CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TASAVVUF - 4

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel ve temiz giyinirdi. Sebebi soruldukta; "Tasavvuf yolunda bulunanlardan bâzısının kıymetli elbiseler giymesi seni şaşırtmasın. Onlar bâtınlarını, kalplerini iyice temizlemeden evvel, gördüğün o kıymetli ve süslü elbiseleri giymezler." buyurdu.

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük velî Ebû Yezid el-Kurtubî'den feyz aldı ve uzun müddet hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocası Ebû Yezîd el-Kurtubî'den tasavvuf yoluna girişini sordu. O da buyurdu ki: "Beni bu yola sevk eden şu hâdisedir: "Ticâretle meşgûl oluyordum ve benim ıtır ve koku sattığım bir attar dükkanım vardı. Bu dükkânda kıymetli ve pahalı şeyler satıyordum. Giydiğim elbiselerim de kıymetliydi. Bir gün sabah namazını kılmak için câmiye girmiştim. Namazı bitirir bitirmez büyük bir halka hâlinde insanların toplanmaya başladıklarını ve bir şeyler okuyup anlattıklarını gördüm. Bir kenara çekilip dinlemeye başladım. Topluluktan biri bir kitaptan sâlihlerin hal ve menkıbelerini okuyordu.

Kendi kendime yanımdaki kimsenin işitebileceği kadar hafif bir sesle; "Sübhânallah, bu kitaba şu hikâyeleri de almışlar. Hayret edilecek şey doğrusu." dedim. Yanımda bulunan bir kimse; "Ya bu kitapta neler anlatılmasını beklerdin?" dedi. Ben; "Bu anlatılan şeyler yalan veya çok abartılmış sözlere benziyor. Adam bir sene müddetle su içmiyor, fakat yaşıyor." dedim. O kimse; "Bu anlatılanları inkâr etme. Çünkü ben buradaki insanlar arasında sâlih ve velî kimseler görüyorum." dedi. Bu sırada halkada oturan zayıf, elbisesi yıpranmış bir kimse başını kaldırıp bana baktı ve; "Sâlih kimseler hakkında böyle konuşmaktan sıkılmıyor musun" dedi. Ben; "Nerede o senin dediğin sâlih kimseler?" dedim.

Bu konuşmalardan sonra oradan ayrılıp şaşkın bir hâlde dükkanıma geldim. Öğleye yakın, dükkanda her zaman olduğu gibi oturuyor, alış-verişe devâm ediyordum. Bakınca câmide gördüğüm o kimsenin dükkanın önünden geçtiğini gördüm. Beni görmeden geçti. Az sonra geri dönüp geldi. Beni arıyordu. Selâm verdi, selâmına cevap verdim. Bana; "Senin ismin nedir?" diye sordu. Ben de; "Abdurrahmân'dır." dedim. "Beni tanıyor musun?" diye sordu; "Evet tanıyorum. Sen câmide konuştuğum kimsesin." dedim. Bana; "Sâlih kişiler hakkında hâlâ aynı düşünce ve inanışa sâhip misin? Yoksa tövbe ettin mi?" dedi. Ben ona; "Benim inanışımda tövbe edilecek bir yer yoktur." dedim. O kimse dükkanın masasına dayandı ve bana; "Ey Ebû Yezîd! Sâlih kimseler hakkında ne diyorsun?" dedi. Ona; "Nerede senin dediğin sâlih kimseler?" dedim. O da; "Çarşıda yürüyorlar. Eğer onlardan birisi, şöyle şöyle söylese" derken dükkanın boşluğundaki taşa işâret etti. Onun işâreti ile dükkan sarsılmaya başladı. Dükkanın depo kısmının duvarında iki yarık meydana geldi. Hayretle o yarıklara bakıp; "İnsanların böyle yapabilmek gücü var mıdır?" dedim. O kimse; "Bu gördüklerin, Allahü teâlânın sâlih ve velî kullarına verdiği kerâmetler yanında nedir ki." dedi. "Bundan daha büyük hâller de mi var?" dedim. O kimse; "Eğer o kimseler senin bu dükkanın tamâmen sarsılmasını dileseler, bu dükkanın içinde cam ve kap cinsi bir şey kalmazdı." dedi. O kimsenin bu sözleri karşısında hayret ve şaşkınlık içinde bakıp kaldım. Sonra yanımdan ayrılıp gitti.

