CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TAYY-I MEKÂN – TAYY-I ZAMAN - 1

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Bir zaman Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu. İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki: Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık. Asker:

-İster misin? Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.

-Söylemem.

Asker, Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptıktan sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:

-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu nasıl oluyor?

-Eğer benim gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf, muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı? Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini uzatırdı? İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum. Sakın sırrımı kimseye söyleme.

-Peki, diyen ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar."

Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) her sene hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu, Hicaz'da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl edildiğinde; "İşte gördüğünüz gibi, buradan ayrılmadım." diyerek bu kerâmetini setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda başka başka yerlerde, başka başka hâllerde görülürdü.

Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesi ile birlikte Kar Gölü kenarındaki câmide Cuma namazı için bulunuyordu. Cumâ namazının farzına duracakları sırada Deştûtî başını önüne eğerek, kolunun yeni ile gözlerini kapatıp bâzı hareketler yaptı. Bunu gören bir talebesi hayrete düştü ve bu düşünceler içinde namaza durdu. Talebe namazdayken kendini Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte imâmın arkasında namaz kılarken gördü. Namazdan sonra hocasını aradı ise de bulamadı. Sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, sa'y yapılan yere çıktı. Orada çarşı kurulmuştu. Çarşıdan, üç tane küçük kavun aldı ve cübbesi altında bunları sakladı. "Ben şimdi hocamın bulunduğu Mısır diyârına nasıl döneceğim?" diye merak ederek yürüdü. Birkaç adım atınca kendini, hocasının namaz kıldırdığı câmide gördü. Kendisi de orada idi. Onu görünce tebessüm etti ve daha hiç bir şey anlatmadan; "Yanında bulunan kavunları gizle. Bu hâlini, ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma." buyurdu. Talebe hocasının zâhiren başka yerde görünse bile hakîkatte mübârek yerlerde bulunduğunu ve namazları oralarda kıldığını anladı. Bâzan da, hem zâhiren hem de bâtınen gidip, namazını o mübârek yerlerde kılardı. Bu hâdiseden sonra, talebenin hocasına olan muhabbeti ve bağlılığı daha da arttı. Bu hâdiseyi de onun sağlığında kimseye anlatmadı.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) döneminde zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim" deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; "Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.

Ebû Abdullah Kâdî, Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini şöyle nakletti: Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: "Bir gün Bağdât'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî'ye: "Bu adam Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür." dedi. Bana; "Sen benimle niye buraya geldin?" dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. "Haydi kalk ve yürü." dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; "Sen Bağdât'ın hangi mahallesinde oturursun." dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım." dedi.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.

 

TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN

 

Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları,

Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı.

.

Halbuki biraz önce, otururdu odada,

Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.

 

Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,

Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.

 

Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,

Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını.

 

Nereden geldiğini, ondan suâl edince,

Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce.

 

Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,

O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel."

 

Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda,

Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?"

 

O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler,

Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler.

 

Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,

Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."

 

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Seyyid Cemâleddîn Ezherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerinden biri anlatır: "Bir sene, bir kâfile ile hacca gitmek üzere yola çıktım. Yanımda babam vardı. Haccımızı tamamlayıp geri dönerken, ihtiyâc için, bindiğim deveden indim. Tenhâ bir yere gittim. Bu sırada çıkan bir kum fırtınasından etraf görünmez oldu. Nerede olduğumu şaşırdım. Kâfile gitmişti ve ben çölün ortasında yalnız başıma kalmıştım. Ağlayarak, şaşkın vaziyette sağa sola koştum. Issız çölde hiç kimse yoktu. Sonunda biraz yüksekte bulunan bir kayanın kovuğuna sığındım. Aç susuz, yorgun ve çâresiz bir hâlde idim. Burada ağlaya ağlaya uyumuşum. Uykumun arasında, kulağıma bâzı seslerin geldiğini hissettim. Hemen ayağa kalktım. Bâzı kimselerin bulunduğum yere doğru gelmekte olduklarını anladım. Hemen aşağıya indim.

