|
TASAVVUF - 5
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvufta yetişmesini şöyle
anlatmıştır: "Karşılaştığım ve elinde tövbe ettiğim ilk zât, Ebü'l-Abbâs Ahmed
bin Yahyâ hazretleridir. Önce bana hadîs-i şerîf yazmayı emretti. Sonra
tasavvufta yetiştirdi. İlk muâmelesi şöyle oldu: Beni çarşıya götürdü. Bir
mescidin önünde oturup, et satan bir kasap geçinceye kadar bekledi. Kasaptan bir
parça et satın aldı. Eti benim elime verip; "Bunu bizim eve götür, bırak gel."
dedi. Eti elime aldım. Fakat insanlardan utanıyordum. Mescide girdim eti önüme
koyup, bir hamal tutup onu taşıttırsam mı diye düşünüp, Allahü teâlânın yardımı
ile; "Şeyh hazretlerine muhâlefet etmeyeceğim. Emrini yerine getireceğim."
diyerek eti alıp götürmek için dışarı çıktım. İnsanlar bana bakıp; "O ne?" diye
sordukça, utancımdan bir şey söylemiyordum. Eve varıp eti bırakıp geri döndüm.
Utancımdan iyice terlemiştim. Hocamın yanına gelince, bana; "Ey evlâdım!
İnsanlar seni melik çocuğu olarak bilip hürmet gösterirler. Nefsin o eti
taşımaktan ne hâle geldi?" diye sordu. Ben de hâdiseyi aynen anlattım. Tebessüm
edip; "Ey evlâdım! Senin işinden dolayı Allahü teâlâya hamdettim. Bunun
karşılığını ilerde göreceksin." buyurdular.
Yine buyurdular ki:
"Tasavvuf, Allahü teâlâya giden yolu bulmaktır."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine, hocası Hâce Muînüddîn-i Çeştî buyurdular ki: Şu dört şey
tasavvufun esaslarındandır: 1) Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir velî, aç
ve fakîr olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan, tok ve hâli, vakti
yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri, maddî ve mânevî doyurmalıdır. 3) Allahü
teâlânın ihsân ettiğini nîmetlere şükredemediği, O'na lâyık ibâdet yapamadığı,
âkıbetinin nasıl olacağını bilemediği için kendi içinden dâimâ üzgün bir halde
bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık suratlı imiş gibi görünmemek, onların
da rızâlarını, sevgilerini kazanabilmek için dışarıdan çok neşeli, mesûd ve
memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli,
insanlara karşı lüzumlu nâziklik ve sevgiyi her zaman göstermelidir."
Bundan sonra Hâce Kutbüddîn
hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip,
hemen onu kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce Muînüddîn hazretlerinin
talebelerine bir tavsiyesi de; "Büyüklerimizin bildirdiği saâdet yolundan
ayrılmayınız! Bu mübârek vazifede cesûr bir er olduğunuzu isbât ediniz,
gösteriniz!" şeklindeydi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın tesiri ile
tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn,
Dehlî'ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Muînüddîn-i Çeştî âhirete intikâl
etti.
Yine buyurdular ki: Tasavvuf
yolunda ilerlerken görülen mânevî hâlleri, garib mânâları, insanların
anlayamayacakları şeyleri, aslâ insanların anlayamayacakları şekilde
söylememelidir. Zîrâ insanların anlayamayacağı bir şeyi söylemek, onların yanlış
anlamasına, böyle şeyleri söyleyen zâta düşman olmalarına sebeb olur.
Dînin emirlerini yerine
getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz.
Bir kimse hem bu yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dînimizin emir ve
yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse yalancıdır. Bu yolda
bulunanlarda olan hâllerden biri veya birkaçı o kimsede bulunursa, biliniz ki o
hâller şeytandandır, onu aldatmaktadır."
Harput'un büyük velîlerinden
Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvufda
yol, bir arı kovanına benzetilmiştir. Arı gibi gâyet muntazam çalışmak ve arı
gibi bal yapmak, karıncalar gibi kanâatkâr olmak lâzımdır. Bal yapmak idrâkine
eriştiğinde, bu şifâlı baldan müslüman kardeşlerine tattırmak elzemdir.
Çalışanlar tadını alır. Çalışmayanları da çalıştırmak rehberin vazîfesidir.
