|
TAYY-I
MEKÂN – TAYY-I ZAMAN - 1
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Bir zaman Hire'ye askerler
geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman aldı. Ücretini
tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu.
İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki: Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke
biz de orada olsaydık. Asker:
-İster misin? Seni oraya
eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.
-Söylemem.
Asker, Allahü teâlânın izni
ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptıktan
sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:
-Senin gibi bir hâlde
bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu nasıl
oluyor?
-Eğer benim gibi bir kimse
bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf, muhtaç bir dede
gelip derdini dökse kim bakardı? Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini
uzatırdı? İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum.
Sakın sırrımı kimseye söyleme.
-Peki, diyen ihtiyar, işin
içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu anlayıp,
teşekkür etti ve ayrıldılar."
Tayy-i zaman ve tayy-i mekân
sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh)
her sene hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu,
Hicaz'da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl
edildiğinde; "İşte gördüğünüz gibi, buradan ayrılmadım." diyerek bu kerâmetini
setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf, Allahü teâlânın velî kullarına
ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda başka başka yerlerde, başka başka
hâllerde görülürdü.
Mısır Evlîyasından
Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesi ile birlikte Kar
Gölü kenarındaki câmide Cuma namazı için bulunuyordu. Cumâ namazının farzına
duracakları sırada Deştûtî başını önüne eğerek, kolunun yeni ile gözlerini
kapatıp bâzı hareketler yaptı. Bunu gören bir talebesi hayrete düştü ve bu
düşünceler içinde namaza durdu. Talebe namazdayken kendini Mekke-i mükerremede
Harem-i şerîfte imâmın arkasında namaz kılarken gördü. Namazdan sonra hocasını
aradı ise de bulamadı. Sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, sa'y yapılan yere
çıktı. Orada çarşı kurulmuştu. Çarşıdan, üç tane küçük kavun aldı ve cübbesi
altında bunları sakladı. "Ben şimdi hocamın bulunduğu Mısır diyârına nasıl
döneceğim?" diye merak ederek yürüdü. Birkaç adım atınca kendini, hocasının
namaz kıldırdığı câmide gördü. Kendisi de orada idi. Onu görünce tebessüm etti
ve daha hiç bir şey anlatmadan; "Yanında bulunan kavunları gizle. Bu hâlini, ben
hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma." buyurdu. Talebe hocasının zâhiren
başka yerde görünse bile hakîkatte mübârek yerlerde bulunduğunu ve namazları
oralarda kıldığını anladı. Bâzan da, hem zâhiren hem de bâtınen gidip, namazını
o mübârek yerlerde kılardı. Bu hâdiseden sonra, talebenin hocasına olan
muhabbeti ve bağlılığı daha da arttı. Bu hâdiseyi de onun sağlığında kimseye
anlatmadı.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) döneminde zamânın
hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını
nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed
Dânişmend'i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân
okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel
elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe;
"Peki efendim" deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi
içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar
aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; "Ey
derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır
Cumâ namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ
namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce
hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi.
Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han
ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey
diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
Ebû Abdullah Kâdî, Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir
kerâmetini şöyle nakletti: Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir
tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü
fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana
şöyle anlattı: "Bir gün Bağdât'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim.
Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir
yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan,
haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek
onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan
bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime
böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak
ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi.
Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu
zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra
hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası
Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben
bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu
yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi.
Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken,
o şahıs Bişr-i Hâfî'ye: "Bu adam Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle
berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür." dedi. Bana;
"Sen benimle niye buraya geldin?" dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve
af diledim. "Haydi kalk ve yürü." dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere
iken bana; "Sen Bağdât'ın hangi mahallesinde oturursun." dedi. Ben falan
mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma
dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım." dedi.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nın
Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O
anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana
bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için
huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum.
Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk
yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını
bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu
kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru,
ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış
görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı
emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi.
Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey
cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz
edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından
bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı
anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak
üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde
savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm
edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl
almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda
yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman
komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince,
doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere
yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân
u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.
TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN
Hazret-i Mevlânâ'nın,
mübârek hanımları,
Diyor ki, bir gün evde,
görmedik Mevlânâ'yı.
.
Halbuki biraz önce, otururdu
odada,
Biraz sonra baktık ki,
görünmüyor ortada.
Biz böyle konuşurken, akşam
oldu nihâyet,
Sonra kapı açılıp, içeri
etti avdet.
Çevirmek isteyince,
ayakkabılarını,
Gördüm kenarında, Mekke'nin
kumlarını.
