hanımının yanına döndü ve; "Bizim için, sultanlara mahsus azamette ve güzellikte
bir ev satın almış." dedi.
İki-Üç gün sonra Habîb-i
Acemî'nin yanına gelip, evi sordu. Habîb-i Acemî hazretleri Horasanlıya,
Basralıların çektikleri yiyecek sıkıntılarını, insanlara hizmet etmenin
faydalarını, buna mukabil Cennet nîmetlerinin güzelliklerini münâsip bir lisanla
anlattı ve sonra; "Senin için Rabbimden, Cennet'te bir köşk aldım ki, sofaları,
nehirleri fevkâlâdedir." buyurdu.
Horasanlı bunları
dinledikten sonra tekrar hanımının yanına döndü. Olanları anlattı. Her ikisi de
bu duruma çok sevindiler. Adam, Habîb'in yanına gelip; "Bizim için satın
aldığını kabûl ettik. Lâkin bize bunun senedini de yazsanız." dedi. Habîb-i
Acemî; "Peki." buyurdu ve bir kâtip istedi. Şöyle yazdırdı: "Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu, Ebû Muhammed Habîb-i Acemî'nin, azîz ve celîl olan Rabbinden, şu Horasanlı
için satın aldığının senedidir. Habîb-i Acemî, bu kimse için Rabbinden on bin
dirheme Cennet'te öyle bir ev satın aldı ki, o evin köşkleri, nehirleri,
ağaçları, sofaları ve daha nice güzel sıfatları vardır. Allahü teâlâ bu güzel
evi bu Horasanlıya verecek, böylece Habîb'i on bin dirhem borçtan
kurtaracaktır."
Horasanlı bu yazıyı alıp
hanımının yanına döndü. Böylece kırk gün daha yaşadı. Nihâyet vefât ânı geldi.
Hanımına; "Beni yıkayıp kefenliyenlere bu yazıyı ver, kefenime koysunlar." diye
vasiyet etti. Adam vefât edince vasiyeti yerine getirildi ve defnedildi. Sonra
bu kimsenin kabrinin üstünde bir kâğıt buldular. Kâğıtta bulunan yazılar
parlıyordu ve şöyle yazılıydı:
"Ebû Muhammed Habîb-i
Acemî'nin, Allahü teâlâdan şu Horasanlı için on bin dirheme satın aldığı köşkün
beratıdır. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, Horasanlıya Habîb'in arzu ettiği köşkü
verdi ve Habîb'i on bin dirhem borçtan kurtardı." Habîb-i Acemî mektubu alınca,
hem okuyor, hem öpüyor, hem ağlıyor, hem de dostlarının bulunduğu yere doğru
yürüyor ve; "Bu Rabbimden bana berâttır." diyordu.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) ticâret yapardı. Bir defâsında
ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat
dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla
olduğunu tahmin eden kadın; "Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle
alay mı ediyorsun?" dedi. "Hayır, bunda alay yok." deyip elbiseyi ihtiyar kadına
dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına
riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da
yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha
fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha
fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve
o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretleri bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp
başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu.
Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok
sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A'zam; "Sübhânallah, ben o parayı sana hediye
etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!" dedi. Bir
defâsında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip,
bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken
elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı
A'zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak
dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı.
Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata
verirdi.
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Dünyâda en güzel
kazanç nedir?" dediler. Cevap olarak; "Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1)
Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile
sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur'ân-ı kerîm
okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O'nu zikretmek, anmak." buyurdular.
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yemin karışmayan manifatura ticâreti kadar hoşuma
giden hiçbir ticâret yoktur". Nitekim hadîs-i şerîfte de; "Ticâretin en
hayırlısı bezzazlık yâni kumaş ve elbise ticâreti; san'atın en güzeli de
terziliktir"
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ticârette ihsân
altı türlüdür: 1) Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para vermeye râzı olsa
bile, çok kâr istememelidir. 2) Fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları
sevindirmelidir. 3) Müşteriden para almakta iki türlü ihsân olur; fiyatta ikrâm
edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4) Borç ödemekte ihsân,
istemeye vakit bırakmadan vermektir. 5) Alış veriş ettiği kimse pişman olursa,
yapılan satışı geri çevirmektir. 6) Fakirlere veresiye vermek, ödeyemediği hâle
gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu ölünce helâl etmektir."
Tâbiînin büyüklerinden, ilim
ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin Ubeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin manifatura dükkânında, fiyatları iki yüz dirhem ile dört yüz
dirhem arasında değişen kumaşlar satılıyordu. Dükkânında kardeşinin oğlu da
çalışıyordu. Yolda bir kimseyi kumaş almış gidiyor görünce, kumaşı tanıyıp,
kendi dükkânından aldığını anladı. O kimseye; “Bu kumaşı kaça satın aldınız?”
diye sorunca, dört yüz dirheme aldığını öğrendi. Sonra; “Bu kumaşın değeri iki
yüz dirhemdir. Geri dönüp paranızın üstünü alınız” buyurdu. O kimse; “Bu kumaş,
bizim orada beş yüz dirhem eder, ben aldanmış sayılmam!” deyince; “Olsun. Siz,
gidip iki yüz dirhem paranızı alınız.” dedi. O kimse gelip, iki yüz dirhemini
aldı gitti. Hazret-i Yûnus bin Ubeyd, dükkânda tezgâhtar olarak bulunan
yeğenine; “Kumaşı bu kadar pahalıya niye sattın?” diye sordu. Yeğeni; “Vallahi
kendi rızâsı ile aldı” dedi. Yûnus bin Ubeyd; “O râzı olsa da, sen râzı
olmayacaktın” buyurdular.
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin,
kardeşi Zürâre’ye yazdığı mektupta; Besmele ve hamd ü senâdan sona, “Ey
kardeşim! İşittim ki, ticârete başlamışsın. Bilmiş ol ki, senden önceki bütün
tüccârlar ölmüşlerdir. Vesselâm” buyurup, altına şöyle not düştüler:
“Ey kardeşim Zürâre! Allahü
teâlâdan kork ve ona itâat et! O’nun azâbını unutma! O’nun azâbına kimse karşı
koyamaz. Şartlarına sâhib olunca hacca git! Zîrâ hadîs-i şerîfte Resûlullah
efendimiz; “Her kim ki helâlden kazandığı mal ile Allahü teâlânın rızâsı için
hac etse, anasından doğduğu gün gibi günahsız olur” buyurdular. |
|