Olanlar karşısında korku ve dehşete düştüm. Kendi kendime; "Benim gibi bir adamın ömrü o sâlih kimselerin bir işâretiyle yıkılabilecek olan bu dükkanı beklemekle geçiyor. Halbuki sâlih kimseleri her zaman bulmam mümkün değildir." dedim. Ertesi gün câmiye gidip o zâtın ders halkasına dâhil oldum. Sonra dinlemeye başladım. Dinlediğim şeyler benim hâlimde büyük değişikliklere yol açtı. Dükkana gidecek hâlim kalmadı. Sonunda gidip anahtarları dayıma verdim. Dükkanın sâhibi dayım oldu. Dayım bana; "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca; "İnşâallahü teâlâ geleceğim." deyip ayrıldım. Dayım asıl maksadımı bilmiyordu. Bundan sonra dükkana dönmedim. Böylece dünyâ işlerini terk edip tasavvuf yoluna yöneldim. Kısa bir müddet içinde yüksek hâl ve derecelere kavuştum."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatmıştır: "Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur'da Sirâcân Medresesinde ilim öğreniyordum. Aradan bir müddet geçti. Bir gün Şeyh Ebû Saîd Ebülhayr hazretlerinin Mihene'den Nişâbur'a gelmekte olduğu haberini aldık. Halk arasında kerâmetleri meşhur idi. Nişâbur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Aralarında ben de bulunuyordum. Mübârek yüzünü görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvuf ehli büyüklere karşı kalbimdeki muhabbet ve sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Artık onun huzûrunda bulunup sohbetlerini dinleyenler arasına katıldım. Beni tanımaz, bilmez sanıyordum. Bir gün medresemdeki odamda iken onu görmek arzum çok arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Dışarı çıkınca etrâfıma bakındım. Ebû Saîd hazretleri yanında kalabalık bir cemâatle bir yere gitmekte olduğunu gördüm. Yalnız başıma onları tâkib ettim. Bir yere dâvete gidiyorlarmış. Dâvet edilen evin kapısına varıp içeri girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Bir müddet kendi hallerinde meşgûl oldular. Ebû Saîd hazretleri öyle bir hâle girdi ki, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra üzerlerinden o hal geçti. Abayı çıkarıp yere bıraktı. Meclisde bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyh hazretlerinin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; "Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, herhalde talebelerinden, adı Ebû Ali olan birini çağırıyor diyerek cevap vermedim. İkinci defâ çağırınca, yine cevap vermedim. Oradakiler bana; "Şeyh hazretleri seni çağırıyor." dediler. Kalkıp huzûruna yaklaştım. Ayırdığı işlemeli elbise parçasını bana verdi ve; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın." dedi. Verdiği elbise parçasını alıp öptüm. Artık devamlı huzûrunda bulundum. Nûrlu feyz ve bereketlere kavuştum. Sonra Ebû Saîd hazretleri Nişâbur'dan ayrıldı. Ben Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'nin yanında kaldım. Bende hâsıl olan halleri ona anlattığımda, bana; "Evlâdım, ilim öğrenmekle meşgul ol." diyordu. İki-üç sene ilim öğrendim. İlimle meşgul oldum. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defâ böyle batırıp çıkardım. Her defâsında mürekkeb beyaz çıkıyordu. Bu hâli Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'ye anlattım. "Mâdemki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak." deyince, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim. Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'nin hizmetiyle meşgûl oldum."

Büyük ve meşhûr velî Ebû Câfer Haddâd el-Kebîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta yetişip yüksek hallere kavuşmuştu. Bir hâlini şöyle anlatır: "Bir defâsında kazvin Mescidinde yirmi gün kaldım. Çok kar yağmıştı. Kuşlar bir köşeye sığınmışlardı. Hiç biri uçamıyordu. Yiyecek bir şey de bulamıyorlardı. Ben bu kuşlar gibi garib ve azıksız bir halde idim. Yirmi gün böylece kaldık. Sonra hava açıldı. Kuşlar uçup gitti. Ben de oradan ayrılıp gittim." Yine şöyle demiştir: "Ebû Mansûr el-Cemşiyârî'nin kendi el yazısı ile şöyle yazmış olduğunu gördüm: "Muhammed ibni el-Ferrâ'ya; fütuhât, kalp gözünün açılması hâsıl olunca, insanın hâli nasıl olur? diye sordum. O; "Kimseden bir şey istemez. Kimseye hâlini söylemez. İstemeden kendisine bir şey verilirse, helâlinden kendisine yetecek kadar alır. Fazlasını almaz." diye cevap verdiler.

