CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (T - Z)

Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: a) Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı olmak, c) Bid'atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak, f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre bile dışarı çıkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini beğenmişler tâifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ'dan üstün zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler." buyurdular.

Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde hocası Yâkûb-i Çerhî (r.aleyh) hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:

Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. Yâkûb-i Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî'nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine Yâkûb-i Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden uzatıp;

"Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek."

Türkistan'ın büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri talebelerine şöyle buyurmuşlardır: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın."

Yine şöyle buyurmuştur: "Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz."

Bir gün ders esnâsında Yûsuf Bahri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir konuda hocasına îtirâzda bulundu. Dersten çıkınca hocası, Yûsuf Bahri Efendiyi yanına çağırarak; “Benden nasîbini aldın. Bundan sonra Mısır’da Şeyh Murtaza’dan ilim öğrenmeye devâm edeceksin.” buyurdu.

Yûsuf Bahri Efendi, hazırlığını yapıp, heybesine kitapları doldurarak yola çıktı. Kâhire’ye varınca, Şeyh Murtaza’yı arayıp, Câmi-i Ezher’de ders okuttuğunu öğrenince, oraya gitti. Câmi, kapısına kadar dolu idi. Kapının önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye başladı. O sırada içeriden biri gelip; “Şeyh Murtaza Efendi; “Kapıda duran Yûsuf’a omuzundaki heybeyi Nil’e atıp gelmesini söyleyin diyor” dedi. Yûsuf Bahri Efendi bu âni hitap ile şaşırdı. Nil kenarına giderek, bir kazık çaktı ve heybenin ucuna bir ip bağlayıp, Nil’e attı. İpin ucunu da kazığa bağladı. Sonra tekrar Câmi-i Ezher’e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; “Hoca sana, kazığı çeksin de gelsin, diyor.” dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dönüp, bağladığı ipi söktü ve heybe Nil sularında kayboldu. Geri dönüp câmiye geldiğinde talebeliğe kabûl edildi. Böylece bir büyüğe bağlanmak için boş gidilmesi gerektiğini anladı.

Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza Efendinin sohbetlerinde kemâle geldikten sonra, icâzet, diploma aldı. Hocası onu insanlara doğru yolu anlatmak için memleketine gönderdi. Giderken; “Yûsuf, hac zamânı yakındır. Hac farîzasını yerine getir de öyle git.” buyurdu. Yûsuf Bahri Efendi hac farîzasını yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret maksadıyla Medîne’ye gitti. Ravda-i mutahherayı ziyâret ederken iç kapısının üstündeki hadîs-i şerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla olduğunu gördü. Kaldırılmasını ilgililere söyledi. Bu durumu görüşmek için toplanan ulemâ; “Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediğine, bir Türk hoca gelmiş de fazla diyor.” diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi küçümsediler ve öldürmek istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalığı yatıştırmak için; “Benim söylediğim hadîs-i şerîfi yazın, bir de kapının üstündeki hadîs-i şerifi yazın. Her ikisini de kapının önüne koyalım. Sabahleyin bakın, benim dediğim gibi çıkmazsa, beni öldürün.” dedi. Denileni yaptılar. Ertesi sabah kağıtlara bakıldığında, Yûsuf Bahri Efendinin söylediği şekilde yazılı olan kağıdın altına ince bir kalemle; “Sadeka Yûsuf-i Bahri.” yazılmış olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri ünvânını kazanan Yûsuf Bahri Efendinin büyüklüğü Medîne ulemâsı tarafından kabûl edildi. Durum Sultan İkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri Efendiyi İstanbul’a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir gün taşradan bir hoca efendi, gelip hürmetle el öptü ve ağlamaya başladı. Kendisinden ağlamasının sebebi soruldukta, şöyle anlattı: “Efendim! Ben size daha görmeden âşık oldum. Bir şehirde vâizdim. Bir gün kürside vâz ederken kulağıma; “Allah için bu zamânın kutbu, Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir.” diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine aklım başımdan gitti. Konuşamaz oldum. Ağlamaya başladım. Benim ağlamamı görünce, cemâat da ağlamaya başladı. Sonra güçlükle; “Ey müslümanlar! Hastayım. Vâz edecek hâlim kalmadı.” dedim ve kürsüden indim. Eve gittim. Aklımdan gitmez oldunuz. Uyku uyuyamaz oldum. Ertesi gün mescide geldim ve kürsüye çıktım. Yine aynı nidâ geldi. Kendimden geçtim. Üç gün bu hâlim devâm etti. Cemâat gelip; “Bu hâlin nedir bize anlat? Derdine derman olalım, tabib bulalım. Bizden saklama!” dediler. Bunun üzerine onlara; “Benim ilaç kabûl etmez bir derdim var. Beni perişan eyleyen bir sevgidir, bir aşktır, gece gündüz kalbimi yakar, gözlerimden yaş akıtır. Câmide vâz ederken kulağıma gelen bir nidâ ile ben bu hâle geldim. O nidâ da; “Bu zamânın büyüğü Ahmed Ziyâeddîn hazretleridir.” nidâsıydı. Bunun üzerine bu zâta âşık oldum. Nerede olduğunu bir bilsem.” dedim. Cemâat dağıldı. Bir müddet sonra bana, sizden haber getirdiler ve nerede olduğunuzu öğrendim. Şimdi de mübârek huzûrunuza gelerek sizleri görmekle şereflendim.” Hoca efendinin anlattıklarını dinleyen Ziyâeddîn hazretleri tebessüm edip; “Hoca efendi, Allahü teâlânın sevgili kulları kerâmetini açıklamaktan hayâ eder. İnsan, Allahü teâlâya kul olmakla, ibâdet etmekle şereflenir. İstikâmet doğru yolda olmak en büyük kerâmettir.” buyurdu ve onu talebeliğe kabûl etti.