|
TASAVVUF - 1
Mutasavvıf tâbiri, umûmî bir
isimdir. Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden
temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı
Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hesene
sâhibine mutasavvıf denilir. Çoğulu mutasavvıfûn ve mutasavvifedir. Abdülhakîm
bin Mustafa Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin belirttiğine göre,
İslâm âlimlerinin iki kısmından biri din imâmlarıdır. Bunlar, müfessirîn-i izâm
(tefsîr âlimleri), muhaddisîn-i kirâm (hadîs âlimleri) ve mütekellimîn (kelâm
âlimleri), mutasavvıfûn ve fukahâ-i kirâmdır (fıkıh âlimleri). Bunların her
sözü, her beyânı, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her
sözleri doğru ve senettir. (E.
Ans. c.1, s.14)
Abdülhak-ı Dehlevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) demiştir ki: "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnetti. Bid'at
sâhiplerinden (Peygamberimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp dinde sonradan
meydana çıkarılan işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allahü
teâlânın mârifetine (O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Vilâyet (evliyâlık) nûrları
bunların kalplerine girmemiştir.(E.
Ans. c.1, s.14)
Büyük âlim ve velî
Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri de şöyle buyurmuştur:
"Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve
her şeyden ayrılıp Allahü teâlâdan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı
terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak,
ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve şeytana uymaz." (E.
Ans. c.1, s.14)
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf
yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin
sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün
olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin
çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i
fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed
Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan
şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i âfâkîde ele
geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir. (E.
Ans. c.1, s.28)
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri "Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı,
matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba
kavuşturur." demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde
ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi,
süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Seyr-i
enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten
kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i
enfüsî muhakkak lâzımdır." buyurmuştur. (E.
Ans. c.1, s.28)
Allahü teâlânın isimlerinde
ve sıfatlarında ilerleme, Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni
olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak)
seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, "Allahü teâlâya kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için
mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak
lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir."
demiştir. (E. Ans.
c.1, s.28)
Allahü teâlâya doğru olan
yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden
kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf
yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir. (E.
Ans. c.1, s.28)
Abdülhakîm bin Mustafa
Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde
fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı
için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna
kavuşulamaz." demiştir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf yoluna girip
ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye bağlıdır." buyurmuştur. Seyr-i murâd (murâdların,
seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol) ile
ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan
bu rehberin bakışları, kalp hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere
tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî
hastalıkları giderir. (E.
Ans. c.1, s.28)
Tasavvufta nihâyete kavuşan
bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün
bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed
Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makâmı,
peygamberlere mahsûstur." demiştir. (E.
Ans. c.1, s.29)
Sözlükte
toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiyyet, hep bir olanı
müşahede (eserlerini görmek) ile meşgûl olup, kendinden dahi habersiz olma hâli
yâni kısaca rûhunu ve kalbini toplayıp, Allahü teâlâdan başkası ile olmama
hâlidir. İmâm-ı Rabbânî, cemâatle kılınan beş vakit namaz ve devâmlı Allahü
teâlâyı zikretmenin cemiyyete sebeb olacağını beyân etmektedir. (E.
Ans. c.1, s.30)
Allahü teâlâdan başka hiçbir
şeyin kalpte bulunmaması, berâberlik, birlikte olma, hâzır bulunmaya huzur da
denir. Muhammed Mâsûm Fârûkî, huzur, gafletten kurtulmaktan ibârettir
demiş, ayrıca huzurlu ve uyanık olan kalbin namazda, uykuda ve vilâyette aynı
olduğunu, huzur ve uyanıklığın kalbin melekesi olup onun gerekli sıfatları
olduğunu, hiç bir zaman ayrılık kabûl etmediğini ifâde etmiştir. (E.