Suriye'de yetişen velîlerden Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufa karşı olan alâkasını şöyle anlatıyor: "Müslim-i Mağribî'nin (rahmetullahi aleyh) ziyâretine gitmiştim. Mescidine vardığım zaman, namaz kıldırıyordu. Fâtiha, tecvîd ilmine göre okunmamıştı. Kendi kendime; "Buraya gelmek için boşuna zahmet çekmişim." dedim. O gece orada kalıp ertesi günü Fırat Nehri kenarına gitmek için yola çıktım. Yolda bir arslanın yattığını gördüm. Yanından geçmekten çekinip geri döndüğümde, başka bir arslanın bana doğru geldiğini farkettim. Korkudan bağırdım. Müslim-i Mağribî sesimi duyunca dışarı çıktı. Arslanlar kendisini görünce sâkinleştiler. Onların kulaklarından tutup götürdü ve; "Kim olursa olsun, benim misâfirim olan kimseye saldırmayın." buyurdu. Bana da dönüp; "Ey Ebû İshâk! Sizler zâhirinizi düzeltmekle meşgul oluyor ve Allahü teâlânın mahlukundan korkuyorsunuz. Biz ise bâtınımızı düzeltmekle meşgul olunca, mahluklar bizden korkmaya başladı." buyurdu. Hatâmı anlayıp tövbe ettim ve kendisinden özür diledim. Özrümü kabûl edip, bana iltifât etti. Bu hâdiseden sonra, görünüşe göre hüküm vermenin çok yanlış olduğunu, kendisinden ilim öğrenilecek zâtta kusur aranırsa (görülürse) ondan hiç istifâde edilemeyeceğini anladım. Kendisinden ilim ve edeb öğrenilecek hakîkî din âlimine tam teslim olmalı, onda bir noksan aranmamalıdır. Bütün kusur ve kabahatleri kendisinden bilmeli, her hâl-ü kârda edebe riâyet etmelidir. Hocasının ilminden, feyz ve bereketlerinden istifâde etmenin, ancak bu şekilde olduğunu düşünerek, bu yolda ilerlemek için gece-gündüz çalışmalıdır. Kolaylık vermesi için ve bunca nîmetlere kavuştuktan sonra mahrûm olmak felâketine düşmekten koruması için, ağlayarak Allahü teâlâya yalvarmalıdır."

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girmesine ve bu yolda ilerlemesine sebeb olan hâdise şöyle nakledilir: Ebû Osman hazretleri önceleri zengin idi. Ava çok meraklıydı. Bunun için kendisine çok iyi alışmış olan köpekleri ile ağaçtan yapılmış bir süt kabı vardı. Geceleri süt içmek âdetiydi. Bir gece yine süt içecekti. Fakat süt çok sıcak olduğundan, soğuması için başucuna koydu. Beklerken uyuyuverdi. Kendisine çok bağlı olan av köpeği de orada idi. Uyandığında sütü içmek için kaba uzandı. Fakat köpek üzerine saldırıp sütü içmesine mâni oldu. Buna bir mânâ veremeyip, süt kabına tekrar uzandı. Köpek hırlayıp yeniden saldırdı. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Nihâyet köpek fırlayıp, süt kabının içine başını sokup bir miktar içip çekildi. O, hayretler içerisinde bakarken, köpek birden şişmeye başladı ve biraz sonra da öldü. Meğer Ebû Osman hazretleri uyurken, büyük bir yılan süt kabının içine başını sokup zehirini akıtmıştı. Köpek de sâhibinin sütü içmesine bunun için mâni olmak istemiş, mâni olamayınca da efendisine sadâkatından dolayı sütü kendisi içmişti. Böylece efendisi için kendisini fedâ etmişti. Ebû Osman Mağribî bu durumu anlayınca, kendisinde bâzı değişiklikler olup çok ağladı ve tövbe etti. Bu hâdiseden sonra bütün malını Allah rızâsı için muhtaçlara dağıtıp, Allahü teâlânın sevdiklerinden olmaya çalıştı.