Nereden geldiğini, ondan
suâl edince,
Buyurdu ki: "Mekke'de, bir
dostum vardı önce.
Onun ziyâretine, gitmiştim
biraz evvel,
O kumlar da Hicaz'ın,
kumlarıdır muhtemel."
Düşündüm ki "Bu kadar,
kısacık bir zamanda,
Hicaz'a gidip gelmek, nasıl
olur acaba?"
O bunu anlayarak, buyurdu
ki: "Velîler,
Kerâmet ehli olup, sanki rûh
gibidirler.
Kısaltır Hak teâlâ, onlar
için bu yeri,
Bir adımda giderler, uzun
mesâfeleri."
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Seyyid Cemâleddîn Ezherî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin talebelerinden biri anlatır: "Bir sene, bir kâfile ile
hacca gitmek üzere yola çıktım. Yanımda babam vardı. Haccımızı tamamlayıp geri
dönerken, ihtiyâc için, bindiğim deveden indim. Tenhâ bir yere gittim. Bu sırada
çıkan bir kum fırtınasından etraf görünmez oldu. Nerede olduğumu şaşırdım.
Kâfile gitmişti ve ben çölün ortasında yalnız başıma kalmıştım. Ağlayarak,
şaşkın vaziyette sağa sola koştum. Issız çölde hiç kimse yoktu. Sonunda biraz
yüksekte bulunan bir kayanın kovuğuna sığındım. Aç susuz, yorgun ve çâresiz bir
hâlde idim. Burada ağlaya ağlaya uyumuşum. Uykumun arasında, kulağıma bâzı
seslerin geldiğini hissettim. Hemen ayağa kalktım. Bâzı kimselerin bulunduğum
yere doğru gelmekte olduklarını anladım. Hemen aşağıya indim.
Her birisi bir arslana
binmiş, heybetli ve nûrânî yüzlü yedi tâne zâtın bana doğru yaklaştığını gördüm.
Önlerine çıkıp, onlara selâm verdim. Selâmımı aldılar. Ağlıyarak onlara durumumu
bildirdim. Bana yardımcı olmaları, beni de berâber götürmeleri için yalvardım.
İçlerinden birisi bana; "Bizim mühim bir hizmetimiz vardır. Onu görmeye
gidiyoruz. Sen bizimle birlikte bulunmaya tahammül edemezsin. Fakat sabaha
doğru, olgun ve kâmil bir zât buradan geçer, sen ona durumunu arzet. O, Allahü
teâlânın izni ile seni dilediğin yere ulaştırır." dedi. Bundan sonra o yedi zât
gözden kayboldu.
Geceyi orada geçirdim.
Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hep o gelecek zâtın yolunu gözetliyordum.
Sabah namazına yakın, akşamki kimselerin bildirdiği vasıflarda, kâmil bir zâtın,
yürüyerek vekar ve heybetle bulunduğum yere doğru geldiğini görüp, çok sevindim.
Hemen yoluna çıktım. Hürmet ve edeble kendisine selâm verip, hâlimi ve başımdan
geçenleri anlattım. Bana; "Üzülmeyin, haydi benimle geliniz." deyince, kendisini
tâkib ettim. Giderken beni bir uyku bastırdı. Uyuklamışım. Gözümü açtığımda,
kendimi memleketim olan Minâyin şehrinde, evimizin önünde buldum. Hâlbuki, arada
günlerce yürümekle bitmeyecek uzak bir mesâfe vardı. Sevincimden ağlıyordum.
Beni kaybetmekle üzüntü içinde olan babama başımdan geçenleri anlattım. O da çok
sevinip Allahü teâlâya şükretti.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hocam Muhammed
bin Ali Tirmizî bir gün bana; "Seni bir yere götürmek istiyorum." deyince; "Emir
sizindir efendim!" dedim. Sonra birlikte yola çıktık. Çok geçmeden büyük bir
sahrâya ulaştık. Sahrânın ortasında yeşil bir ağaç ve ağacın altında bir çeşme
ve çeşmenin yanına konulmuş bir taht vardı. Gâyet güzel giyimli bir zât bu
tahtın üzerine oturmuştu. Hocam yanına yaklaşıp selâm verdi. Selâmdan sonra
yerinden kalkıp hocamı yerine oturttu. Bir müddet sonra başkaları sağdan soldan
gelmeye başladı. Nihâyet kırk kişi oldu. Taht üzerinde ilk gördüğümüz zât semâya
işâret etti. Semâdan çeşitli yiyecekler indi. Bunları yedikten sonra hocam o
zâta bâzı suâller sordu. Her birine uzun uzun cevap verdi. Fakat ben bir kelime
bile anlayamamıştım. Bir müddet sonra hocam izin istedi. Oradan ayrıldık.