Ans. c.1, s.30)
Tasavvuf yolunda bulunan bir
kimsenin Allahü teâlâyı anıp çok zikretmesi veya bir başka sebep netîcesinde
hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhun coşması, kalbinin elinde olmadan
gayr-i ihtiyârî kendinden geçip taşma hâline vecd denir. İmâm-ı Rabbânî; "Hâller
ve vecdlerin, beğenilip aranılan matlûbun başlangıcı olduğunu, maksad olmadığını
belirtmiştir. Hatta tasavvuf yolunda bulunan sâlikin zâhirini, dînin emir ve
yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi,
bütün işlerinde, Allahü teâlânın rızasından başka düşünceleri kalbinden
çıkarmaya, kibir, hased (kıskançlık), kin gibi manevî hastalıklardan temizlemeye
çalışması da, kalpte ve rûhda vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle olur."
demiştir. (E. Ans.
c.1, s.30)
Aşk, muhabbet hâlleri, kalbe
gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluklar) mevâcid diye de isimlendirilir.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr; "Bütün ahvâl (kendinden geçme hâlleri) ve mevâcidi bize
verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler,
kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve
arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl ve mevâcid hiç
vermeseler, hiç üzülmem." demiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Tasavvuf yolcularının,
bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller) mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler;
imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât
(hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâsıtadan
başka bir şey değiller." demiştir. Hatta Muhammed Bâkî-billah, ihlâs (her şeyi
Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek
derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vazgeçmek,
ilim ve mârifetler edinmek lazım geldiğini ifâde etmiş, onların gâyeye götüren
yol ve maksadın başlangıcı olduğunu da belirtmiştir. Yine İmâm-ı Rabbânî; "Ahvâl
(hâller) ve mevâcid, matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin başlangıçları olup
maksad (gâye) değildir." dedikten sonra şöyle bir açıklama yapmıştır: "İslâmiyetten
kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa,
bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde hâller) denir ki, onu
dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler." (E.
Ans. c.1, s.30)
Kalbe, gönüle gelen ve bir
müddet kalan düşünceye hâtır denilir. Abdülgânî Nablüsî, bu konuda şu açıklamayı
yapmaktadır: "Kalbe gelen düşüncelerden, birincisi kalpte durmaz def edilir.
Buna hâcis denir. İkincisi kalpte bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü,
yapmak ile yapmamak arasında tereddüd olunur. Buna da hadîsün-nefs denir.
Bunları melekler yazmaz. Seyid Abdülhakîm Efendi, İslâmiyete uymayan hâtırların
bâtıl olduğunu, şeytan tarafından gelen hâtırların hepsinin günâha dâvet
olduğunu ifâde etmiştir. Ebû Süleymân-ı Dârânî; "Havâtır ve niyetleri önce,
Kitap ve Sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide, uygun olanları
söyleyip yapıyorum." demiştir. Hâdimî de; "Havâtır nefse acı gelirse,
hayr olduğu; tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer (kötü) olduğu anlaşılır.
Bunu anlamak için İslamiyete uygun olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih,
günâh işlemeyen bir âlime sorulur." demiştir. (E.
Ans. c.1, s.31)
Teveccüh, tasavvuf yolunda
ilerleme, yükselme sebeplerinden en önemli olanıdır. Bu, bir velînin, Allahü
teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya
sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her
şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine feyz, mârifet, ilim
ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurması,
yüksek derecelere kavuşturması demektir. Muhammed Mâsûm; "Pîrin (tasavvuf
büyüğünün) teveccühünü, zulmet ve keder dağlarını, her ne sûretle ortaya çıkarsa
çıksınlar, sadık talebeden kaldırıp, uzaklaştırır." demiştir. Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ; "Tasarruf sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı,
Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine
tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makamına eriştirir.
Bazısı, Allahü teâlânın emri olmadan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye
teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman
kalplere tasarruf ederler." demiştir.(E.
Ans. c.1, s.25)
İmâm-ı Rabbânî; "Tasavvuf
yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların
verâsını yâni ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak
ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de
müridin (talebenin) ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur." demiştir.(E.
Ans. c.1, s.32)
Teveccüh, bir de, bir
kimsenin, hayatta veya vefât etmiş, kabirde olan bir velîden feyz alabilmek,
ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması,
hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi mânâsında kullanılır.
Abdullah-ı Dehlevî, bu konuda şunları söylemektedir: "Bâtındaki yâni kalbindeki
nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelîme-i
tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât
okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu
çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut,
Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî
edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin
faydasından daha çoktur."(E.
