|
TASAVVUF - 6
Evliyânın büyüklerinden
Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ayasofya Câmiinde vâz ve nasîhat
vermeye memur edildi. Ayasofya Câmiinde, Sultan Dördüncü Mehmed, âlimler,
tasavvuf büyükleri ve devlet erkânının da hazır bulunduğu bir gün, vâz
kürsüsünden tasavvuf yolunun hak olduğuna, onların yaptıkları zikirlerin İslâm
dînine aykırı olmadığına dâir hakîkatı gâyet açık bir şekilde anlattı. Herkes
îzâhına hayran oldu. Tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve
yapmaya yardımcı olduğunu anladılar.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak nakledilir ki,
Kebş şehrinde Mevlânâ Celâleddîn Kebşî, bir cemâatla oturmuş sohbet ediyorlardı.
Tasavvuf ehlinden ve evliyânın kerâmetinden söz açılmıştı. Mevlânâ Celâleddîn,
"Şimdi bizim zamânımızda böyle kerâmet ehli, dîn-i İslâmın emirlerine tam uyup,
Resûlullah efendimizin yolunda olan büyük bir velî yok gibidir." dedi. Emîr
Külâl hazretlerinin talebelerinden biri, bu cemâat arasında idi. Bu zât,
Mevlânâ Celâleddîn Kebşî'ye; "Bu zamanda sayılan sıfatlara ve üstünlüklere sâhib
bir zât vardır. Tasavvufta o kadar yükselmiştir ki, bir göz açıp kapayacak kadar
kısa bir zaman içinde, doğudan batıya dünyâyı dolaşacak bir hâl sahibidir."
dedi. Mevlânâ Celâleddîn Kebşî; "Ah şimdi böyle zât nerede bulunur?" deyince, o
talebe; "Evet şimdi böyle bir zât vardır. O da benim hocam Seyyid Emîr Külâl'dir."
dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebşî; "bizi sohbetine kavuştur da, onun
ayaklarının tozunu gözlerimize sürme yapalım." dedi. Sizin oraya kadar gitmenize
lüzum yok, eğer buraya teşrif etmesi için tam bir teveccüh yaparsanız, bir anda
burada olur." dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî teveccüh edip,
Allahü teâlâya hâlis kalble duâ etti. Sonra içeride bulunan cemât birdenbire
ayağa kalktı. Çünkü Emîr Külâl hazretleri çok uzakta olmasına rağmen, içeri
giriverdi. Bu hâle çok şaştılar. Sonra da oturup sohbete başladılar. Mevlânâ
Celâleddîn, Emîr Külâl'e; "Efendim, sizi bu hâle kavuşturan şey nedir? Burayı
bir ânda teşrifiniz nasıl oldu?" diye sordu. Bunun üzerine Emîr Külâl, sohbete
başlayıp buyurdu ki: "Bizi, sizin samîmî arzunuz bu diyâra getirdi. Bir kimse
Allahü teâlâya ihlâs ile yalvarır, tam samîmiyetle bir şey ister ve duâ ederse,
Allahü teâlâ onu maksadına kavuşturur. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
"Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla şereflenmek istiyorum." dedi. Emîr
Külâl hazretleri ona; "Biz seni evlâtlığa kabûl ettik." buyurdu. Sonra ona
teveccüh nazarlarıyla bakıp, bir anda yüksek derecelere kavuşturdu. Orada
bulunanlar bu hâli görüp; "Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uğraşıp
ömür tükettin, fakat şimdi maksadına kavuştun." dediler. Onların böyle
söylemeleri üzerine, Emîr Külâl; "Siz kendi işinizi onun işiyle bir mi
tutuyorsunuz? O, işini tamamlamış, yolları katetmiş ve vakti gelmiş. Sâdece
bizim bir işâretimize, teveccühümüze ihtiyâcı kalmıştı." buyurdular.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, ömrü boyunca
İslâmiyeti öğrendi, öğretti. İnsanlara anlatarak onların iki cihân saâdetine
kavuşmaları için çalıştı. Bir gün talebelerine şöyle anlattı: "Sırrî-yi Sekatî
buyurdu ki: "Korku, küfürden başka kalb hastalıklarını giderir. Muhabbet bunu da
siler." Bunun için biz yolumuzda muhabbeti esas aldık. Talebelerinden
Abdurrahmân Tâhî (Tâgî); "Muhabbet ve ihlâstan hangisi üstündür?" diye sorunca;
"Bu ikisi yemek ve su gibidir. Yâni bu ikisi olmadan tasavvuf yolculuğu olmaz."
buyurdu. Abdurrahmân Tâhî; "Hangisi asıldır?" dedi. Ona cevâben; "İhlâs"
buyurdular.
Tasavvuf yolcusunun
durumuyla ilgili olarak buyurdu ki: "Fıkıhta bir mezhebe uyup amel edenin
ictihâd derecesine varmadıkça, imâmından ayrılıp nasslara uyması doğru olmadığı
gibi, tasavvuf yoluna intisâb eden bir kimsenin de, hocasının ve hocasının
halîfelerinin koyduğu usûl ve edeplerden dışarı çıkması uygun değildir. Bununla
meclisinde bulunan ve ayağını öpmek isteyen bir talebesine mâni olmak istedi.