Mahlûkâtın yaratılışındaki güzellikte, ilâhî hikmetler var. Bunlar sırlarla
doludur. Velîler iğnenin ufacık deliğinden Hindistan'ı seyrederler. Bu hâl ise,
âlem-i misâlin altında bir hâldir. Âlem-i misâl bunun üstündedir. Resûl-i ekrem
efendimizden nûrlarını alırlar ve ondan sonra vahdet sarayının ezelî ve ebedî
varlığında erirler. Benliklerinden sıyrılırlar. Sırr-ı Sübhânda, mazhâr-ı lutfa
ererler."
Evliyânın büyüklerinden
Mevlânâ Muhammed Rukıyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf
yolunun esâsı, devamlı Allahü teâlâyı zikretmek, hatırlamaktır. Kur'ân-ı kerîmde
meâlen; "Allahü teâlâyı her hâlinizle çok anın ki, (dünyâ ve âhiret saâdetine
kavuşup azaptan) kurtulabilesiniz." buyrulmaktadır (Cum'a suresi 10). Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmede kurtuluşu, çok zikre bağlı kılmıştır. Mu'âz bin Cebel'in
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem efendimiz; "Cennet ehli, dünyâda
zikretmeden geçirdikleri zamanları için pişmân olurlar." buyurmuştur. Fudayl bin
İyâd hazretleri de; "Allahü teâlâyı zikreden, zikirle nîmetlenir, sevap kazanır,
günahtan kurtulur." buyurdular.
Hindistan'da yetişen
Muhammed Hâcı Efdal (rahmetullahi teâlâ aleyh) derin âlim, fazîletler
sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. Tasavvuf ilimlerinin mütehassısı idi.
Allahü teâlânın aşkı ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ile kendinden geçmiş
hâlde bulunurdu. Öyle bir tevâzu ve gönül kırıklığına ve edebe sâhib idi ki,
kendisini, değil evliyânın büyüklerinden, tasavvuf ehlinden bile saymazdı. Hattâ
yakınlarından tasavvuf ehli kimselere; "Sizlere derin ve keskin bir basîret ve
mânevî makamları tanıma hâli ihsân olunmuştur. Bizim hâlimize bir bakın ki,
amellerimizin bozukluğundan, mânevî hiçbir kazancımız kalmamıştır" buyururdu.
Hâlbuki, aslında kendisi bu bilgi ve mârifetlerin mütehassısı, kaynağı idi.
Nitekim, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâl ile alâkalı olarak; "Kalbin, bâtının
hâlini bilememek, anlayamamak, tasavvufta, tecellî-i zâtî denilen çok yüksek bir
makâma kavuşmuş olmanın alâmetidir" buyurmuştur.
Evliyanın büyüklerinden
Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Daha gençliğimde tasavvuf
yoluna girdim. Bâzı kimselere, Herat âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin
hâllerini sordum. Çünkü onlardan birinin sohbetinde ve meclisinde bulunmak
istiyordum. Bir kişi Şeyh Sadreddîn Ravâsî'yi tavsiye etti. O, Şeyh Zeynüddîn
Hâfî'nin talebelerinden idi. Şimdi ise, yanında bulunanlara doğru yolu göstermek
ve onları yetiştirmekle meşgûldü. Bunun üzerine derhâl Herat'a gittim. Yolda
Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin kabrini ziyâret ettim. Bu sırada Sadreddîn Ravâsî,
talebeleriyle berâber orada bulunuyorlar ve zikir ediyorlardı. Zikri, seslerini
yükselterek yaptıkları için, bu durum hoşuma gitmedi. Yoluma devâm ederek
Herat'a yaklaştım. Bu sırada bizim köyden olan Hâfız İsmâil ile karşılaştım. O,
Sa'düddîn Kaşgârî'nin sohbetiyle şereflenmişti. Sonra Molla Câmî'ye bağlandı.
