|
TASAVVUF - 2
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Tasavvuf güzel ahlâktır. Bu da üç kısımdır: Birincisi, Hakk ile beraber olmak
yâni Allahü teâlânın emirleine uymak ve bu hususta gösterişten uzak durmaktır.
İkincisi halk ile beraber
olmak. Bu da büyüklere karşı saygı ve edeb, küçüklere karşı şefkat, emsallere
ise insaflı ve âdil davranmakla olur.
Üçüncüsü nefse sâhib olmak.
Bu ise nefsin boş isteklerine, hevâ, hevese ve şeytana uymamakla olur. Kim bu üç
husûsu nefsinde doğru bir şekilde tatbik ederse güzel huylulardan olur."
"Tasavvuf tamâmen
ciddiyettir. Şaka nevinden olan herhangi bir şeyi ona karıştırmayınız."
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdülkâhir Sühreverdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuf hakkında bir suâl sorulduğunda şöyle
buyurdular: "Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibe yâni Allahü
teâlânın lutf ve ihsânı olan mânevî ilimdir. İlim, murâdı, maksadı açar. Amel,
istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç
kısımdır. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan, daha
yoldadır. Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır. Talebe,
murâdına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle
meşgûldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme hâlindedir.
Sona varan ise, bütün makamları aşmış ve artık istikrâra kavuşmuş hâldedir.
Çeşitli hâller, onda bir değişiklik meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle,
şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından uzak kalma mertebesindedir.
Orta mertebede olan, murâda kavuşabilir miyim, yoksa kavuşamaz mıyım korkusu
ile, içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet etme, makamlarda edebi gözetme
mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir. Onun hâli,
darlıkta ve genişlikte eşittir. Yemesi açlığı, uykusu uykusuzluğu gibidir. Onda,
dünyevî istek ve lezzet hissi kalmamıştır. Onun zâhiri, görünüşü halk, bâtını,
gizli yönü de Hak iledir."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler
sebeb oldu?" diye sorduklarında şöyle anlattı: Tasavvuf yolunu, önce Hızır
aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim. Önce onlara tam olarak
inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle senelerce mücâhede
ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki, yalnız
kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime
ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya
mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri
yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle
kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim
olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan
adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu değiştirirdim. İyice
incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceğe
bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle anlamaya
başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis
bir koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya
başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve
yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân
etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl oldu ve hakîkatin menbaına, kaynağına
eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin altın oluğunun altında, duâ
ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda hâtifden, gizliden
gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi olanların
sözlerini tartıp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese
karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim." dedim.
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf bir
ağaç ise, tövbe onun kökü, yalnızlık, bu ağacın kabuğu; tevhid, meyvesi; sabır,
safâ, sıdk, doğruluk ve salâh yaprakları; vakar, sevgi, vefâ çiçekleridir.
Allahü teâlânın izni ile, bu ağaç her zaman meyve verir."
Evliyânın büyüklerinden
Ali İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: "Tasavvuf, insanı
Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini, terketmektir."
Meşhûr velîlerden Ali
Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf, her şeyin
sâhibi olan Allahü telânın emirlerine büyük bir teslimiyetle boyun eğmektir."
Meşhûr velîlerden ve akâid
imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahme-tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Tasavvuf, kulun her vakitte, o vakit için en iyi olan şey ile meşgûl
olmasıdır."
Osmanlı âlimlerinin
meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca buyurdular ki: "Tasavvuf; kalbi
kötü huylardan temizlemek ve iyi huylar ile doldurmak demektir. Kalbi ıslâh
etmek, her şeyden daha önemlidir. Çünkü kalp, bedende emrine itâat edilen ve her
hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri
altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "İnsanın
bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü
olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu (et parçası) kalbdir." Yâni bu yürek
denilen, et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenip
iyi ahlâk ile süslenmek demektir."
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde "Tasavvuf nedir?" diye
sorulunca, buyurdular ki: "Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet nûruna ârif
olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl olan
şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir."
Evliyânın büyüklerinden
Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Tasavvuf
ehli ile zâhirî ilimlerdeki âlim arasındaki fark sorulduğunda, şu cevâbı verdi:
Sûfî, Allahü teâlâ tarafından nefsi temiz kılınmış ve seçilmiş bir kimsedir.
Fakat zâhirî ilimlerdeki âlim, bunları elde etmeye çalışan, Rabbinin emirlerini
bilen ve kendini haramlardan koruyandır. Sûfî kelimesi üç harften müteşekkildir.
Her harfin üç mânâsı vardır. "Sad" harfi, sadâkat, sabır ve temizliğe
delâlettir. "Vav" harfi, sevgi ve vefâya; "Fâ" harfi de, fakirliğe, bir şeyi
kaybetmeğe ve yok olmaya delâlettir."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Tasavvuf, kalbi temizlemek ve
her an Allahü teâlâ ile olmaktır." buyurdular.
