|
TARÎKAT
Suriye'de yetişen evliyâdan
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir
sohbetinde; "Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îmân kurtarma
mektepleri hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh
ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları îmânlarının
kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i
Muhammed'in îmânını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye
bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam
hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir
ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı anmak, gönlü Allahü teâlâdan
başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî
hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber
efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle
anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir
senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah
efendimizi rüyâmda gördüm.
"Ey oğlum, niçin
konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında
nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ mübarek
ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve
vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda
kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste
benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu.
"Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç."
buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye
tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden
kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.
Evliyânın büyüklerinden ve
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zerrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; "Yolumuzun esâsı nedir?" diye soran birisine şöyle cevap verdi:
"Yolumuzun esâsı beştir. 1) Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmak,
haramlardan, yasak ettiklerinden sakınmak. 2) Söz ve hareketlerde Sünnet-i
seniyyeye uymak, 3) İnsanlardan birşey beklememek, 4) Fakirlikte ve zenginlikte
Allahü teâlânın takdirinden râzı ve hoşnud olmak, 5) Genişlikte ve darlıkta
Allahü teâlâya yönelmek.
Takvâ: Allahü teâlâya
yönelmek ve doğruluk ile; Sünnet-i seniyyeye uymak, kendini muhâfaza etmek ve
güzel ahlâk ile; insanlardan bir şey beklememek, sabır, tevekkül ile; Allahü
teâlâdan gelene rızâ göstermek, kanâat ve tefviz (helâl şeyleri elde etmekte
sebeplere yapışıp, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek) ile; Allahü
teâlâya dönmek, genişlikte O'na hamd ve şükür etmek, darlıkta O'na sığınmak ile
olur. Bunlara erişebilmek için de; 1. Yüksek gayret sâhibi olmak, 2. Allahü
teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak, kulluk vazîfelerini
iyi yapmak lâzımdır.
Ali Yeşrûtî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Şam'daki evliyânın büyüklerindendir. Tasavvuftaki silsilesi, hocası vâsıtasıyla
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerine ulaşan Ali Yeşrûtî hazretlerinin
yolu, Şam beldelerinde yayıldı. Yolunun esâsı; "Gizli ve âşikâr ve her yerde her
durumda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak, her işinde Peygamber efendimizin ve
kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yola uyup bid'atlerden, sapıklıklardan
sakınmak, bollukta ve darlıkta kimseden bir şey beklememek, aza ve çoğa râzı
olmak, sevinçli ve kederli günlerde Cenâb-ı hakka sığınmak"tan ibâretti.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Serahs şehrine
geldi. Yüksekçe bir tepe üzerinde Lokmân-ı Mecnûn'u gördü. Yanına gitti,
kaftanını yamıyordu. Ebû Saîd onu seyrederken kendi gölgesi, Lokmân'ın
kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı Mecnûn, yamayı kaftanına dikince buyurdu
ki: "Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile bu kaftana diktik." Sonra elinden tutup,
Ebü'l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin huzûruna götürdü. Ona; "Ey Ebü'l-Fadl! Bunu
sakla, bu sizdendir." dedi. Ebü'l-Fadl-ı Serahsî, Ebû Saîd'in elinden tutup
yanına oturttu ve; "Maksadımız, insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermektir.
İnsanlara gönderilen yüz yirmi dörtbinden ziyâde peygamber, onlara "Allah"
dedirtmek ve O'na ibâdet ettirmek için geldiler." buyurdu. Ebû Saîd, Ebü'l-Fadl'ın
kalblere hayat veren bu güzel sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi.
Ebü'l-Fadl, kendisini talebeliğe kabûl etti ve;
"Kendinden geçerek geri
kalma amelden,
Bu büyük devleti, sakın
çıkarma elden."
buyurdular.
Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs
Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânındaki câhil kimselerden sakınır,
ilimden haberi olmayan câhil tarîkatçılardan da son derece şikâyetçi idi.