Tasavvuf yolunda pekçok şeyler kazandı. Hâfız İsmâil bana; nereden geldiğimi,
maksadımın ne olduğunu sordu. Ben de ahvâlimi olduğu gibi anlattım. Hâfız İsmâil
beni dinledikten sonra; "Câminin kapısına git. Orada büyük bir zât vardır. Bâzan
câmide cemâatle berâber oturur. Belki onun hâli sana hoş gelir." dedi. Bunun
üzerine hemen câminin kapısına gittim. Câminin odasında, bir cemâatle berâber o
zâtın oturduğunu gördüm. Yanındaki cemâat âlim ve fazîletli zâtlardan meydana
geliyordu. Hiç konuşmadan onu dinliyorlardı. Kapının dışında durdum. Duvara
yaslanıp, onlara bakmağa başladım. Onlardaki sessizliği, sekînet ve vekarı
görünce, hatırıma Şeyh Sadreddîn'in etrâfında halka yapmış olanların hâllerini
ve bağırmalarını getirip; "O ne ses ve hareketlilik, şimdi bu ne sessizlik ve
durgunluk?" diye kendi kendime düşünmeye başladım. Bu sırada Mevlânâ Sa'düddîn
Kaşgârî başını kaldırdı. "Ey kardeşim, yanıma gel!" buyurdu. Elimde olmadan onun
yanına gittim. Yanına oturttu ve; "Sultan Şâhruh'un hizmetçileri veya askerleri,
onun yanında bulunup, yüksek sesle Şâhruh, Şâhruh diye bağırsalar, onların böyle
bağırmaları gâyet edebsizlik ve ahmaklık olur. Hizmetçilerin ve askerlerin
edebi, Sultan ve efendinin yanında sessiz, hazır bir vaziyette, bağırıp
çağırmadan durmaları ile olur." buyurdu. Sonra Sa'düddîn Kaşgârî elime baktı ve
elimdeki boynuzdan yüzüğü gördü. İhtiyâcı olan kimsenin, hâcet elini boş olarak
uzatması daha iyidir." buyurdu. Bunun üzerine elimden yüzüğü çıkardım. Sa'düddîn
Kaşgârî kalkıp mescide girdi. Orada bulunanlardan birisine, beni peşinden
mescide götürmesini işâret etti. Mescide girdim. Sa'düddîn Kaşgârî bir yere
oturdu. Beni de karşısına oturttu ve tarîkatı telkin etti. Sonra; "Mescid güzel
bir yerdir. Burada ikâmet et. Sana emrettiğim şeylerle meşgûl ol." dedi. Onun
gösterdiği şeylerle meşgûl olmaya başladım. Annem bunu haber alınca, hemen
Rûc'dan yanıma geldi. O da bu yola girdi.
Bir müddet geçtikten sonra,
bir gece mescidin kubbesinde bulunan odada teheccüd namazı kıldıktan sonra
murâkabeye daldım. Bu sırada kandil gibi bir nûr göründü. Gündüz gibi kubbeyi
aydınlattı. Onun aydınlatması ile bütün kubbeyi görüyordum. Bu nûr her an
fazlalaşıyordu. O hâle geldi ki, koskoca bir kandil oldu. Bir müddet bu hâlde
kaldı. Bu hâli görünce, bir nevî gurûr ve kendimi beğenme hâli meydana geldi.
Sabah olunca, Sa'düddîn Kaşgârî'nin meclisine gittim. Öfkeyle bana bakarak;
"Seni, gurûr kokusu ile dolu görüyorum. Bu kadarcık bir nûr görmekle, hiç insana
gurûrlanmak yakışır mı? Hâlbuki Mevlânâ Nizâmüddîn Hâmûş'a bağlandığım zaman,
karanlık gecelerde yolda giderken, sağımda ve solumda on veya on iki meşale
yanardı. Nereye gitsem onlar da benimle berâber giderlerdi. Buna rağmen aslâ
onlara iltifât etmez, onlara hiç îtibâr etmezdim." diye buyurduktan sonra,
kızarak şunları ilâve etti: "Yanımdan kalk git. İkinci defâ bu şekilde bir daha
yanıma gelme!" Böylece beni meclisinden kovdu. Onun huzûrundan kalbim kırık
çıktım. Çok ağlayıp, göz yaşları döktüm. Bundan dolayı Allahü teâlâdan af ve
magfiret diledim. Kalbimi bu gurûr ve kendini beğenme kirlerinden temizlemek
için çok gayret gösterdim. Hocam Sa'düddîn Kaşgârî'nin iltifatları ve
teveccühlerinin bereketi ile, bu sıkıntılı ve kötü durumdan kurtuldum. Aynen
bana görünen nûr, anneme de göründü. Hattâ, o benden daha fazla gördü.
