|
ÜVEYSÎLİK
Mürşidi (hocası) bulunmakla
berâber, ayrıca vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden faydalanan, yardım ve
terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle ermeye, olgunlaşmaya da üveysîlik
denir. (E. Ans. c.1,
s.14)
Abdülhak-ı Dehlevî,
Peygamberler ve evliyânın vefâtlarından sonra, onlardan yardım istemeye,
âlimlerin câiz, olabilir dediklerini, tasavvuf büyüklerinin, bunun doğru
olduğunu bildirdiklerini ifâde etmiş, büyüklerden birçoğunun üveysîlik yoluyla
yükseldiklerini söylemiştir. İmâm-ı Rabbânî de, Behâeddîn-i Buhârî'nin üstâdı
(hocası)nın Seyyid Emîr Külâl hazretleri olduğunu, fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık
Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî olduğunu
zikretmiştir. (E. Ans.
c.1, s.14)
Ali Dede Bosnevî
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) Risâle fî Beyânî Ricâli'l-Gayb ve Terbiyeü'l-Merâtib ve'l-Usûl adlı
eserini yazmaktan murâdını şu sözlerle ifâde etmektedir: "Ey Kardeşim! Bu eseri
yazmaktan maksa- dım sana mürşid, yol gösterici, rehber olmak ve nasîhat etmek
değil, burada zikrettiğim büyüklerin rûhâniyetlerinden istifâde edebilmek
içindir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine;
"Din büyüklerinin
kitaplarını okumanın faydası nedir?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Din büyükleri, evliyâlar,
Allahü teâlânın askerleridir. Onların rûhânî sözleri de böyledir ve bu sözlerde
garîb sırlar, acâib tavırlar, hâller vardır. Bunları ehlinden başkası bilmez.
Allahü teâlâ, onlar sebebiyle kalpteki değişmeyi ve şüphe hâllerini giderir.
Nitekim Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; "Peygamberlerin haberlerinden
onunla kalbini (tatmin ve) tesbit edeceğimiz her çeşidini sana kıssa olarak
anlatıyoruz. Bunda (bu sûre ile) da sana hak ve müminlere bir öğüt vardır. (Hûd
sûresi: 20)" buyurdu. O büyüklerin, evliyânın hallerini, sözlerini dinlemekle
insan çok şeyler istifâde eder. Bu fakîr, hâlis bir kalb ile onların kitaplarını
mütâlaa ederek nice şeylere kavuştum."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri üveysî olup, İmâm-ı
Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm-ı Ali Rızâ'nın
sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde
etti. Bâyezîd, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr oldu.
Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı
ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah
korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son
derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Bâyezîd, ilim tahsîl ettiği
üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına
defnedilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden daha derin yapılmasını, kendi
vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasiyyet etti. Hocalarının en
büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle
olan, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve mârifeti, İmâm-ı Câfer-i
Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden aldı.
İstanbul'da yetişen
velîlerden Beyzâde Mustafa Ahıskalı (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Âhirete göçen büyük âlim ve velîlerin rûhâniyetinden feyz almak mümkün ve
çok defâ vâki olmuştur. Meselâ büyük âlim ve velîlerden Bâyezîd-i Bistâmî,
Câfer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyetinden feyz almış, üveysi olarak
yetişmiştir. Aynı şekilde Ebü'l-Hasan-ı Harkânî de, Bâyezîd-i Bistâmî'nin
rûhâniyetinden feyz alarak yetişmiştir.
Hayatta olup da görüşmek,
huzûruna çıkmak mümkün olmayan, büyük âlimden istifâde edebilmek için, o mübârek
zâtın bu kimseye mektup gönderip teveccüh buyurması, ona virdini ve vazîfesini
tebliğ ve tenbih buyurması, diğer lüzumlu bilgileri îzah buyurup açıklaması,
tâlibin de bunlara ihlâs ile uyması lâzımdır. Her işini, ibâdet ve tâatini buna
göre tamam etmelidir. İstifâdenin en olgunu ve faydalısı ise, o mübârek âlim ve
velînin sohbetinde bir müddet bulunmak sûretiyle olur. Emir buyurduğu görevleri
seve seve yapar, edeplere riâyet ederse çok kazançlı olur. Ayrıldığında da
kendini hep hocasının huzûrunda gibi düşünürse, pekçok fayda ve bereketlere
kavuşur. Her hususta doğruyu en iyi bilen Allahü teâlâdır."
Peygamber efendimiz
zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi, yaşaması pek
sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer
için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi. Fakir olanlardan hiç
ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kalanını da
kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.
Müslüman olduktan sonra
bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. Bir an bile
Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki, her hâli, her hareketi ve
her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden incinmemiş ve kimseyi
incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize olan aşkı, ibâdete
canla başla devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır
duâsını aldı. Resûlullah efendimizi görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca
Peygamber efendimizi görmek için annesinden izin istedi. Annesi, kendisine
bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Peygamber efendimiz; "Üveys-i
Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Resûlullah efendimiz,
zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet
rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde
yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler.
Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk
hangisinin Üveys olduğunu bilmez.”
“Ümmetimden bir kimse vardır
ki, Rebî’a ve Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette
şefâat edecektir.” buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar
kimsenin koyunu olmadığı söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu
kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz
hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.”
buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. Hayret, size
bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin! dediler. “İki
sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından
dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve
ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti
kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz
dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i
Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde
bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona
varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdular.
Veysel Karânî hazretleri
gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan gizlerdi. İlk
zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü
anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin
vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Peygamber efendimizin vefâtı
yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.” buyurdu.
Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye
geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!”
buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve
birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz.
O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve
insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu.
Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam
yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet
etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o
ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra
hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar
gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti.
Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı.
Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi.
“Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ
elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm
etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.”
diye vasiyet buyurdu, dedi.
“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve
günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid olmasın?” deyince;
“Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve
vasfını belirtti.” cevâbını verdi.
Bunun üzerine, Hırka-i
şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada
bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü
yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:
“Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber
efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i
şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâ
etti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi
hürmetle giydi.
Veysel Karânî hazretleri,
kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten
sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem
bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi
işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri
kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu
tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini
vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?”
dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok
zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan!
Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini
nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen ve her
şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin
rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."
Resûlullah efendimizden bana
bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun haberini başkalarından işittim.
Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmayı
istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet
okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü besmele okudu ve çok ağladı.
Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât
sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.”
(Enbiyâ sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti.
Aklının gittiğini sandım. Sonra; “Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?”
dedi. Seni tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü
teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine
hiçbir zaman bir mânâ veremem.” dedi.
Veysel Karânî hazretleri
devamlı ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle
görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.”
demiştir.
Veysel Karânî hazretleri
Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi burasıdır diye
kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni buradan
götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için
yaşamanın tadı olmaz.” buyurdular.
Rebî’ bin Haysem anlatır:
Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna kadar
bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu,
öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı.
Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı
ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım.” dedi. Bana
bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.
Geceleri hiç uyumazdı. Bir
gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.”
Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû,
bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde
geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben
hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu
yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir. Buna ise gücüm
yetmemektedir.” dedi. |
|