Onların yaptıkları şeylerin din ile bir ilgisi olmadığını, şu sözleriyle beyân
etmiştir: "Bu kimseler tasavvuf yolunu değiştirdiler, büyüklerin doğru yolunu
bozdular. Kendilerine göre bâzı isimler uydurup, bunlara da yanlış mânâlar
vererek tasavvufun asıl mânâsını bozdular. Meselâ: "Tamah kelimesine ziyâde,
edepsizliğe ihlâs, boş arzular peşinde koşmaya selâmet, kötü (kerih) işlerle
meşgûl olmaya lezzet, dünyâya dalmaya vuslat ismini verdiler. Allahü teâlânın
râzı olduğu yoldan ayrılıp, sapık yollara dalmak, onlara göre şenliktir. Kötü
huylar, onlar için kuvvettir. Evliyânın yolu bu mudur? Halbuki bu bü-yüklerin
yolu; edepli olmak ve dünyâya ehemmiyet vermemek üzerine kurulmuştur. Allahü
teâlâ o büyüklerden râzı olsun."
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, mensûbu olduğu Şâziliyye
yolunun hazret-i Hasan'a dayandığını bildirerek; "Bizim bu yolumuz, hazret-i
Hasan'a dayanmaktadır. Hocalarımız silsile yoluyla hazret-i Hasan'a
ulaşmaktadır. Her insanın da, kendilerinden ilim öğrendiği hocalarının
silsilesini bilmesi elbette lâzımdır." buyurdular.
Hindistan'da yetişen Îslâm
âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Fethullah Evdehî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri'nin babası Abdülehad
hazretlerinin hocası olan Abdülkuddûs bin Abdullah da, Fethullah Evdehî
hazretlerinin talebesidir. Fethullah Evdehî, pekçok talebe yetiştirdi.
Talebelerinin önde gelenlerinden olan Şeyh Kâsım Evdehî, hocasından ve diğer
büyüklerinden duyduklarını bir kitap hâline getirdi. Âdâb-üs-Sâlihîn isimli bu
eserde şöyle yazmaktadır: "Bu Çeştiyye yolunun büyüklerinin, halîfelerine ve
talebelerine vermeyi âdet edindikleri; seccâde, tarak, tesbih, baston, makas,
iğne, ibrik, kâse, tuzluk, leğen, güğüm, ayakkabı ve na'lın gibi şeylerin
herbirinin ayrı bir mânâsı vardır. Seccâde: Tâat, ibâdet, istikâmet ve doğru
yola sımsıkı sarılmaya; Tesbih: Kalbin dağınıklığını giderip asıl işle meşgûl
olmaya; Tarak: Kötülüğün, çirkinlik ve lüzumsuz işlerin atılmasına; Baston:
Hakîkî var ve bir olan Allahü teâlâya güvenip, dayanmaya; Makas: Allahü teâlâdan
başka şeylerle olan meşgûliyetleri kesip, emelleri, arzu ve istekleri kısa
yapmaya; İğne: Sûret, görünüş ile mânâyı birbirine bağlamaya işârettir. Ama
iğneyi ipliksiz vermezler. İbrik ve kâse: Fukarâ ve misâfire ekmek ve su ikrâm
etmeye; Tuzluk, Leğen ve Güğüm: Sofraya, yâni derviş sofralarının halîfeye
havâle edildiğine alâmettir. Ayakkabı ile Nâlın: Sağlam adım atmaya işârettir."
Osmanlı devletinin kurluş
yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tarîkatın, tasavvuf yolunun ilk makâmı, bir âlime
cân u gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, can u gönülden olan pişmanlıktır
ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek
Allahü teâlâdır. Tövbe ettikten sonra O'na tevekkül etmelidir. İkinci makâmı,
talebe olmaktır. Üçüncü makâmı, mücâhede, nefse zor gelen, nefsin istemediği
şeyleri yapmaktır. Dördüncü makâmı, hocaya hizmettir. Beşinci makâmı, korkudur.
Altıncı makâmı, ümitli olmaktır. Yedinci makâmı, şevktir ve fakirliktir.
