CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TASAVVUF - 3

Büyük velîlerden Abdurrahmân Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Mustafa bin Fethullah anlatır:

Mekke-i mükerremede iken bir gün, Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân Mağribî'nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkında hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana; "Tasavvuf büyükleri hakkında ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadığı için sükût ettim. O zaman Abdurrahmân Mağribî; "İmâm-ı Gazâlî hazretleri üstün olup İhyâ'sı çok kıymetlidir. Muhyiddîn Arabî'ye düşman olma. Tasavvuf ehlini sev, onların kitaplarını oku." buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu ve Allahü teâlâdan beni onlarla haşretmesini diledim. Abdurrahmân Mağribî; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamı söyledi ve bana çok duâ etti.

Velî ve Mâlikî mezhebi âlimlerinden Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî  (rahmetullahi teâlâ aleyh) Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olduktan sonra tasavvufa karşı alâka duyup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istedi. Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî'ye talebe olup, ondan tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvufî mârifetlere kavuşup evliyâlık derecesine ulaştı.

Kendisi zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduğu hâlde hocasının sohbetlerinde bulunmayı büyük nîmet bildi. Hocasının kıymetini bildirmek için bir arkadaşına şöyle dedi: "O benim şeyhim ve hocamdır. Allahü teâlâ beni onun sohbetine kavuşturmakla nîmetlendirdi. Ben onun huzûruna ve tatlı sohbetlerine çok gelip gittim. Benim gözüm; ibâdeti, fazîleti, kendine güveni ve insanların da kendisine ehemmiyet vermesi bakımlarından onun gibi olan bir kimseyi görmedi. O, insanlara iyilikleri tatlı dille bildirmek ve kötülüklerden sakındırmak hususunda çok gayretli idi. Yâni çok nasîhatte bulunurdu. Sâlih insanların haber ve kıssalarını ondan daha çok ezberleyen bir kimse görmedim. Hâfızasındaki kıssaları çok güzel anlatırdı. Başkalarından nakl edilenleri sağlam muhâfaza eder, korurdu. Çok hoş sohbet olup, konuşmaları çok tatlı idi. Meclislerin dostu idi." Abdurrahmân bin Muhammed Kayravânî'nin tasavvufa yönelmesine ve bu yola girmesine hocası Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî vesîle olmuştu.

Evlîyanın önderlerinden ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Bir gün huzûruna gelen bir kimse "Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.

"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.

Buhârâ'da yetişenen evliyâdan Hâce Alâeddîn Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hâce Ubeydullah-i Ahrâr'a nasîhat ederek buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek için çok çalış. Bu çalışmayı aslâ bırakma. Şunu iyi bil ki, çalışmadan ele geçen şeyler, devamlı ve kalıcı olamaz."

Horasan'da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf; Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeyi ve fazla uykuyu terketmektir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâben: "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü teâlâdan, Resûlullah'tan, Kur'ân-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."

Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; "Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır." buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etmiştir.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Muhammed Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda olan kimseye en önce lâzım olan, tövbe ile günah kirlerinden temizlenmesidir. Tövbe; günahtan vazgeçmek, o günâhı yaptığına pişmân olmak, o işi terketmeye azmetmek, haksız aldığı malı sâhibine geri vermek, kaçırmış olduğu namazlarını kazâ etmek, hocasının hizmetinde bulunmak, onun emrine uymakla olur. Kendisini günahlardan temizlemesi için, hocasını nefsine âmir ve hâkim kılmalıdır. Günahlardan kurtulmak için, Allahü teâlâya duâ etmelidir."

Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Tasavvuf ehli, Allahü teâlâya güvenen, emirlerini yerine getiren, sırra riâyet eden, mahlûklardan uzaklaşarak, O'na yönelen kimsedir."

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın

 

"Gel, gel, her kim olursan ol gel!

Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden,

puta tapanlardan da olsan gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!"

 

buyurduğu söylenmektedir.