Bir defasında "Tasavvuf
nedir?" diye soran bir kimseye şöyle cevap verdi: "İnsanların rızâsını bırakıp,
Allahü teâlânın rızâsını aramak, kötü huyları terkedip, nefsânî olan işlerden
uzaklaşmak, rûhu yükselten vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakîkî ilimlere
sarılmak, hep en uygun şekilde hareket etmek, herkese nasîhatta bulunmak, Allahü
teâlâya verilen ahidde durmak, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymaktır."
Başka bir defa tasavvufun ne
olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "Tasavvuf on şeyi içerisine alan bir
isimdir. Birincisi, dünyâdan (lâzım olan) az bir mikdârı edinmek. İkincisi,
kalbin Allahü teâlâya güvenip dayanması. Üçüncüsü, tâat olan Allahü teâlânın
beğendiği şeylere rağbet etmek. Dördüncüsü, yediği içtiği ve kullandığı şeylerin
helâlden olmasında titiz davranmak. Beşincisi, kalbin Allahü teâlâ ile meşgûl
olması. Altıncısı, gizli olarak Allahü teâlâyı hatırlamak. Yedincisi gerçek
ihlâsa sâhib olmak. Sekizincisi, şek ve şüpheden uzak, kat'î bir îmâna sâhib
olmak. Dokuzuncusu, tam bir teslimiyetle Allahü teâlâya yönelmek. Onuncusu,
ihtiyaçlarını başkasından istemeyip, şikâyette bulunmamak. Kimde bu on haslet
bulunursa, tasavvuftan söz etmeye lâyıktır. Yoksa yalancıdır."
Büyük velîlerden Ebû Saîd
bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuftan
sorulduğunda: "Tasavvufun tamâmı boş şeylerden uzaklaşmak, mârifetin tamâmı ise
cehâletini îtirâf etmektir." buyurdular.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyâyı dağıtmak ve
vâki olanda karar kılmaktır."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) fenâ ve bekâ hakkında şöyle
buyurdular: "Fenâ, Hak ile yok olmak, bekâ Hak'la hazır olmaktır."
"Allah'a hakîkaten yakın
olmak, kalbi her şeyden arındırıp Hak teâlâ ile huzur bulmasını temin etmektir."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf,
insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya
yaklaşmaktır."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, bir insanın mânevî ve dînî hayâtının ve
işlerinin bir nizâma bağlanmasıdır. Allahü teâlanın velî kulu, dünyâ ile ilgisi
kesik olmasına karşılık, dünyâ işlerine tepeden bakmaz ve bu işler hakkında kötü
konuşmaz. Yâni dünyâ için ne sevgisi ne de nefreti vardır."
Sofiyye-i aliyye denilen
büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
darağacına çıkınca, şu suâl soruldu;
"Tasavvuf nedir?"
"Tasavvufun en aşağı
derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir."
"Ya ileri derecesi?"
"Onu görmeye tahammülünüz
olmaz." buyurdu.
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Tasavvuf nedir?" diye soran
birisine buyurdular ki: "Tasavvuf, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta
sabr etmektir."
Harput'ta yetişen meşhur
velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Tasavvuf, kitap ve sünnete dayanan ilâhî ve rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu
ise, kişiyi gafletten sakındırıp, Allahü teâlâ ile berâber olmayı
kazandırmaktır. Faydası da; kişiyi nefsin kötü huylarından arındırıp insanı
kâmil ve Mevlâya lâyık bir kul yapmaktır."
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf, hakîkatları almak
ve halkın elinde olan dünyâ malından ümidini kesmektir, uzaklaşmaktır."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kıymetli
halîfesi (vekîli) Hâce Kutbüddîn hazretlerine hitâben şöyle buyurdu; "Biliniz
ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır: 1) Bu yolda yürümek arzusunda
bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan
tok ve hâli vakti yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri maddî ve mânevî olarak
doyurmalıdır. 3) Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükredemediği, O'na
lâyık ibâdet yapamadığı ve âkıbetinin nasıl olacağını bilemediği için, dâimâ
üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek için dışarıdan çok neşeli,
mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri
affetmeli; insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman
göstermelidir.
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey
lâzımdır; taleb, çalışmak, ilim."
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Tasavvuf
nedir." dediler. Bunun üzerine o; "Tasavvuf, halk içinde Hak ile olmaktır.
İnsan, sâhibini bir an unutmamalıdır. Allahü tâlâyı bir an kalpten çıkarmak
(unutmak), büyük bir felâkettir. Yüksek bir yerden düşmektir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf; hiç bir
şeye sâhib olmaman ve hiçbir şeyin de sana sâhip olmamasıdır." |
|