TASAVVUF - 3
Büyük velîlerden
Abdurrahmân Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
olan Şeyh Mustafa bin Fethullah anlatır:
Mekke-i mükerremede iken bir
gün, Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân Mağribî'nin evine
gittik. Tasavvuf ehli hakkında hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana;
"Tasavvuf büyükleri hakkında ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadığı için
sükût ettim. O zaman Abdurrahmân Mağribî; "İmâm-ı Gazâlî hazretleri üstün olup
İhyâ'sı çok kıymetlidir. Muhyiddîn Arabî'ye düşman olma. Tasavvuf ehlini sev,
onların kitaplarını oku." buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan
îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu ve Allahü teâlâdan beni onlarla
haşretmesini diledim. Abdurrahmân Mağribî; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamı söyledi ve bana çok duâ etti.
Velî ve Mâlikî mezhebi
âlimlerinden Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olduktan sonra tasavvufa karşı alâka
duyup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istedi. Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm
bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî'ye talebe olup, ondan tasavvuf ilmini
öğrendi. Tasavvufî mârifetlere kavuşup evliyâlık derecesine ulaştı.
Kendisi zâhirî ilimlerde
yüksek âlim olduğu hâlde hocasının sohbetlerinde bulunmayı büyük nîmet bildi.
Hocasının kıymetini bildirmek için bir arkadaşına şöyle dedi: "O benim şeyhim ve
hocamdır. Allahü teâlâ beni onun sohbetine kavuşturmakla nîmetlendirdi. Ben onun
huzûruna ve tatlı sohbetlerine çok gelip gittim. Benim gözüm; ibâdeti, fazîleti,
kendine güveni ve insanların da kendisine ehemmiyet vermesi bakımlarından onun
gibi olan bir kimseyi görmedi. O, insanlara iyilikleri tatlı dille bildirmek ve
kötülüklerden sakındırmak hususunda çok gayretli idi. Yâni çok nasîhatte
bulunurdu. Sâlih insanların haber ve kıssalarını ondan daha çok ezberleyen bir
kimse görmedim. Hâfızasındaki kıssaları çok güzel anlatırdı. Başkalarından nakl
edilenleri sağlam muhâfaza eder, korurdu. Çok hoş sohbet olup, konuşmaları çok
tatlı idi. Meclislerin dostu idi." Abdurrahmân bin Muhammed Kayravânî'nin
tasavvufa yönelmesine ve bu yola girmesine hocası Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm
bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî vesîle olmuştu.
Evlîyanın önderlerinden ve
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin; Bir gün huzûruna gelen bir kimse "Efendim! Tasavvuf
yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.
"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş
bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman
şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede
öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan
kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü
teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf
yolunda yürüsün." buyurdu.
Buhârâ'da yetişenen
evliyâdan Hâce Alâeddîn Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hâce
Ubeydullah-i Ahrâr'a nasîhat ederek buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek için
çok çalış. Bu çalışmayı aslâ bırakma. Şunu iyi bil ki, çalışmadan ele geçen
şeyler, devamlı ve kalıcı olamaz."
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"Tasavvuf; Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı,
fazla yemeyi ve fazla uykuyu terketmektir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Bulunduğunuz şu
derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâben: "Her yerde Allahü teâlânın
gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki
kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları
dinlerdim. Eğer Allahü teâlâdan, Resûlullah'tan, Kur'ân-ı kerîmden konuşup,
hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler
konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."
Tasavvufdaki hâllerinin
kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; "Yediğin lokmaların helâlden olup
olmadığını araştır." buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken
ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek
tövbe etmiştir.
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Muhammed Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda olan kimseye en önce lâzım olan, tövbe ile
günah kirlerinden temizlenmesidir. Tövbe; günahtan vazgeçmek, o günâhı yaptığına
pişmân olmak, o işi terketmeye azmetmek, haksız aldığı malı sâhibine geri
vermek, kaçırmış olduğu namazlarını kazâ etmek, hocasının hizmetinde bulunmak,
onun emrine uymakla olur. Kendisini günahlardan temizlemesi için, hocasını
nefsine âmir ve hâkim kılmalıdır. Günahlardan kurtulmak için, Allahü teâlâya duâ
etmelidir."
Mısır velîlerinden Bennân
el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Tasavvuf ehli, Allahü
teâlâya güvenen, emirlerini yerine getiren, sırra riâyet eden, mahlûklardan
uzaklaşarak, O'na yönelen kimsedir."