Böyle nûrların bana
göründüğü günlerde, birisi bana çok tevâzu gösteriyordu. Onun bana karşı
tevâzusu artık haddini aşmıştı. Bunun üzerine ona; "Bana niçin bu kadar tevâzu
gösteriyorsun? Bunun sebebi nedir?" diye sordum. O şahıs, şunları anlattı:
"Karanlık bir gecede mescide bitişik dergâhta oturuyordum. Bu sırada kapıdan
biri girdi. Bunun üzerine orası gündüz gibi aydınlanıverdi. Hâlbuki o şahsın
yanında kandil falan yoktu. O şahsa iyice baktığımda, siz olduğunuzu gördüm. Siz
oradan gidince, yine orası eskisi gibi karardı."
Mevlânâ Sa'düddîn'in
sohbetine kavuşmama rağmen, kalbimde bu yolun büyüklerine bağlılık hâsıl
olmadığı için, çok üzgün ve kederli idim. Karanlık gecelerde, câmide başımı yere
vuruyordum. Gündüzleri sahrâya çıkıyor, oralarda ağlıyor, Allahü teâlâya
yalvarıp yakarıyordum. Bu hâl üzere, yaklaşık sekiz ay geçti. Bir gün Mevlânâ
Sa'düddîn, bu hâlde ağlarken görünce; "Çok ağla ve yalvar. Böylece Allahü
teâlânın rahmetine kavuşursun. Çünkü ağlayıp yalvarmak, Allahü teâlânın
rahmetine kavuşmakta çok tesirli ve kıymetlidir. Ben de gençlik günlerimde senin
gibi çok ağlardım." dedi. Bu sırada ona iltifât ve teveccüh ile baktı. Bunun
üzerine onda, bu yolun büyüklerine bir anda bağlılık hâsıl oldu.
Bundan sonra câmide murâkabe
hâlinde idim. Gece yarısına doğru uyku bastırınca, uyku dağıtmak için kalktım. O
sırada hocamın arka tarafta beni tâkib ettiğini fark ettim. Hemen arkasına
oturmak istedim. O da başını kaldırarak; "Ey Muhammed, niçin kalktın?" buyurdu.
"Uyku hâli meydana gelmişti. Onu gidermek için" dedim. O zaman bana lütuf ve
merhamet buyurdular ve bende büyüklerin yoluna bağlılık tamâmen hâsıl oldu.
Mevlânâ Sa'düddîn
Kaşgârî'nin Allahü teâlânın izniyle, istediği zaman istediği kimseye, bu yolun
büyüklerine bağlılığı verme gücü vardı. İstediği kimseyi, kendisinden geçirir,
mânevî âlemlere daldırırdı. Bir gün onunla berâber mescidin kapısına gelmiştim.
Akşam ezânı okundu. Mescide girip akşam namazını kıldık. Namazdan sonra hatim
okunacaktı. Çok kalabalık bir cemâat vardı. Her tarafta kandiller yakılmıştı.
Sa'düddîn Kaşgârî namazdan sonra kıbleye doğru bir köşede oturdu. Ben de
arkasına bir yere oturdum. Sonra bana, yanında oturmam için işâret etti.
Yerimden kalkıp yanlarına oturdum. Daha oturmadan, bir ân bakınca birden bire
kendimden geçtim. Bu hâl, müezzinin yatsı ezânını okumasına kadar sürdü. Bu süre
içerisinde, hiçbir şeyden haberim olmadı.
Daha bu yolun başlangıcında
iken, câmide abdest alınan yerde oturdum. Elimde de Mesnevî kitabı vardı. O
sırada Mevlânâ Sa'düddîn abdest alınan yere geldi. Bana, elimdeki kitabın ne
olduğunu sordu. Mesnevî deyince; "Onu okumakla bu yolda ilerleme olmaz. Bu yolda
çalışma ve gayret lâzımdır. Ancak o zaman onun mânâlarına vâkıf olabilirsin."
buyurdu.
Yine bu yolda başlangıç
günlerinde iken câminin bir kenarında, bağdaş kurmuş bir halde murâkabede
bulunuyordum. Bu sırada; "Ey edebsiz! Hizmetçiler hiç sultânın huzûrunda böyle
mi oturur?" diye bir ses işittim. Bunun üzerine derhâl yerimden sıçrıyarak,
kerpiçlerin üzerinde oturdum. O zamandan sonra bağdaş kurarak hiç oturmadım."