Hacı Bektâş-ı Velî
hazretleri'nin derslerini ve sohbetlerini tâkib ederek onun tarîkatına
bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektâşî" denildi. bu temiz,
îtikâdları düzgün olan ve ibâdetlerini yapan Bektâşîler zamanla azaldı. Daha
sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle, hakîkî Bektâşîlik unutuldu ve
zamânımızdan yüz sene önce ise hiç kalmadı. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve
îtibâr edilen bu isim, Hurûfî denilen sapık kimseler tarafından da siper olarak
kullanıldı. İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri olan Hurûfiliğin
kurucusu Fadlullah Hurûfî, Tîmûr Han tarafından öldürülünce, dokuz yardımcısı
kaçarak Anadolu'ya geldiler. Bunlardan Aliyyül-A'lâ ismindeki kimse, bir Bektâşî
tekkesine geldi. Câvidân adlı kitaplarını gizlice yaymaya, câhilleri aldatmaya
başladı. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yolu budur dedi. Halbuki Hacı Bektâş-ı Velî'nin
yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamâmen ayrıldılar. Hurûfîlik,
haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, bozuk
rûhlu insanlar arasında çabucak yayıldı. Sözlerine "Sır" deyip, çok gizli
tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürdükleri bile olurdu.
Sırları Câvidân kitabında a, c, v, z, ... gibi harflerle işâret edilmektedir.
Hurûfîler, Bektâşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında
çalışmışlardır.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin
şiîlikle ilgisi bulunduğunu söyleyenler yanında, bâzıları da onun sapık Baba
Resûl'ün halîfesi olduğunu, namaz kılmadığını ve şerîata aldırmadığını
kaydetmektedirler. Oysa Makâlât'ın asıl nüshaları tetkîk edildiğinde, onun;
İslâm dînine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslâmiyete uymayan
davranışlara şiddetle karşı çıkan mübârek bir velî olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan Hacı Bektâş-ı
Velî devrine en yakın zamanda yazılmış olan Tiryâkü'l-Muhibbîn'de Vâsıtî onun
Ahmed-i Yesevî'ye mensûb olduğunu zikretmekte ve şu silsileyi vermektedir:
Es-Seyyid Bektaş
el-Horasânî, Ahmed-i Yesevî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Yûsuf-ı Hemedânî, Ebû Ali
Fârmedî, Ebü'l-Hasan Harkânî, Abdülkâsım Gürgânî, Ebû Osman Mağribî ve Cüneyd-i
Mağdâdî yolu ile hazret-i Ali'ye ulaşmaktadır.
İstanbul’da yetişen
evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını
bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır.
Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ
ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat
kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan
gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir
uçuruma düşmelerinden korkulur.
Bir başka grub daha vardır
ki, bunların ne gusl abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır. Her
türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. “Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz
o zaman alınmıştır. Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur”, “Biz cemâl
âşıkıyız. Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur” derler. Bu gibi kimselerden
uzak olmak lâzımdır. Bu kimselerden uzak kalmak, Allahü teâlâya yakın olmaktır.
Bu gibiler pisliğe batmışlardır. Yanlarına varanlara pislik bulaşır.
Bir hoca, ilim öğrenmek
isteyen talebesine şu beş şeyi emreder: 1) Devamlı abdestli olmak, 2) Farz
namazları, cemâati terk etmeyerek vaktinde kılmak, 3) Kazâya kalmış namaz ve
oruç borcu varsa, onları da en kısa zamanda tam olarak edâ etmek, 4) Yalan
söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak, 5) Hiç
kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affedilmesi için duâ ile meşgûl
olmak.
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerine nasîhatı şöyle oldu: "Bu yola girenin, her şeyden önce bu yolun
edebini öğrenmesi lâzımdır. Hiçbir edepsiz vâsıl-ı ilallah olamamış, Allahü
teâlâya kavuşamamıştır."
"Allahü teâlânın zâtında ve
sıfatlarında mârifet sâhibi olmak isteyenin, basîret sâhibi olması lâzımdır.