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüme, "Şeb-i Arûs=
düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir
felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan,
ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız
sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın
"Gel, gel, her kim olursan
ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan,
mecûsîlerden,
puta tapanlardan da olsan
gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik
dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş
olsan bile gel!"
buyurduğu söylenmektedir.
Osmanlı âlimlerinden ve
meşhûr velîlerden Cerrâhzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden
olan Muhyiddîn Ali bin Bâlî, Ikd-ül-Manzûm isimli eserinde, hocasının tasavvuf
yoluna ilk girişini şöyle anlatır: "Hocam Cerrâhzâde'ye tasavvufa nasıl
girdiğini sordum. Buyurdular ki: "İlk zamanlar tasavvufa karşı ilgim ve isteğim
yoktu. Fakat zamanla istek duymaya başladım. Bu istek gittikçe fazlalaşıyordu.
Bâzı geceler arkadaşlarla ve dostlarla toplanır sohbet ederdik. Bir gece
toplantıda bulunanların hepsi uyuduğu zaman, uyku ile uyanıklık arasında
bulunduğum sırada, âniden gökyüzünden şiddetli bir gürültü ve çeşitli sesler
duyuldu. Başımı kaldırıp baktığımda, içinde bulunduğumuz evin üzerine büyük bir
taşın düştüğünü ve tavanın delinip taşın evin içine indiğini gördüm. Taş, evin
içinde yerin dibine girip kayboldu. Bu şiddetli gürültüyü duyan ev halkı da
uyandı. Gürültünün ne olduğunu birbirlerinden sorduktan sonra tekrar uyudular.
Ben ise uyuyamadım, üzerimde bir hâl meydana geldi. Son derece heyecanlanıp
korktum, kalbim duracak gibi çarpıyordu. Rahatlamak için oradan ayrıldım, fakat
her geçen saat korkum ve heyecanım artıyordu. Nihâyet korku ve heyecan hâlim
gidip, sâkinleştim. Aklım başıma geldiği zaman gördüklerimden aklımda hiçbir şey
kalmamıştı.
Bir gün babam beni çağırdı
ve tasavvufa girmemi teklif etti. Onun teklifini önce kabûl etmek istemedim. Bu
esnâda gözümden perde kaldırıldı ve bana kabir ehlinin hâlleri gösterildi. Kabir
ehlinin yanında sabaha kadar kaldım. Arkadaş ve akrabâlarım üzüntü ve sıkıntı
içindeydiler. Onlara iltifât etmedim ve sözlerinden yüz çevirdim." dedi.
Talebesi Ali bin Bâlî ona kabir ehlinin hâlleriyle ilgili neler gördüğünü
sorunca da; şöyle anlattı:
"Allah onlara rahmet etsin.
Onları kabirlerinde, evlerinde oturdukları gibi oturur hâlde gördüm. Bâzılarının
kabri çok genişti. Kendileri sevinçli, refâh ve sürûr içinde idiler. Bir kısmı
da oturduğu yerin darlığından ayağa kalkamıyordu. Bâzısının kabirleri dumanla
dolmuş, bâzısının kabri ateşten kıpkırmızı idi. Bâzılarını zayıf ve ızdırap
içinde gördüm. Onlarla konuşup hâllerini ve ölüm sebeplerini sordum. Hallerini
anlattılar. Ayrıca bana gelip duâ istediler. Bu sırada kendimi bâzan
İstanbul'da, bâzan Bursa'da, bâzan da hiç bilmediğim başka yerlerde görüyordum.
Bütün bu hâlleri hayretle seyrettim. Bu hâl bir müddet devâm etti. Daha sonra
anladım ki, babamın evindeyim. Aynı hâlim devâm ederken bir de baktım, bir kişi
gelip elimden tuttu ve beni bir yere götürdü. Onunla berâber birçok garîb ve
acâib yerlerden geçtikten sonra, bir dağın tepesine ulaştık. Orada bir zât
oturuyordu. Adam beni o zâta takdim edip, size talebe getirdim dedi. O zâtın
önünde diz çöktüm. O zât benim sağ elimden tuttu ve bir işâret koydu. Başka bir
şahıs getirildi. Ona da bana yaptığının aynısını yaptıktan sonra, bize
kalkmamızı ve bir kulübeye girmemizi emretti. Oraya gittiğimiz zaman, o
kulübenin kapısı bize açıldı. İçeriye baktık. İçi, isi ve dumanı olmayan kor
ateşle dolu idi. İçeri girmekten çekindik. Fakat zor ile içeriye sokulduk.