Ebû Osman Mağribî hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda bulunanın yapacağı ve dikkat edeceği en makbul şey; nefsini hesâba çekmektir."

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolundaki talebelerin dikkat edecekleri hususları açıklarken hac yolculuğu husûsunda şöyle buyurdu: "Tasavvuf yolundaki talebeler için, nefslerine uyarak yaptıkları seferden daha zararlı bir şey yoktur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar gibi olmayın..." (Enfâl sûresi: 47) buyurdu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca seyâhat için giderler. Orta durumda olanları ticâret için, kurrâlar (Kur'ân-ı kerîm okuyucuları) riyâ için, fakîrler de dilenmek için giderler." buyurdu.

Anadolu velîlerinin meşhurlarından Feyzullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) çeşitli vazîfeler yaptı. Bu vazîfeleri sırasında kendisine rehberlik edecek bir mürşid, yol gösterici de aradı. Bu hususta şunları anlatmıştır: "Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Müftî el-Hâc Hüseyin Vâiz Efendinin huzûruna gidip talebeliğe kabûl edilmemi arzettim. Ancak sekiz ay geçmesine rağmen talebeliğe kabûl etmedi. Benim ise bu arzum günden güne artıyordu ve aslâ incinmiyordum. Devamlı huzûruna gider sohbetlerini dinlerdim. Nihâyet benim için saâdet günü olan bir gün bana bu iş için istihâre yapmamı emretti. Ben de istihâre yaptım. İki gece hiçbir şey görmedim. Çok üzgün ve mahzûn bir halde üçüncü gece de istihâreye yattım. Üçüncü gece rüyâmda Hüseyin Vâiz hazretlerini ziyârete gitmek için atıma bindim. Yolda şiddetli bir yağmura tutulup iyice ıslandım. Bu hal üzere huzûruna vardım. Bir cemâatle yemek yiyorlardı. Beni de sofraya çağırdılar. Hüseyin Vâiz hazretleri eliyle bana ekmek ve yemek verip yememi emretti. Yemek yenip kalkınca, benim doymadığımın farkına varıp yeniden yemek getirtti. Onları da yiyip bitirdim. Yine doymadım. Üçüncü defâ yemek getirildi. Bu nefis yemekleri de bitirdim. İştahım kesilmiyordu. Bu sefer kendim yemek istedim. Bunun üzerine; "Kalk artık bizde sizi doyuracak yemek kalmadı. Abdest al da namaza gidelim." buyurdu. Abdest aldım berâberce mescide gittik. Namaz vaktinin girmesini beklemek üzere mescidin önünde durduk. Bu sırada başımı kaldırıp semâya baktım. Semâda, Allahü teâlânın ism-i şerîfini gâyet parlak ve büyük bir şekilde yazılmış gördüm. Kendimden geçip Allah, Allah, diye zikretmeye başladım ve bu hal üzere uykudan uyandım.

Sabahleyin hemen Hüseyin Vâiz hazretlerinin huzûruna koştum. Gördüğüm rüyâyı anlattım. Bunun üzerine abdestli olarak karşısına oturtup beni bîat ettirdi. Tasavvufta yetiştirmek üzere talebeliğe kabûl etti. Bana günde on beş bin defa söylemem için verdiği zikir vazîfesini yapmaya başladım. Bir müddet tesirini göremedim. Beni tekrar huzûruna alıp ikinci defâ benimle ilgilendi. Kalbimin açılması için teveccüh etti. Fakat yine bir tesiri görülmedi. Bunun üzerine benim yüzüme bakarak bir (âh) çekti. Bu sırada nefesi yüzüme dokunup ağzıma ve burnuma doldu. Ben de nefesini içime çekip, kalbim açılmadıkça bu nefesi salmayacağım diye düşünerek nefesimi tuttum. Ölsem bile salmıyacağım diye niyet ettim ve salmadım. Bu halde iken birdenbire kalbim mânen açılıp genişleyiverdi. Bambaşka bir hâle girdim. Tasavvufta tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyye hallerine kavuşup, tattım.