Ans. c.1, s.32)
Abdülhak-ı Dehlevî
Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan alarak diyor ki:
"İmâm-ı Mâlik; "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık
olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid'at sâhibi) yâni sapık olur.
Her ikisini edinen, hakîkate varır." buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun
zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce
bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek,
mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar
demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i
Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Haris-i
Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesallahü teâlâ esrârehüm)."(E.
Ans. c.1, s.35)
Tasavvuf büyüklerinin
kalplerine gelen ilhamlar, keşifler, ahkâm-ı şer'iyye için sened ve vesîka
olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîate (İslâmiyete) uygun
olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında
bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir
müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe
tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek
gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı
ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten
maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için ağaç dikmek şarttır.
Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'iyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl
olamaz.(E.
Ans. c.1, s.35)
Allahü
teâlâ, meleklere, cinne çeşitli şekiller alabilme kuvveti verdiği gibi, çok
sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyâç
yoktur. Havada, her zaman su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan
borusundan çıkan beyaz sis, buhar değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır.
Renksiz gazlar görünmez. Havadaki renksiz su buhârı, soğuk sabahlarda çiğ
hâlinde dâneler şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek şekiller
alabilmektedir. İşittiklerimiz ve okuduklarımıza göre, evliyâdan birçoğu, bir
anda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlardır. Burada
latîfeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler halini almaktadır.
Bunun gibi, meselâ Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir
velîyi, hacılar Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, meselâ aynı günde
İstanbul'da, bir kısım kimseler de, bu velî ile, yine o gün, Bağdad'da
görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif şekiller
almasıdır. Bâzan o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere,
yanılıyorsunuz, o zaman, evimdeydim, o memleketlere gitmemiştim, o şehirleri
bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan
kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzı
evliyâdan yardım istemişlerdir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen
orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu velinin
yaptığı yardımlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olmamaktadır. Bu hâl,
bilhâssa muhârebelerde görülmüştür. Böyle yardımları yapanlar, o din
büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu âlem-i şehâdette,
bâzan da âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir gecede, binlerce kimse rüyâda görüp istifâde etmektedir.
Bu gördükleri, hep O'nun latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki
şekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki
sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.(E.
Ans. c.1, s.35)
Muhammed Mâsûm Serhendî,
Mektûbât'ında (2. cild, 140. mektub) diyor ki: "Hadîs-i kudsîde; "Bir velî
kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
arasında, en sevdiğim, ona farz ettiğim şeydir. Nâfile ibâdet yaparak, bana
yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı
zaman, elbette korurum." buyruldu. Farzlarla hâsıl olan kurb, yâni Allahü
teâlâya yaklaşmak, nâfilelerle hasıl olandan, elbette daha çoktur. Fakat, takva
sâhiplerinin ihlâs ile yaptığı farzlar kurb hâsıl eder. (Takvâ, haramlardan
nefret etmek, haram işlemeyi hâtıra bile getirmemektir. Allahü teâlâya
yaklaşmak, O'nun rızâsına, sevgisine kavuşmak demektir.) Takvâ ve ihlâs elde
etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdiği vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların
kurb hâsıl etmesi için, bu nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Nâfile ibâdetleri
yapmaya "Sülûk" denir. Sülûk vâsıtası ile, insanda "Fenâ" hâsıl olarak, Allahü
teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra "Bekâ" hâsıl olarak,
Allahü teâlânın sevgisi, kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi
Allah için yapar. Böyle insana "Velî" denir. Ancak bunun yaptığı farzlar kurb
hâsıl eder. Takvâ hâsıl etmek için iki yol vardır: Birincisi, Ehl-i sünnet
îtikâdını ve ibâdetlerin şartlarını ve haramları öğrenip, haram işlememek için
kendini zorlayarak, ibadetleri yapmaktır. Bunları öğrenmek ve yapmak senelerce
sürer. İkinci yol, sülûk vazîfeleridir. Bu yol ile, takvâ az zamanda hâsıl olur.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, hep bu yoldan takvâya kavuştular. Bir "Mürşid"i,
"Rehber"i tanıyıp, sohbetinde bulunan, yâni yanında edeb ile, severek oturan
yâhut uzaktan râbıta yapan, yâni yüzünü hayâline getirerek edeb ile bakan
kimsenin kalbine, mürşidin kalbinden feyz gelir. Yâni kalbinde fenâ ve bekâ
hâsıl olur. Bir "Rehber" tanımayınca, birinci yolda çalışmak îcâb eder. Mazhâr-ı
Cân-ı Cânân hazretleri; "Bütün feyzlere, bütün nîmetlere, üstâdlarıma olan
sevgim sebebi ile kavuştum. Kusurlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâya
yaklaştırmaya sebeb olabilir mi?" buyurdu. İbâdetin, insanı, Allahü teâlâya
yaklaştırabilmesi için, ihlâs ile yapılması lâzımdır. İhlâs da, ancak âriflerden
feyz almakla hâsıl olur. Künûzu'd-Dekâik'daki hadîs-i şerîfte; "Her şeyin menbâı
vardır. İhlâsın, takvânın menbâı, kaynağı, âriflerin kalpleridir." buyruldu.