Zerreden Arş'a kadar bütün mahlûkât, Allahü teâlânın ezelî varlığının bir
delîlidir. İbret nazarıyla bakanlar, O'nun varlığını, birliğini, kudret ve
azametini ancak basîreti kadar görebilirler."
"Hiç kimsenin elinde bir şey
yoktur. Allahü teâlâ dilerse olur, insanın güç yetirip yetirmemesi önemli
değildir. Bize düşen, çalışıp neticeyi beklemektir. Ölmeden önce ölmek
lâzımdır."
Anadolu velîlerinden Ömer
Füâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İslâmiyeti bilmeyen ve tarîkatçı geçinerek
insanları saptıran nâkıs kimselerle ilgili olarak buyurdu ki:
“Varmayın nâkıs u nâdân
yanına tâlipler
Dervişi nâkıs eder, mürşidi
nâdân olsa
Feyz-i Rahmân ile kâmil
olurdu derviş
Ey Füâdî mürşidi mazhar-ı
rahmân olsa.”
Halvetiyye yolunun esâsını
anlatırken de buyurdu ki:
“Zikr-i Hak’da hûya girmek
isteyen
Sâlih olsun Halvetî erkânına
Hû ile Lâhûta ermek isteyen
Mâlik olsun Halvetî
irfânına.”
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bizim yolumuzun
esası altı şeydir: Allah'ın kitâbına sarılmak, Resûlullah'ın sünnetine uymak,
helâl yemek, insanları incitmemek, yasaklardan uzak durmak, hakkı ve borcu
ödemede acele etmek."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini,
Çorlulu Ali Paşanın mühürdârı Kırîmî Abdullah Ağa çok severdi. Dergâhın
tâmirinde çok hizmeti geçti. Ünsî Efendiye sık sık gelir sohbetini dinlerdi. Bir
gün onun da bulunduğu bir mecliste Ünsî Efendi ona hitâb ederek; "Dinle Abdullah
Efendi! Tarîkat, Allahü teâlânın bildirdiği yol ve Peygamber efendimizin izidir.
Bir kimse İslâmiyete uymayan bir şey yapsa, ona devâm etse, ona hakkı tanımak ve
temiz bir vicdan nasîb olmaz. Tâ ki bu şeyi yapmayı terk edene kadar. Kişinin
murâdı sâdece Allahü teâlânın rızâsı olmalıdır. Başkası olursa ona dünyâ
belâları ulaşır. Bundan tövbe etmelidir." Buyurdu. Meclis dağıldıktan sonra
oradakiler Abdullah Ağadan bu sözlerin sebebini sordular. O da; "Bilmem. Ünsî
Efendi böyle söyleyiverdi." dedi. Bir zaman sonra Abdullah Ağa yakalanıp,
zindana atıldı. Çok sıkıntılar çekti. Sebebini bir türlü anlayamamıştı. Bir gün
celladlar ona; "Suçun yokmuş, serbestsin gidebilirsin." dediler. Abdullah Ağa
zindandan kurtuldu. Evine gitmeden doğruca Ünsî Efendiye gelip ellerini öptü,
hâlini arzetti. Sonra dışarı çıktı. Oradakiler, hâlini ve Ünsî Efendinin
anlattıklarını sordular. O da; "Ünsî hazretlerine talebe olduğumda kimyâ ilmine,
sarraflığa merak salmıştım. Sonradan beni hapsettiler. Çok eziyet çektim.
Hapiste bir gece rüyâmda Ünsî hazretlerini gördüm. Bana heybetli bir şekilde;
"Kimyâ, sarraflık arzusunu gönlünden çıkar. Yoksa katledileceksin." buyurdular.
Hemen o saat dünyâ arzusunu gönlümden çıkardım. Tövbe ettim. Sabahleyin
celladlara ferman gelip beni serbest bıraktılar. Ben de gelip bu hâlimi Ünsî
Hasan Efendiye arzettim. Bana tebessüm ederek; "Eğer tövbe etmeseydin
katledilecektin." buyurdular. Kurtuluşum onun kerâmetiyle oldu." dedi. |
|