Osmanlı âlimlerinden ve meşhûr velîlerden Cerrâhzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden olan Muhyiddîn Ali bin Bâlî, Ikd-ül-Manzûm isimli eserinde, hocasının tasavvuf yoluna ilk girişini şöyle anlatır: "Hocam Cerrâhzâde'ye tasavvufa nasıl girdiğini sordum. Buyurdular ki: "İlk zamanlar tasavvufa karşı ilgim ve isteğim yoktu. Fakat zamanla istek duymaya başladım. Bu istek gittikçe fazlalaşıyordu. Bâzı geceler arkadaşlarla ve dostlarla toplanır sohbet ederdik. Bir gece toplantıda bulunanların hepsi uyuduğu zaman, uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum sırada, âniden gökyüzünden şiddetli bir gürültü ve çeşitli sesler duyuldu. Başımı kaldırıp baktığımda, içinde bulunduğumuz evin üzerine büyük bir taşın düştüğünü ve tavanın delinip taşın evin içine indiğini gördüm. Taş, evin içinde yerin dibine girip kayboldu. Bu şiddetli gürültüyü duyan ev halkı da uyandı. Gürültünün ne olduğunu birbirlerinden sorduktan sonra tekrar uyudular. Ben ise uyuyamadım, üzerimde bir hâl meydana geldi. Son derece heyecanlanıp korktum, kalbim duracak gibi çarpıyordu. Rahatlamak için oradan ayrıldım, fakat her geçen saat korkum ve heyecanım artıyordu. Nihâyet korku ve heyecan hâlim gidip, sâkinleştim. Aklım başıma geldiği zaman gördüklerimden aklımda hiçbir şey kalmamıştı.

Bir gün babam beni çağırdı ve tasavvufa girmemi teklif etti. Onun teklifini önce kabûl etmek istemedim. Bu esnâda gözümden perde kaldırıldı ve bana kabir ehlinin hâlleri gösterildi. Kabir ehlinin yanında sabaha kadar kaldım. Arkadaş ve akrabâlarım üzüntü ve sıkıntı içindeydiler. Onlara iltifât etmedim ve sözlerinden yüz çevirdim." dedi. Talebesi Ali bin Bâlî ona kabir ehlinin hâlleriyle ilgili neler gördüğünü sorunca da; şöyle anlattı:

"Allah onlara rahmet etsin. Onları kabirlerinde, evlerinde oturdukları gibi oturur hâlde gördüm. Bâzılarının kabri çok genişti. Kendileri sevinçli, refâh ve sürûr içinde idiler. Bir kısmı da oturduğu yerin darlığından ayağa kalkamıyordu. Bâzısının kabirleri dumanla dolmuş, bâzısının kabri ateşten kıpkırmızı idi. Bâzılarını zayıf ve ızdırap içinde gördüm. Onlarla konuşup hâllerini ve ölüm sebeplerini sordum. Hallerini anlattılar. Ayrıca bana gelip duâ istediler. Bu sırada kendimi bâzan İstanbul'da, bâzan Bursa'da, bâzan da hiç bilmediğim başka yerlerde görüyordum. Bütün bu hâlleri hayretle seyrettim. Bu hâl bir müddet devâm etti. Daha sonra anladım ki, babamın evindeyim. Aynı hâlim devâm ederken bir de baktım, bir kişi gelip elimden tuttu ve beni bir yere götürdü. Onunla berâber birçok garîb ve acâib yerlerden geçtikten sonra, bir dağın tepesine ulaştık. Orada bir zât oturuyordu. Adam beni o zâta takdim edip, size talebe getirdim dedi. O zâtın önünde diz çöktüm. O zât benim sağ elimden tuttu ve bir işâret koydu. Başka bir şahıs getirildi. Ona da bana yaptığının aynısını yaptıktan sonra, bize kalkmamızı ve bir kulübeye girmemizi emretti. Oraya gittiğimiz zaman, o kulübenin kapısı bize açıldı. İçeriye baktık. İçi, isi ve dumanı olmayan kor ateşle dolu idi. İçeri girmekten çekindik. Fakat zor ile içeriye sokulduk. Arkamızdan kapı kapatıldı. Orada, vücûdumuzun ateş değmedik yeri kalmayıncaya kadar yandık. Sonra kapı açıldı ve çıkmamız emredildi. Bizi getiren adam geldi, önceden geldiğimiz yere götürdü. Bu hâl üzerimden gittikten sonra, babam odama geldi. Sıkıntılı olduğumu görüp, sebebini sordu. Ona başıma gelenleri anlattım. Babam cevâbında; "O gördüğün ateş, ilâhî muhabbet ateşidir. Bu gördüklerin, senin Hak yoluna gireceğine ve tasavvufu seven kişilerden olacağına delâlet eder." dedi. Babamın huzûrunda tövbe ettim. O andan sonra mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve zikirle meşgûl oldum.