Velî olmak için, yâni Allahü teâlâya yakın olmak, yâni O'nun sevgisine kavuşmak
için, farzları yapmak lâzımdır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra, haramlardan sakınmak ve farz
olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi
temizlenir. Muhakkak velî olur.(E.
Ans. c.1, s.36)
Senâullah-ı Pânî-pütî'nin
yazdığı on ciltlik kıymetli kitabı Tefsîr-i Mazharî'de Cin sûresinin 26. âyet-i
kerîmesinin tefsîrinde Allahü teâlânın, gaybdan bildiği şeylerin bâzılarını
Peygamberlerinden dilediğine bildirdiğini açıklarken; "Allahü teâlâ, evliyâsına
vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömer'e, Sâriye'yi gösterdi. Mûsâ aleyhisselâmın
annesine, oğlunu deni- ze koymasını, yine geri göndereceğini ve peygamber
yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahiy gibi bildirdiğini ve
hazret-i Meryem'e; "Hurma kütüğünü salla, tâze hurma olacak. Onları ye."
dediğini haber veriyor. Bunlar peygamber değildi. Velî idiler." buyruluyor.
Akâid kitaplarında, evliyânın kerametlerinden bir kısmı yazılmıştır.(E.
Ans. c.1, s.36)
Abdülganî Nablüsî'nin, El-Hadîkat-ün-Nediyye
fî Şerh-it-Tarîkat-il-Muhammediyye (c.2, s.126) isimli kıymetli kitabında
açıkladığına göre: "Resûlullah ile, Eshâb-ı kirâm ile ve Tâbiîn ile, bunlar
öldükten sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek, yâni bunların hürmeti için,
dilekte bulunmak câiz ve meşrûdur. Tevessül etmek, şefâatini istemektir. Ehl-i
sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu bildirdiler. Mûtezile fırkası ise buna
inanmadı. Tevessül edenin duâsının kabûl olması, tevessül olunanın kerâmeti
olur. Yâni, öldükten sonra kerâmet göstermesi olur. Bid'at sâhibi, sapık olanlar
buna inanmadılar. İmâm Abdürraûf el-Münâvî El-Câmiu's-Sagîr şerhi olan Feyz-ul-Kadîr'inde
bu câhillere cevap vermektedir. İmâm-ı Sübkî de buyuruyor ki: "Resûlullah ile
tevessül etmek, yâni istiğase etmek, O'ndan şefâat istemektir. Bu ise güzel bir
şeydir. Önceki ve sonraki İslâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey
dememişlerdir. Yalnız İbn-i Teymiyye, bunu inkâr etmiştir. Böylece doğru yoldan
ayrılmıştır. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirisinin söylemediği bir
bid'at çıkarmış, bu bid'ati ile müslümanların diline düşmüştür. Resûlullah'ın
ismi ile kasem ederek, yâni Resûlullah hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan bir
şey istemenin câiz olduğunu, İbn-i Abdüsselâm uzun bildirmektedir. Resûlullah'ın
vârisi olan evliyâ ile de kasem câiz olduğunu, Ma'rûf-i Kerhî bildirmekte ve bu
husus Kuşeyrî Risâlesi'nde yazılmaktadır."(E.