Her birisi bir arslana binmiş, heybetli ve nûrânî yüzlü yedi tâne zâtın bana doğru yaklaştığını gördüm. Önlerine çıkıp, onlara selâm verdim. Selâmımı aldılar. Ağlıyarak onlara durumumu bildirdim. Bana yardımcı olmaları, beni de berâber götürmeleri için yalvardım. İçlerinden birisi bana; "Bizim mühim bir hizmetimiz vardır. Onu görmeye gidiyoruz. Sen bizimle birlikte bulunmaya tahammül edemezsin. Fakat sabaha doğru, olgun ve kâmil bir zât buradan geçer, sen ona durumunu arzet. O, Allahü teâlânın izni ile seni dilediğin yere ulaştırır." dedi. Bundan sonra o yedi zât gözden kayboldu.

Geceyi orada geçirdim. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hep o gelecek zâtın yolunu gözetliyordum. Sabah namazına yakın, akşamki kimselerin bildirdiği vasıflarda, kâmil bir zâtın, yürüyerek vekar ve heybetle bulunduğum yere doğru geldiğini görüp, çok sevindim. Hemen yoluna çıktım. Hürmet ve edeble kendisine selâm verip, hâlimi ve başımdan geçenleri anlattım. Bana; "Üzülmeyin, haydi benimle geliniz." deyince, kendisini tâkib ettim. Giderken beni bir uyku bastırdı. Uyuklamışım. Gözümü açtığımda, kendimi memleketim olan Minâyin şehrinde, evimizin önünde buldum. Hâlbuki, arada günlerce yürümekle bitmeyecek uzak bir mesâfe vardı. Sevincimden ağlıyordum. Beni kaybetmekle üzüntü içinde olan babama başımdan geçenleri anlattım. O da çok sevinip Allahü teâlâya şükretti.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hocam Muhammed bin Ali Tirmizî bir gün bana; "Seni bir yere götürmek istiyorum." deyince; "Emir sizindir efendim!" dedim. Sonra birlikte yola çıktık. Çok geçmeden büyük bir sahrâya ulaştık. Sahrânın ortasında yeşil bir ağaç ve ağacın altında bir çeşme ve çeşmenin yanına konulmuş bir taht vardı. Gâyet güzel giyimli bir zât bu tahtın üzerine oturmuştu. Hocam yanına yaklaşıp selâm verdi. Selâmdan sonra yerinden kalkıp hocamı yerine oturttu. Bir müddet sonra başkaları sağdan soldan gelmeye başladı. Nihâyet kırk kişi oldu. Taht üzerinde ilk gördüğümüz zât semâya işâret etti. Semâdan çeşitli yiyecekler indi. Bunları yedikten sonra hocam o zâta bâzı suâller sordu. Her birine uzun uzun cevap verdi. Fakat ben bir kelime bile anlayamamıştım. Bir müddet sonra hocam izin istedi. Oradan ayrıldık. Döndükten sonra bana; "Ey Ebû Bekr! Haydi git! Hiç şüphen olmasın ki ebedî saâdete erdin!" buyurdu. "Efendim o gittiğimiz yer neresiydi? O görüştüğümüz zât kimdi?" dedim. "Orası Sina Çölüydü. Görüştüğümüz kimse evliyânın kutbuydu." dedi. "Kısa sürede Tirmiz'den Sina Çölüne nasıl ulaştık?" diye sorunca, bunun hal olduğunu ifâde eden bir cevap verdiler.