İşte bu geceden sonra, kendimi beğenmekten, kibirden kurtulup, âciz, muhtaç bir kul olduğumu anladım. Kendimden geçme ve bâzı hâller hâsıl olmaya başladı. Tasavvufa karşı meylim, isteğim ve Allahü teâlânın aşkının cezbesi fazlalaştı. Büyük bir teslimiyet ve sâkinlik hâline girip, çok ibâdet etmeye başladım. Allahü teâlâ bana çok şeyler ihsân etti. Daha sonra beni, kerâmetler hazînesi, Allahü teâlânın velî kulu olan Hacı Çelebi diye meşhûr olan Abdürrahîm el-Müeyyedî'nin hizmetine verdi. Uzun zaman onun hizmetinde bulunup, zikir ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapma ile meşgûl oldum. Bana talebe yetiştirmek husûsunda icâzet, izin belgesi diploma verdi."

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf yollarından yalnız Resûlullah'ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer."

Yine buyurdular ki: "Ey tasavvuf yolunda bulunanlar! Eğer Allahü teâlâyı tanıdığınızı ve O'na tâzimde bulunduğunuzu söylüyorsanız, yalnız bulunduğunuz zaman Allahü teâlâya karşı tavrınıza bakınız. Yiyip içmenizde, yatıp kalkmanızda, konuşmanızda ve bütün işlerinizde vakitlerinizi Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği işlere sarfedebilirsiniz. Bunları, niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bu bakımdan yemek yerken, su içerken lezzet almak için değil de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiği enerji ile daha iyi ibâdet edebilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve bıkkınlığı giderip, ibâdeti daha zinde ve râhat bir şekilde yapabilmek niyetiyle uyumalıdır. Diğer bütün işleri ve edindiği mesleği helâl kazanmak niyetiyle yapmalıdır. Bütün yapılan bu işler, niyeti düzeltmek sûretiyle ibâdet olur. Bir insan hâlis niyetle yaptığı işler sebebiyle sevâba kavuşur. Bu sebeple kalp nûrlanır. Bu nûr, nefse sirâyet eder. O kimse mânevî kirlerden temizlenir. Beşerî tabîatı, melek tabîatı gibi olur. Artık elinde olmadan tâatları, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden sakınır."

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Maraş’ta Duraklı Câmiinin bitişiğinde bir talebesinin evi vardı. Bir defâsında o talebeyi kış gününde nefsini temizlemesi için çilehâneye koydu. Bu sırada talebe henüz kışlık odununu alamamıştı. Çilehânede tefekküre dalmışken, bir adamın, odun yüklü bir merkebi evine götürdüğünü gördü. Gerçek mi değil mi diye çilehânenin kendi evi gözüken hücresinden baktığında gördüklerinin gerçek olduğunu anladı. "Tamam, ben artık eriştim." diye düşünerek hocasının huzûruna varıp başından geçenleri anlattı. Muhammed Hilmi Efendi ise; "Git oğlum halvete çekil. Çile esnâsında görünenlerin dokuzu şeytânî birisi rahmânîdir. Şeytan seni aldatmış. Halvetten ve tasavvuftan maksad hâl sâhibi olmak değil, nefse hâkim olmak ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır." diyerek onu halvete devâm ettirdi.

Muhammed Hilmi Efendi hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf ehliyim diyenlere bakarız. Eğer sözlerinde ve amellerinde İslâmiyete muhâlif hâller görülmezse onlara muhabbet ederiz. Eğer İslâmiyet'e aykırı hâlleri görülürse kendilerine tenbih ederiz. Dînin doğru olan hükümlerini bildiririz. Bozuk yollarını terk ederlerse iyi olur. Terk etmezlerse kendilerini sevmeyiz."