Ans. c.1, s.27)
Yine Hadîka'da (s.151)
deniliyor ki: Herhangi bir müctehidin câiz olur dediği bir şeyi yapana mâni
olmamalıdır. çünkü dört mezhebden birini taklid etmek câizdir. Bunun için, kabir
ziyâret edenlere, evliyânın mezarları ile teberrük edenlere, hastası iyi olmak
için veya gâib olan şeyin bulunması için bunlara nezir yapanlara mâni
olmamalıdır. Adak yaparken, evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet
edenlere adak demektir. Fakire zekât verirken, ödünç verdiğini söylemek gibidir
ve böyle söylemenin câiz olduğu bildirilmiştir. Burada söze değil, mânâya
bakılır. Bunun gibi, fakire verilen hediye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka
da hediye olur. İbn-i Hacer-i Heytemî, evliyânın kabirlerine nezir yapılırken,
onun çocuklarına veya talebesine, yâhut orada bulunan fakirlere sadaka olması
gibi başka bir kurbet, yâni başka bir hayır niyet edilirse, bu nezrin sahîh
olacağına fetvâ vermiştir. Böyle nezirlerin, niyet edilen kimselere verilmesi
lâzım olur. Şimdi türbelere yapılan nezirlerin hepsinde böyle niyet
edilmektedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmiş evliyâya dil
uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden dinimize uymayan mânâlar çıkarmak,
öldükten sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter
sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni olmak, müslümanlara sû-i
zan, zulmetmek, mallarını gasb etmek gibi, hased, iftira ve yalan söylemek ve
gıybet etmek gibi haramdır. (E.
Ans. c.1, s.38)
Pekçok insanın, Allahü
teâlânın yoluna girmesine vesîle olan, İslâmiyet'e pek büyük hizmetler yapmış
olan büyük âlim ve velîlerin kıymetle-rini bilip hiçbirine dil uzatmamalıdır.
Çünkü inkâr eden mahrûm kalır. (E.
Ans. c.1, s.38)
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlei, "Tasavvuf nedir?"
sorusuna cevaben; "Tasavvuf sevgilinin kapısına çökmektir. İsterse kovsun.
Tasavvuf, uzaklığın kederlerini, acı tadını tattıktan sonra yakınlığın tadına
ermektir. Sâfiyetini saflığını, temizliğini bulmaktır. Biz bu tasavvuf
konusunda, kılıcın keskin tarafı gibi bir hadde ulaştık. Azıcık meyl ve sapma
göstersek ateşe düşeriz. Bizim bu mezhebimiz yâni tasavvuf yolu, baştan sona
ciddiyettir. Ona şaka nâmına bir şey karıştırmayız." Buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Tasavvuf yolunda
bulunanın alâmeti nedir?" diye sordular. "Her durumda ve her işte, en faydalı
şey ile meşgûl olmak ve kötülüklerden uzak durmaktır." buyurdu.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün tasavvufu
sordular. O; "Tasavvuf, baştan başa edeptir. Zîrâ her vaktin bir edebi, her
makâmın bir edebi ve her hâlin bir edebi vardır. Vakitlerle ilgili edebe riâyet
edenler (vaktini iyi şeylerle geçirenler), velî kimselerin makâmına ulaşırlar.
Edebi terk edenler, Allahü teâlâya yakın olduklarını zannettikleri hâlde, O'ndan
uzaktırlar. Bâzı kullar da vardır ki, kendilerinin zannettiklerinden daha yüksek
bir mertebeye sâhiptir, daha sevgilidirler."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Tasavvuf
nedir?" dediler. Cevaben; "Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir. Yâni, tasavvuf
talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefisle muhârebe netîcesinde gerçekleşir."
Başka bir keresinde de;
"Tasavvuf, çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan vazgeçmek ve güzel huylarla
bezenmektir."
Tasavvuf kalp huzûru,
murâkabe ve gönül uyanıklığı ile Allahü teâlâyı zikretmek, sünnete uygun amel
etmektir." dedi. |
|