Bir gün hocası Mevlânâ
Sa'düddîn ile, Şeyh Behâüddîn Ömer'i ziyâret için Cigâre köyüne gittiler. Hocası
ata bindi. O da peşlerinden yüreyerek gidiyordu. Yola çıkmadan evvel, evde biraz
bir şeyler yemişti. Yolda harâret bastı. Fakat edebinden, hocasından izin
isteyip de su içmeye gidemiyordu. Bu sırada Hocası ona; "Susadın mı?" diye
sordu. O da; "Evet, şehirden ayrıldığımızdan beri bende susuzluk var." dedi.
Bunun üzerine ona; "Git bir yerden su iç gel. Çünkü senin susuzluğun bana da
tesir etti." buyurdu. Hemen bir yerden su içip geldi. Yollarına devâm ettiler.
Şeyh Behâüddîn Ömer'in evine varınca, Muhammed Rûcî uzakça bir köşeye oturdu.
Hocasıyla Şeyh Behâüddîn konuşmaya başladılar. Onlardan uzakça bir yerde
oturduğu için, ne konuştuklarını duymuyordu. Bu sırada kendi kendine; "Bana öyle
oturmak yakışmaz. Şeyh Behâüddîn Ömer'e doğru dönmüş olarak oturmam gerekir."
deyip, onun tarafına doğru dönerek oturdu. Kalbi onun kalbiyle aynı hizâya
geldi. O anda Muhammed Rûcî'ye dönüp, hocasına; "Bu ne yapıyor?" diyerek
tebessüm etti. Şeyh Behâüddîn'in kısa süren teveccühleri ile çok faydalar hâsıl
oldu. Onda kıymetli hâller meydana geldi. Dört veya beş gün, büyük bir sevinç ve
rahatlık meydana getiren feyz ve bereketler birbirini tâkib etti.
Yine kendisi anlatır. Yine
bu yolun başlangıcında iken, dergâhın şark tarafındaki salonda, kıbleye bakan
kısımda oturuyordum. Bu yoldaki vazifelerle meşgûl iken karşımda, zayıf yapılı,
uzun boylu bir karaltı göründü. Hindistan cevizi gibi küçük olan başı tavana
uzanıyordu. Ağzı açık olup, beyaz dişlerle doluydu. Boynu ve ayakları ince ve
uzundu. O gülerek, bana doğru yavaş yavaş geliyordu. Bâzan eğiliyor, bâzan
doğruluyordu. Çeşitli hareketler yapıyordu. Kendi kendime; onun şeytan olduğunu,
büyüklere bağlanmaktan, meşgûliyetimden alıkoymak istediğini söylüyordum. Onun
için meşgûliyetim üzerine sebat edeceğim husûsunda azmimi sağlamlaştırdım ve
işime devâm ettim. O ise, çok garip ve acâib hareketler yapmak sûretiyle beni
meşgûliyetimden vazgeçirmek istiyordu. Fakat onun, beni bu meşgûliyetimden
vazgeçirmesi mümkün olmadı. Bana yaklaşınca, daha fazla işimle meşgûl oldum.
İyice yanıma gelip, benim vazgeçmediğimi görünce, üzerime sıçrayıp omuzuma bindi
ve iki ayağını sırtıma yapıştırdı. Yine işimle meşgûl idim. Bir müddet sonra
ayaklarını üzerimden çekip, duman gibi havaya yükseldi. Sonra kayboldu. Ondan
sonra bir daha böyle bir şey görünmedi.
Câmide, Mevlânâ Sa'düddîn
Kaşgârî'nin emri ve tavsiyesi üzerine dâimâ ibâdetle meşgûl olurdum. Hattâ
geceleri de uyumazdım. Oturur, Allahü teâlâya yalvarır, büyüklerin nisbetine
kavuşmak için çok ağlardım. Mescidden sâdece zarûri ihtiyaçlarım için çıkardım.
Bir defâsında bulunduğumuz belde muhâsara edilmiş, şehrin kapıları kırk gün
kapatıldığından, o günlerde herkes câmiye dolmuştu. İbâdet ve duâ ile meşgûl
olduğumdan, durumu kimseye sormadım. Sonra birgün, muhâsara hakkında bilgi veren
bir kimsenin konuşmasına şâhid oldum. Ona; "Siz hangi muhâsaradan
bahsediyorsunuz?" diye sordum. O da; "Herhâlde sen muhâsara sırasında burada
değildin." dedi. Ben de, o zaman halkın neden mescidde toplandığını anladım. |
|