Abdurrahmân Tâhî; "Bu hususta hadîs-i şerîf vardır. Birisi Resûlullah'tan elini
öpmek için izin istedi, müsâde buyurdu. Ayağını öpmek istedi, müsâde buyurdu.
Secde için izin istedi, müsâde etmedi." dedi. Bunun üzerine Gavs buyurdu ki: "Bu
yolun geçmiş büyüklerinin birinden ve kendi hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî
hazretlerinden bahs edip; "Bu işe mâni olurlardı. Şöyle ki, Muhammed Pârisâ
hazretleri vefât edince, oğlu babasının ayağını öpmek için eğildiğinde,
öptürmemek için ayağını çekmiştir." buyurdular.
Vefât etmeden önce; "Amel
ediniz?" buyurdu. "Amel nedir?" diye sordular. "Amelden maksâd râbıtadır, yâni
mürşidini düşünüp ona bağlanmaktır." buyurdu. Devâm ederek; "Maksad,
İslâmiyet'in bildirdiği yönde istikâmet üzere olmaktır. Bid'atten ve İslâmiyet'e
aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslâmiyete uymak
demektir. Molla Yûsuf Ali; "Evliyâlık, İslâmiyetin emirlerini yapmakla
kazanılır." buyurdu. Fakat kalb hastalıklarının izâlesi için hocasıyla sohbet de
şarttır. İslâmiyete uymadan vilâyete, yâni velîliğe kavuşulur diyen sapıktır,
zındıktır. Namazlardan hemen sonra istigfâr ediniz. İslâmiyetin bildirdiği
hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."
buyurdular.
Büyük velîlerden
Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyâlık yoluna girişi
şöyle anlatılır: Gençliğinde ata binme hevesi vardı. Âlim ve velî bir zât olan
babalarının yolu üzere değil de asker olmak sevdâsında idi. Bu sebeple bir
müddet askerle birlikte seferlere katıldı. Bir harpte birliği dağıldı ve herkes
bir tarafa kaçtı. Kendisi de atını bilmediği bir yöne sürdü. Giderken bir kısım
eşkıyâ peşine takılıp etrâfını kuşattı. Ölümle karşıkarşıya kalmıştı. Birden
velîlerden olan ceddi, karşısında beliriverdi ve ona hitâben; "Ey Ömer! Ya
yolumuzda olursun veya bu eşkıyâlar senin başını keser. İkisinden birini seç!"
buyurdular. Ömer Halvetî yaptıklarına pişman olup, ilim ve edep yolunu seçtiğini
bildirdi ve ceddinden yardım istedi. O sırada haydutların bir kısmı anlaşılmayan
bir şekilde yere yıkıldı. Diğerleri selâmeti kaçmakta buldular. Ömer Halvetî o
gece sabaha kadar at sürdü. Seher vakti bir şehir kenarında bağlık ve bahçelik
bir yere geldi. Bahçenin içinde bir zât, talebeleriyle birlikte sohbet ediyordu.
Yanlarına gitti. Talebelerin arasına oturdu. Tam o sırada o zât ona döndü ve;
"Elhamdülillah, seni bize bağışladılar. Biz de seni velîliğe lâyık gördük."
buyurdu. Talebeliğe kabûl edip ona nefsiyle mücâdele yollarını öğrettiler.
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Tasavvuf yoluna girmiş olan kimse nefsine sahib olup, ona muradını, isteklerini
vermemeli ki, ahiretde murâdı olan Allahü teâlânın nasıl olduğunu bilemediğimiz
cemâl-i ilâhîsini görmek nasib olsun. Bu yolda bulunanlar, kötü huylarını
bırakıp, iyi güzel huylarla bezenerek, Allahü teâlâdan feyz ve bereketlere
kavuşur."
Horasan'ın büyük
velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf
yolunda ilerlemek isteyen bir talebeye şu iki şey mutlaka lâzımdır: Her hâlinde
doğruluk ve bütün işlerinde edeb üzere bulunmaktır."
Hindistan evliyâsının
tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bizim bulunduğumuz tasavvuf yolunda üç esas vardır. 1) Hesâba çekilmeden evvel
kendini hesâba çekmek. 2) "İki günü aynı hâlde olanlar aldanmışlardır" hadîs-i
şerîfine uyarak, hep ilerlemeye gayret etmek. 3) Havatırı (kalbe gelen
düşünceleri) yok etmek, gidermektir. Hep Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf; tam olarak beş
duyu organını günahlardan korumak, her nefes veriş ve alışında günah işlememeye
dikkat etmektir."