Feyzullah Efendi, daha önce görüşüp feyz aldığı hocası Hüseyin Vâiz hazretleri vefât edince, başka bir rehber arıyordu. Şöyle anlatır: "Mürşidimin vefâtıyla muhtaç olduğum bir rehber buluncaya kadar dünyânın her tarafını dolaşmak en büyük arzumdu. İskenderiye'den Anadolu'ya giden bir gemiye binip yola çıktım. Alaiye iskelesine güçlükle geldik ve on beş gün kaldık. Bu sırada o memleketin insanlarından bâzılarıyla görüşüp konuştuk. Bu konuşmalarımız sırasında Konya'da büyük bir âlim ve meşhûr bir velî olan Muhammed Kudsî Efendiden  bahsettiler. Onun büyüklüğünü ve üstünlüğünü anlattılar. O zâta karşı kalbimde bir muhabbet ve meyl hâsıl oldu. Derhal âilemin bulunduğu yere gidip onlara; "Ben aradığımı buldum! Hazırlanın yarın Konya'ya gideceğiz." dedim. Onlar hazırlıklarını yaptılar ve ertesi gün yola çıktık. Meğer Muhammed Kudsî hazretleri Konya'da değil, Bozkır'ın Hoca köyünde imiş. Yola çıkışımızın dördüncü yâni Cumâ günü o köye ulaştık. Hemen o gün Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce, ben de tam bir aşk ve muhabbet hâsıl oldu. İçimden bu büyük zât beni talebeliğe kabûl etse diye geçerken, bana; "Soyun da gel!" buyurdu. Dünyâlık nâmına neyim varsa her şeyimi bırakmamı işâret ettiğini farkettim. Hemen kirâladığım eve gidip bütün âile efrâdımı yanıma çağırdım. Bütün altın kıymetli mücevherât ve silah sandıklarını açıp bunları taksim edip dağıttım. Sonra da hizmetçilerimin tamâmını serbest bıraktım. Onlara; "Ey evladlarım! Küçüklüğümden beri cân u gönülden aradığım mürşid-i kâmili ve mürebbi-i mükemmili Allahü teâlâya hamdolsun ki bugün buldum. Yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslim ve tâbi oldum. "Bana soyun da gel!" buyurdu. Artık benim dünyâ ile işim kalmadı. Siz beni öldü kabûl ediniz! İşte sizi Allah için serbest ve hür bırakıyorum. Serbestsiniz." dedim. Sonra oğullarım Tâhir ve Sâdık'a ve hanımıma dönerek; "İşte yaptığımız muâmeleyi gördünüz ve anladınız. İsterseniz sizi buradan Vidin'e göndereyim. Orada oturunuz. Nasîbimizde var ise bir gün yine kavuşuruz. Eğer burada kalmayı isterseniz sabır ve tahammül göstermeniz îcâb eder. Hocam ne zaman izin verirse o zaman gelip sizinle görüşürüm." dedim. Hanımım ve oğullarım tam bir teslîmiyetle; "Saçının bir teline bin can ve baş fedâ olsun." diyerek orada kalmayı istediler. Feyzullah Efendi onların bu samîmi teslîmiyeti üzerine onları kirâladığı evde bırakıp Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gitti. Hocası onu hemen halvete soktu. Kırk gün bir yerde yalnız ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Daha bu vazîfeye başladığı sıralarda idi. Bir gün bir âh çektiğinde yanında bulunan arkadaşlarının süratle yanından kaçıştıklarını görüp niçin kaçtıklarını sordu. Onlar: "Sen âh çektiğin zaman ağzından ateş çıkıyordu. Biz bu ateşten korkup kaçtık." dediler.