Döndükten sonra bana; "Ey Ebû Bekr! Haydi git! Hiç şüphen olmasın ki ebedî
saâdete erdin!" buyurdu. "Efendim o gittiğimiz yer neresiydi? O görüştüğümüz zât
kimdi?" dedim. "Orası Sina Çölüydü. Görüştüğümüz kimse evliyânın kutbuydu."
dedi. "Kısa sürede Tirmiz'den Sina Çölüne nasıl ulaştık?" diye sorunca, bunun
hal olduğunu ifâde eden bir cevap verdiler.
Basra velîlerinin
büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak Ebû Abdullah-i Belhî hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir gün
Mekke-i mükerremede, Mescid-i Haram içinde bulunan Makâm-ı İbrâhim denilen yerde
oturuyordum. Duhâ, kuşluk vakti idi. Birden Ebû Muhammed el-Basrî hazretlerini
gördüm. Yanında dört kişi daha vardı. Kâbe-i muazzamayı yedi defâ tavaf edip
namaz kıldılar. Sonra Benî-Şeybe kapısından çıktılar. Ben de onlara tâbi olup,
arkalarından gittim. İçlerinden birisi beni geri çevirmek istedi. Fakat Ebû
Muhammed hazretleri mâni olup; "Onu bırak, mâni olma!" buyurdu. Sonra herbirini,
diğerinin önüne gelecek şekilde bir hizâya getirdi. En sonlarında da ben vardım.
Sonra onlardan herbirinin, adım atarken bir öndekinin ayak izine basmasını,
başka yere basmamasını emretti. Önümüzden yürümeye başladı. Biz arkasından
emrettiği şekilde yürüyorduk. Altımızdaki yer katlanıp dürülüyor ve çok mesâfe
alıyorduk. Medîne-i münevvereye ulaştık. Duhâ vakti ile öğle namazı arasındaki
az bir zamanda, Mekke'den Medîne'ye gelmiştik. Hâlbuki, bu mesafe takrîben on
iki günlük yol idi. Öğle namazını Mescid-i Nebî'de kıldık. Namazdan sonra aynen
evvelki gibi yola çıktık. Kısa zamanda kendimizi Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da
bulduk. İkindi namazını orada kıldık. Sonra yine aynı şekilde yola çıktık. Akşam
namazını bir sed üzerinde kılıp, aynı şekilde yola devâm ettik. Yine az bir
zaman içinde büyük bir dağın başına vardık. Namaz vakti gelince yatsı namazını
kıldık. Ebû Muhammed hazretleri dağın en yüksek yerinde oturdu. Biz de
etrafındaydık. Dağın her tarafından, ona bâzı kimseler gelmeye başladı. Her
birisi heybetli kimselerdi. Ebû Muhammed hazretlerinden, güneş misâli nûr
yayılıyordu. Ve gelenlerin her biri, ay gibi parlıyordu. Her biri gelip selâm
veriyor ve Ebû Muhammed hazretlerinin huzûrunda oturuyordu. Sonra diğer bâzı
kimseler, havadan inip yanına geldiler. Bunlar da havada yürüyorlar, şimşek
çakması gibi parlıyorlardı. Bâzıları Ebû Muhammed hazretlerine bir şeyler
soruyorlar, o da cevap veriyor, onlarla konuşuyordu. Öyle tatlı sohbet ediyor ve
öyle güzel konuşuyordu ki, bu hal karşısında o heybetli kimselerden bâzıları
düşüp bayılıyor, bâzıları ayakta titreyerek zor duruyorlardı. Bâzıları göz
yaşlarını sel gibi akıtıyorlardı. Bâzıları feryâd ediyorlar, bâzıları da havada
döne döne gidip, gözden kayboluyorlardı. Öyle bir hâl idi ki, sabah namazı
vaktinde orada bulunanlar ile berâber sabah namazını kılıncaya kadar, sanki
dağın altımızda sallandığını hissediyorduk. Sonra dağın arka tarafına indi.