İran'da yetişen büyük
velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine;
"Tasavvuf nedir?" diye sordular. "Hakîkî din âlimlerinden birine bağlanıp, ona
teslim olmak. Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmek. Kimseye karışmayıp,
kendi hâlinde insanlardan ayrı yaşamaktır buyurdu. Bir gün buyurdu ki: "Sıddîkların,
yükseldikçe istedikleri bir şey vardır ki, o da riyâset muhabbetidir. (Şefâat
makâmı)" Saîd-i Fergânî buyurdu ki: "Buradaki "riyâset muhabbeti" insanların
başına geçmek arzusu değildir. Zâten, evliyâlık yolunda bulunmanın ilk şartı,
bunu terketmektir. Nerede kaldı ki, en sonda hâsıl olan şey "riyâset muhabbeti"
olsun. Bu ifâdeden murâd; Allahü teâlânın indinde, evliyâyı sevenler için şefâat
makâmı taleb etmektir."
Şirvânî es-Sagîr hazretleri
buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda bulunmak; gönül, kalb hâlidir. Dil ile bâzı
şeyleri söylemek kâfi değildir."
"Bâzı kimseler vardır ki
velîdirler. Büyük zâtlar bu kimselere bakınca, tasavvuftaki makamlarını
görürler. O kimsenin ise, bunların hiç birinden haberi olmaz."
Meşhûr velîlerden fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet eder ve onları severdi.
“Tasavvuf yoluna giren kimse, Selef-i sâlihînin izinden gider, onlara tâbi
olursa işte tasavvufta doğru yol budur.” derdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunan kimsenin
vasıflarını anlatırken buyurdular ki: "Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle
târif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi
husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada
toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."
Tasavvuf, herkesin yükünü
çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
"Tasavvuf bilgilerinden
maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve
ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
Evliyânın büyüklerinden
Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf
yoluna girişi şöyle olmuştur: Âl-i Selçuktan İbrâhim Han zamânında Sühreverd'e
onu kâdı tâyin ettiler. Pâdişâh tarafından yarlığ (ferman) verilip, gelip
hizmete başladı. Bu sırada iki kişi huzûruna geldi. Biri aleyhinde bir hususta
dâvâcı oldular. Beyyine (delil) de getirdiler. Yalancı şâhid ile dâvâlarını
isbat ettiler. Sonra dâvâcıların dâvâlarında yalancı olduklarını ve şâhidlerinin
de yalancı şâhid olduğunu Kâdı Vecîhüddîn öğrenince, üzülüp bu vazîfeden
ayrıldı. Şeyh olan amcalarına talebe oldu. Mücâhede ve riyâzetle meşgûl olup
yetişti ve tasavvufta yüksek derecelere kavuştu.
Ömer Efendi buyururlardı ki:
"Tasavvuf ehli, kavuştukları mânâları, halleri, çoluk çocuğunu muhâfaza ettiği
gibi korur."
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, tasavvuf yoluna nasıl
ulaşılır diye sordular. O; “Tasavvuf yoluna açlık, tefekkür ve hayretle
kavuşulur.” buyurdular.
Evliyânın meşhûrlarından.
Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda
ilerlemek isteyenler için şöyle buyurmuştur: “Bu yola girmek isteyenleri bize
gönderiniz. Eğer o kimse sâdık ise, onu maksada kavuştururuz. Şâyet gâfil ise,
onu uzaklaştırırız. Böylece sâdık olanlara da zararlı olmasın. Çünkü böyleleri,
başka şeyleri kendine perde yapmıştır. Mahbûba, Allah’a kavuşamaz.”
Evliyânın büyülerinden
Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tasavvuf büyükleri,
Ehl-i sünnet âlimlerinin büyükleridir. Bunlar, Kitâb ve sünnet ile amel ederler.
Hak üzere olmanın iki şâhidi vardır. Biri suverî diğeri mânevîdir. Suverî olan;
emir ve yasakları yerine getirmek sûretiyle İslâm dînine uymak, Resûlullah
efendimizin ahlâkına uymak sûretiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Mânevîsi ise;
hocanın, talebeyi suverî mertebesine çıkardıktan sonra, Resûl-i ekreme teslim
etmektir. Hoca, talebesini bâzan rûhânî bâzan cismânî terbiye eder.”
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunmanın
esâsının sohbet olduğunu bildirerek buyurdular ki: “Biliniz ki sohbetsiz geçen
zaman zarardır. Ömrün boşa geçmesidir. Bu ömrün hakkı, ilk önce tedricî olarak
şerefli sohbetin tahsîli yolunda, sarf edip, mümkün olduğu kadar sohbeti terk
etmemektir. Sonra tarîkatta ondan sonra sonu olmayan edeplere uymaktır. Çünkü
sohbet bütün kemâlâtın, olgunlukların ve mârifetlerin başlangıcıdır. Geçen zaman
iâde edilmez, kazâ da edilemez. Ne olursa olsun sohbetsiz geçen vakitlere
üzülmeli, belli zamanlarda yapılması emrolunan virdleri, vazifeleri terk
etmemeli ve hocasını gözü kapalı olarak düşünmelidir. Zîrâ tamâmıyla yapılması
mümkün olmayan bir şeyi tamâmıyla da terk etmemelidir.” |
|