Basra velîlerinin büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebû Abdullah-i Belhî hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir gün Mekke-i mükerremede, Mescid-i Haram içinde bulunan Makâm-ı İbrâhim denilen yerde oturuyordum. Duhâ, kuşluk vakti idi. Birden Ebû Muhammed el-Basrî hazretlerini gördüm. Yanında dört kişi daha vardı. Kâbe-i muazzamayı yedi defâ tavaf edip namaz kıldılar. Sonra Benî-Şeybe kapısından çıktılar. Ben de onlara tâbi olup, arkalarından gittim. İçlerinden birisi beni geri çevirmek istedi. Fakat Ebû Muhammed hazretleri mâni olup; "Onu bırak, mâni olma!" buyurdu. Sonra herbirini, diğerinin önüne gelecek şekilde bir hizâya getirdi. En sonlarında da ben vardım. Sonra onlardan herbirinin, adım atarken bir öndekinin ayak izine basmasını, başka yere basmamasını emretti. Önümüzden yürümeye başladı. Biz arkasından emrettiği şekilde yürüyorduk. Altımızdaki yer katlanıp dürülüyor ve çok mesâfe alıyorduk. Medîne-i münevvereye ulaştık. Duhâ vakti ile öğle namazı arasındaki az bir zamanda, Mekke'den Medîne'ye gelmiştik. Hâlbuki, bu mesafe takrîben on iki günlük yol idi. Öğle namazını Mescid-i Nebî'de kıldık. Namazdan sonra aynen evvelki gibi yola çıktık. Kısa zamanda kendimizi Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da bulduk. İkindi namazını orada kıldık. Sonra yine aynı şekilde yola çıktık. Akşam namazını bir sed üzerinde kılıp, aynı şekilde yola devâm ettik. Yine az bir zaman içinde büyük bir dağın başına vardık. Namaz vakti gelince yatsı namazını kıldık. Ebû Muhammed hazretleri dağın en yüksek yerinde oturdu. Biz de etrafındaydık. Dağın her tarafından, ona bâzı kimseler gelmeye başladı. Her birisi heybetli kimselerdi. Ebû Muhammed hazretlerinden, güneş misâli nûr yayılıyordu. Ve gelenlerin her biri, ay gibi parlıyordu. Her biri gelip selâm veriyor ve Ebû Muhammed hazretlerinin huzûrunda oturuyordu. Sonra diğer bâzı kimseler, havadan inip yanına geldiler. Bunlar da havada yürüyorlar, şimşek çakması gibi parlıyorlardı. Bâzıları Ebû Muhammed hazretlerine bir şeyler soruyorlar, o da cevap veriyor, onlarla konuşuyordu. Öyle tatlı sohbet ediyor ve öyle güzel konuşuyordu ki, bu hal karşısında o heybetli kimselerden bâzıları düşüp bayılıyor, bâzıları ayakta titreyerek zor duruyorlardı. Bâzıları göz yaşlarını sel gibi akıtıyorlardı. Bâzıları feryâd ediyorlar, bâzıları da havada döne döne gidip, gözden kayboluyorlardı. Öyle bir hâl idi ki, sabah namazı vaktinde orada bulunanlar ile berâber sabah namazını kılıncaya kadar, sanki dağın altımızda sallandığını hissediyorduk. Sonra dağın arka tarafına indi. Peşinden biz de geldik. Bir de ne görelim, önümüzde sonu görülmeyen, bembeyaz, çok nûrlu ve tatlı bir yer vardı. Miskden daha tatlı olan kokusu her tarafa yayılıyordu. Biz orada bâzı kimseler gördük. Çeşitli tesbîhler söyliyerek, Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Onların nûrları gözleri kamaştırıyordu. Ebû Muhammed hazretleri de, Allahü teâlânın zikri ile kendinden geçmiş bir hâlde, sağa sola sallanıyordu. Ayakta zor duruyordu. Allahü teâlâya şöyle niyazda bulunuyordu:

"Yâ Rabbî! Sana olan şevk beni sarsıyor. Senden ayrı olmak beni perişân ediyor. Azâbından çok korkuyor isem de, rahmetinden ümitsiz değilim. Bana gazab etmenden korkuyorum ve bu hâl beni mahvediyor. Senin muhabbetin ile şaşkın hâldeyim. Senin yakınlığın, beni derleyip toparlıyor ve sevindiriyor. Seninle beraber olmak, benim en büyük sürûr ve sevincimdir." Bu hal duhâ vaktine kadar devâm etti. Sonra geldiğimiz yere döndük. Orası, dünkü gördüğümüz gibi değildi. Kimseler yoktu. Sonra yürüdü. Biz hep kendisini tâkib ediyorduk. Altın ve gümüşlerle süslü bir şehre geldik. Orada, dalları birbirine girmiş çok güzel ağaçlar, tatlı suların aktığı nehirler, dallarda dizilmiş ve olgunlaşmış çok meyveler vardı. Biz, o şehre girdik. Olgun meyvelerden yiyip, tatlı sulardan içtik. Ebû Muhammed hazretleri, bizlere birer tâne elma almamızı emretti. Emir icâbı hepimiz birer elma aldık, yalnız Mekke-i mükerremede benim onlarla birlikte gitmemi istemeyip, beni reddeden kimse elma alamadı. Ebû Muhammed hazretleri ona; "Bu, senin edebte kusûr etmen ve bu kimsenin hatırını kırman sebebiyledir." buyurup, beni işâret etti. Sonra bana; "Bunun için Allahü teâlâdan magfiret iste! Bu yol, edebi muhâfaza ve edebin hükümlerine riâyet etmek üzerine kurulmuştur." buyurdu.

Ben, o şahıs için cenâb-ı Hak'tan magfiret diledim. O kimse de, mahcûb bir şekilde çok tövbe ve istigfâr etti. Bundan sonra Ebû Muhammed hazretleri; "Şimdi sen de arkadaşların gibi bir elma al!" buyurdu. O talebe de elini uzattı ve elmayı aldı. Ebû Muhammed sonra buyurdu ki: "Burası evliyâ şehridir. Buraya velî olmayan giremez. Sen velî olduğun için buraya girdin. Fakat bir defâ edebe riâyetsizlik etmen sebebiyle, o nîmetten mahrûm olmuş idin. Tövbe ve istigfârdan sonra tekrar o elmadan alabildin."

Sonra yürüdük, bâzı yerlerden geçtik. Arâziye isâbet eden bir felâket sebebiyle kurumuş bir ağaç gördük. Onun için duâ ettiler, hemen ağaç yeşerip, yaprak açtı. Bir de baktım Mekke-i mükerremeye gelmişiz. Öğle namazı vakti idi. Namazı kıldık. Sonra, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu durumdan hiç kimseye bir şey anlatmamam için benden söz aldı. Sonra kayboldular. Bir müddet onları hiç göremedim.

Bir zaman sonra, Ebû Muhammed hazretlerini görmek arzusu bende dayanılmaz bir hâle gelince Basra'ya gittim. Yanında günlerce kaldım. Bir gün Basra'nın dışına çıktı. Ben de yanında idim. Eshâb-ı kirâmdan Talhâ bin Ubeydullah'ın türbesine geldik. Kabri görünce geriye döndü. Sonra dönüp kabri ziyâret etti.

Başı öne eğik, çok saygılı ve çok edebli olarak, mahzûn bir hâlde idi. Sonra ben ziyâret ederken, dönüp tekrar gitmesinin hikmetini suâl ettim. "Birinci defâ gittiğimde, Talhâ hazretleri oturuyordu. Üzerinde çok kıymetli yeşil bir elbise, başında inci ve mücevherlerle süslü çok güzel bir tâc vardı. Yanında da, iki tâne hûrî vardı. O durumda gidip ziyâret etmekten hayâ ettim. O hûrîler gittikten sonra ziyâret ettim." buyurdu. O hayatta olduğu müddetçe ben bu hâli hiç kimseye anlatmadım."