Feyzullah Efendi, Muhammed Kudsî hazretlerinin yanında yedi ay müddetle tasavvufta çok sıkı bir şekilde çalıştı. Meşakkatli riyâzetler çekti. Yedi ay sonra ona tasavvufta icâzet ve hilâfet verdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "H.1257 senesi Rebî'ülevvel ayının başında bir Cumâ günü, Cumâ namazından sonra Muhammed Kudsî hazretleri câmiden çıktığı sırada pazar halkı büyük bir kalabalık hâlinde saf saf dizilmiş bekler bir halde idi. Hocam halka selâm verdikten sonra ellerini açıp onlara duâ etti. Büyük kalabalık da; "Âmîn!" dedi. Bu duâdan sonra beni medresenin bir odasına götürüp, daha önceden benim için yazdığı icâzetnâmeyi çıkarıp açtı ve okudu. Sonra bana verdi ve beni irşâd vazîfesi yapmakla vazîfelendirdi. Hemen o gün Malatya'ya gitmemi emretti. Hazırlanıp vedâlaşarak yola çıktım. Kırk beş günde Malatya'ya ulaştım. Burada insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle meşgul oldum.

Harput'un büyük velîlerinden Hacı Tevfik Rıfkı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda da ilerlemek için Mahmûd-ı Sâminî'nin sohbetlerine devâm etti. Bu sohbetlerin birinde Mahmûd-ı Sâminî'ye; "Gün olur, serin su içmek sünnettir, dersiniz ve serin su içersiniz. Lâkin gün olur serin su yerine sıcak su içersiniz. Bunun hikmeti nedir?" diye suâl edince, o mübârek zât biraz düşündükten sonra; "Gün olmuş içim Allahü teâlânın aşkı ile alev alev yanmış. Biraz serinlemek ve nefes almak için içmişimdir. Gün olmuş içim buz gibi olmuştur. O zaman da yakmak için sıcak su içmişimdir. Her şeyi akıl ve mantıkla çözmeye kalkma. Her gördüğün manzarayı da açıklamaya kalkışma. Aksi halde yanılırsın. Ama akılsız ve mantıksız da edemiyoruz. Bâzı işler vardır ki, ne akılla olur, ne de akılsız." buyurdu. Hocasından aldığı bu cevap üzerine henüz ham olduğunu anlayan Tevfik Efendi, büyük bir istekle hocasının hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Kısa zamanda tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti ile meşgûl oldu. Bu yüzden Hasan-ı Lü'lûî diye anıldı. Ticâret için çeşitli yerlere gidiyordu. Ticâretle uğraşıp zengin olmuştu. Bir defâsında yine ticâret için Rum diyârına (Anadolu'ya) gitmek üzere yola çıktı. Uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Kayseriyye şehrine ulaştı. Vardıkları şehrin kapısında o diyârın hükümdârına kıymetli hediyeler vererek ticâret izni almak âdetti. Hazırladıkları hediyeyi hükümdâra takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var, yarın takdim edelim." dedi.