Arkamızdan kapı kapatıldı. Orada, vücûdumuzun ateş değmedik yeri kalmayıncaya
kadar yandık. Sonra kapı açıldı ve çıkmamız emredildi. Bizi getiren adam geldi,
önceden geldiğimiz yere götürdü. Bu hâl üzerimden gittikten sonra, babam odama
geldi. Sıkıntılı olduğumu görüp, sebebini sordu. Ona başıma gelenleri anlattım.
Babam cevâbında; "O gördüğün ateş, ilâhî muhabbet ateşidir. Bu gördüklerin,
senin Hak yoluna gireceğine ve tasavvufu seven kişilerden olacağına delâlet
eder." dedi. Babamın huzûrunda tövbe ettim. O andan sonra mücâhede, nefsin
istemediklerini yapmak ve zikirle meşgûl oldum.
İşte bu geceden sonra,
kendimi beğenmekten, kibirden kurtulup, âciz, muhtaç bir kul olduğumu anladım.
Kendimden geçme ve bâzı hâller hâsıl olmaya başladı. Tasavvufa karşı meylim,
isteğim ve Allahü teâlânın aşkının cezbesi fazlalaştı. Büyük bir teslimiyet ve
sâkinlik hâline girip, çok ibâdet etmeye başladım. Allahü teâlâ bana çok şeyler
ihsân etti. Daha sonra beni, kerâmetler hazînesi, Allahü teâlânın velî kulu olan
Hacı Çelebi diye meşhûr olan Abdürrahîm el-Müeyyedî'nin hizmetine verdi. Uzun
zaman onun hizmetinde bulunup, zikir ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapma
ile meşgûl oldum. Bana talebe yetiştirmek husûsunda icâzet, izin belgesi diploma
verdi."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf
yollarından yalnız Resûlullah'ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle
ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer."
Yine buyurdular ki: "Ey
tasavvuf yolunda bulunanlar! Eğer Allahü teâlâyı tanıdığınızı ve O'na tâzimde
bulunduğunuzu söylüyorsanız, yalnız bulunduğunuz zaman Allahü teâlâya karşı
tavrınıza bakınız. Yiyip içmenizde, yatıp kalkmanızda, konuşmanızda ve bütün
işlerinizde vakitlerinizi Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği işlere
sarfedebilirsiniz. Bunları, niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü
ameller niyetlere göredir. Bu bakımdan yemek yerken, su içerken lezzet almak
için değil de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiği enerji ile daha iyi ibâdet
edebilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve bıkkınlığı
giderip, ibâdeti daha zinde ve râhat bir şekilde yapabilmek niyetiyle
uyumalıdır. Diğer bütün işleri ve edindiği mesleği helâl kazanmak niyetiyle
yapmalıdır. Bütün yapılan bu işler, niyeti düzeltmek sûretiyle ibâdet olur. Bir
insan hâlis niyetle yaptığı işler sebebiyle sevâba kavuşur. Bu sebeple kalp
nûrlanır. Bu nûr, nefse sirâyet eder. O kimse mânevî kirlerden temizlenir.
Beşerî tabîatı, melek tabîatı gibi olur. Artık elinde olmadan tâatları, Allahü
teâlânın beğendiği işleri yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden
sakınır."
Son devir velîlerinden
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Maraş’ta Duraklı
Câmiinin bitişiğinde bir talebesinin evi vardı. Bir defâsında o talebeyi kış
gününde nefsini temizlemesi için çilehâneye koydu. Bu sırada talebe henüz kışlık
odununu alamamıştı. Çilehânede tefekküre dalmışken, bir adamın, odun yüklü bir
merkebi evine götürdüğünü gördü. Gerçek mi değil mi diye çilehânenin kendi evi
gözüken hücresinden baktığında gördüklerinin gerçek olduğunu anladı. "Tamam, ben
artık eriştim." diye düşünerek hocasının huzûruna varıp başından geçenleri
anlattı. Muhammed Hilmi Efendi ise; "Git oğlum halvete çekil. Çile esnâsında
görünenlerin dokuzu şeytânî birisi rahmânîdir. Şeytan seni aldatmış. Halvetten
ve tasavvuftan maksad hâl sâhibi olmak değil, nefse hâkim olmak ve Allahü
teâlânın rızâsına kavuşmaktır." diyerek onu halvete devâm ettirdi.
Muhammed Hilmi Efendi
hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf ehliyim diyenlere bakarız. Eğer sözlerinde
ve amellerinde İslâmiyete muhâlif hâller görülmezse onlara muhabbet ederiz. Eğer
İslâmiyet'e aykırı hâlleri görülürse kendilerine tenbih ederiz. Dînin doğru olan
hükümlerini bildiririz. Bozuk yollarını terk ederlerse iyi olur. Terk etmezlerse
kendilerini sevmeyiz." |