Peşinden biz de geldik. Bir de ne görelim, önümüzde sonu görülmeyen, bembeyaz,
çok nûrlu ve tatlı bir yer vardı. Miskden daha tatlı olan kokusu her tarafa
yayılıyordu. Biz orada bâzı kimseler gördük. Çeşitli tesbîhler söyliyerek,
Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Onların nûrları gözleri kamaştırıyordu. Ebû
Muhammed hazretleri de, Allahü teâlânın zikri ile kendinden geçmiş bir hâlde,
sağa sola sallanıyordu. Ayakta zor duruyordu. Allahü teâlâya şöyle niyazda
bulunuyordu:
"Yâ Rabbî! Sana olan şevk
beni sarsıyor. Senden ayrı olmak beni perişân ediyor. Azâbından çok korkuyor
isem de, rahmetinden ümitsiz değilim. Bana gazab etmenden korkuyorum ve bu hâl
beni mahvediyor. Senin muhabbetin ile şaşkın hâldeyim. Senin yakınlığın, beni
derleyip toparlıyor ve sevindiriyor. Seninle beraber olmak, benim en büyük sürûr
ve sevincimdir." Bu hal duhâ vaktine kadar devâm etti. Sonra geldiğimiz yere
döndük. Orası, dünkü gördüğümüz gibi değildi. Kimseler yoktu. Sonra yürüdü. Biz
hep kendisini tâkib ediyorduk. Altın ve gümüşlerle süslü bir şehre geldik.
Orada, dalları birbirine girmiş çok güzel ağaçlar, tatlı suların aktığı
nehirler, dallarda dizilmiş ve olgunlaşmış çok meyveler vardı. Biz, o şehre
girdik. Olgun meyvelerden yiyip, tatlı sulardan içtik. Ebû Muhammed hazretleri,
bizlere birer tâne elma almamızı emretti. Emir icâbı hepimiz birer elma aldık,
yalnız Mekke-i mükerremede benim onlarla birlikte gitmemi istemeyip, beni
reddeden kimse elma alamadı. Ebû Muhammed hazretleri ona; "Bu, senin edebte
kusûr etmen ve bu kimsenin hatırını kırman sebebiyledir." buyurup, beni işâret
etti. Sonra bana; "Bunun için Allahü teâlâdan magfiret iste! Bu yol, edebi
muhâfaza ve edebin hükümlerine riâyet etmek üzerine kurulmuştur." buyurdu.
Ben, o şahıs için cenâb-ı
Hak'tan magfiret diledim. O kimse de, mahcûb bir şekilde çok tövbe ve istigfâr
etti. Bundan sonra Ebû Muhammed hazretleri; "Şimdi sen de arkadaşların gibi bir
elma al!" buyurdu. O talebe de elini uzattı ve elmayı aldı. Ebû Muhammed sonra
buyurdu ki: "Burası evliyâ şehridir. Buraya velî olmayan giremez. Sen velî
olduğun için buraya girdin. Fakat bir defâ edebe riâyetsizlik etmen sebebiyle, o
nîmetten mahrûm olmuş idin. Tövbe ve istigfârdan sonra tekrar o elmadan
alabildin."
Sonra yürüdük, bâzı
yerlerden geçtik. Arâziye isâbet eden bir felâket sebebiyle kurumuş bir ağaç
gördük. Onun için duâ ettiler, hemen ağaç yeşerip, yaprak açtı. Bir de baktım
Mekke-i mükerremeye gelmişiz. Öğle namazı vakti idi. Namazı kıldık. Sonra,
kendisi hayatta olduğu müddetçe bu durumdan hiç kimseye bir şey anlatmamam için
benden söz aldı. Sonra kayboldular. Bir müddet onları hiç göremedim.
Bir zaman sonra, Ebû
Muhammed hazretlerini görmek arzusu bende dayanılmaz bir hâle gelince Basra'ya
gittim. Yanında günlerce kaldım. Bir gün Basra'nın dışına çıktı. Ben de yanında
idim. Eshâb-ı kirâmdan Talhâ bin Ubeydullah'ın türbesine geldik. Kabri görünce
geriye döndü. Sonra dönüp kabri ziyâret etti.
Başı öne eğik, çok saygılı
ve çok edebli olarak, mahzûn bir hâlde idi. Sonra ben ziyâret ederken, dönüp
tekrar gitmesinin hikmetini suâl ettim. "Birinci defâ gittiğimde, Talhâ
hazretleri oturuyordu. Üzerinde çok kıymetli yeşil bir elbise, başında inci ve
mücevherlerle süslü çok güzel bir tâc vardı. Yanında da, iki tâne hûrî vardı. O
durumda gidip ziyâret etmekten hayâ ettim. O hûrîler gittikten sonra ziyâret
ettim." buyurdu. O hayatta olduğu müddetçe ben bu hâli hiç kimseye anlatmadım." |
|