Hasan-ı Basrî o gece vezirin konağında misâfir kaldı. Sabah olunca vezire kendilerinin de yapılacak törenleri takib etmek istediklerini bildirdi. Vezir kabûl etti. Vezirle birlikte tören yerine geldiler. Gördükleri manzara şöyleydi: Büyük bir meydanın ortasında süslü bir çadır kurulmuştu. Çadır saf ipek ve ibrişimden, direkleri ise gümüş ve altındandı. Çadırın önünde parlak yumuşak şilteler, divanlar kurulmuştu. Bu şilteler iyi cins atlastan ve çeşitli memleketlerden getirilmiş nâdide ve eşi bulunmayan kumaşlardan yapılmıştı. Çadırın içinde ise bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârın ülkesinin ileri gelenleri, esnaf, çiftçi ve sanatkârları neleri varsa bütün malzemeleri ve âletleriyle meydanda hazırlanmışlardı. Askerler ise alaylar hâlinde meydanın ortasındaki süslü çadırın etrâfında toplanmışlardı. Askerler belli bir makam üzerine nâralar attılar, meydanın bir yönüne doğru çekilip gittiler. Arkasından ülkenin ileri gelenleri, çiftçiler ve ticâret erbâbı kimseler çadırın etrâfında dönüp bağrıştılar. Sonra onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasından o şehrin diğer insanları, atları üzerinde, mücevherlerle süslü civan yiğitler, feylosoflar, müneccimler, hâkimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin işâreti olan âletlerle çadırın etrafında çeşitli nâmelerle dönüp gittiler. Sonra vezir ve Kayser (hükümdâr) ve onların yakın has adamları meydanın ortasına doğru ilerleyerek ortada kurulu süslü çadıra girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapıldıktan sonra herkes evine döndü. Hasan-ı Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve yapılan tören ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadırın ortasındaki duran tâbut Rum Kayserinin oğlunun tâbutudur. O genç, son derece güzellik sâhibi, kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediği bir husus yoktu. Silâhşörlükte arkasını yere getiren bir er çıkmamıştı. Gökten gelen bir âfet ile kazâya uğradı. Kendisine verilen bütün ilaçlar ve devâlar şifâ vermedi ve öldü. İşte her yıl bu günde o genci anmak için gördüğün bu törenler düzenlenir. Herkes onun tabutunun bulunduğu çadırın yanına varır "Herbirimiz senin uğruna canımızı fedâya hazırız, ama ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Bütün servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis ettik, ama dünyâ kurulalı beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya muvaffak olamamışlardır." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaşı! İşte bu mânâyı anlamak için Kayser ve diğer devlet erkânı ve hükümdârın yakınları çadıra girip cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya çalışırlar. Ellerinden bir şey gelmediğini ve âcizliklerini anlayarak dağılırlar." dedi. Bu hâdise Hasan-ı Basrî'ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malının makam ve güzelliklerinin geçici olduğunu bilen Hasan-ı Basrî hazretleri bu hakîkati yakînen kavradı ve ticâreti bırakıp tamâmen âhirete yöneldi. Dönüşünde, şehre girer girmez elindeki malların hepsini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıttı. Basra Hâkimi olan Muhsin Ali'den el alarak tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf yolunda kısa zamanda ilerleyip mânevî derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan bir şey kabûl etmedi. Ancak hocası Muhsin Ali'nin izni ile vâz edip, talebelerini yetiştirdi.

Hazret-i Ali, halîfeliği sırasında şehir şehir dolaşıp, halkını bizzat ziyâret edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmişti. Nerede bir şeyh veya vâiz görse veya duysa, giderek onu dinler, doğru yoldan ayrılanları edeplendirir, doğru olanları takdir ederdi. Bu şekilde gezerken yolu Basra'ya düştü. Devesinden inip orada üç gün kaldı. Şehri baştan başa gezerken bir mecliste Hasan-ı Basrî'nin vâz ettiğini gördü. Hemen meclisine dâhil olup vâzını dinledi ve beğendi. Sonra ona; "Ey Hasan! Zamanın hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa hakîkî gerçeği öğretmek isteyen bir kişi misin?" diye sordu. Hasan-ı Basrî; "Resûl-i ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalışıyoruz. Haberini doğru bulduğum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali tebessüm ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dışarı çıktı. Hasan-ı Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduğunu anlayıp hemen kürsüden indi, eteğinden tutup mübârek ayaklarına yüzünü gözünü sürüp öptü. Sonra hazret-i Ali'den zikir telkini istedi. Bâbü't-Taşt denilen yerde bulunuyorlardı. Hazret-i Ali tasavvuf ile ilgili gizli sırları Hasan-ı Basrî'ye burada anlattı.

Sonra Hasan-ı Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zikir telkiniyle ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Sonra tarîkattaki ilk Hilâfetnâme'yi yazıp Hasan-ı Basrî'ye verdi. Tarîkat ehli arasında usûl olan "İzinnâme, icâzetnâme" denilen yazılı kâğıt verme usûlü hazret-i Ali'den kaldı.

Hasan-ı Basrî hazretleri kavuştuğu bu mânevî iltifât ve derecelerin verdiği zevkle kırk gün bir şey yiyip içmedi. Sonra irşâd seccâdesine oturup, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti.

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hüsâmeddîn Mültânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, Ehl-i sünnet îtikâdında olmak, haramlardan sakınmak ve ibâdetlerde gevşeklik göstermemek şarttır." kâidesini çok iyi bilir ve her hâlinin dîne uygun olmasına çok dikkat ederdi. Haramlarla birlikte şüphelilerden de uzak durur, devamlı ihtiyatlı hareket ederdi.