|
TALEBE (T
- Z)
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler
şunlardır: a) Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, b) Farz ve
sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı olmak, c) Bid'atlerden ve fitnelerden
uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak,
f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre
bile dışarı çıkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini
beğenmişler tâifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir
defasında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid
Tâhâ'dan üstün zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz
ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın
çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için,
bu hocadan üstündürler." buyurdular.
Bir gün Seyyid Tâhâ
hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah! Üstâda
muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl
mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin
hastalıklarını izâle eder, giderir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde hocası Yâkûb-i Çerhî (r.aleyh)
hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile
tanışmasını şöyle anlatmıştır:
Herat'a gittiğim zaman,
güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu
anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. Yâkûb-i Çerhî'den aldığını
söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî'nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun
üzerine Yâkûb-i Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan
Helfetû'ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün
orada kaldım. Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime
devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra,
geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin
huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün
tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun
sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip
gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan
bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend
Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve
münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!"
buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık
gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti.
Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının
güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp
sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden uzatıp;
"Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin
elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu
el, Behâeddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum.
Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini
tâlim etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe
yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i
Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde
yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu
yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve
istidâtlılara ulaştır!" buyurdu.
Yâkûb-i Çerhî, talebesi
Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir büyüğün huzûruna
gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını
hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek."
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri talebelerine şöyle buyurmuşlardır:
"Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet
sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen
veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen
kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile
kendini karanlıkta aydınlatsın."
Yine şöyle buyurmuştur:
"Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya
benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse
pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz."
Bir gün ders esnâsında
Yûsuf Bahri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir konuda hocasına îtirâzda
bulundu. Dersten çıkınca hocası, Yûsuf Bahri Efendiyi yanına çağırarak; “Benden
nasîbini aldın. Bundan sonra Mısır’da Şeyh Murtaza’dan ilim öğrenmeye devâm
edeceksin.” buyurdu.
Yûsuf Bahri Efendi,
hazırlığını yapıp, heybesine kitapları doldurarak yola çıktı. Kâhire’ye varınca,
Şeyh Murtaza’yı arayıp, Câmi-i Ezher’de ders okuttuğunu öğrenince, oraya gitti.
Câmi, kapısına kadar dolu idi. Kapının önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye
başladı. O sırada içeriden biri gelip; “Şeyh Murtaza Efendi; “Kapıda duran
Yûsuf’a omuzundaki heybeyi Nil’e atıp gelmesini söyleyin diyor” dedi. Yûsuf
Bahri Efendi bu âni hitap ile şaşırdı. Nil kenarına giderek, bir kazık çaktı ve
heybenin ucuna bir ip bağlayıp, Nil’e attı. İpin ucunu da kazığa bağladı. Sonra
tekrar Câmi-i Ezher’e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; “Hoca
sana, kazığı çeksin de gelsin, diyor.” dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dönüp,
bağladığı ipi söktü ve heybe Nil sularında kayboldu. Geri dönüp câmiye
geldiğinde talebeliğe kabûl edildi. Böylece bir büyüğe bağlanmak için boş
gidilmesi gerektiğini anladı.
Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza
Efendinin sohbetlerinde kemâle geldikten sonra, icâzet, diploma aldı. Hocası onu
insanlara doğru yolu anlatmak için memleketine gönderdi. Giderken; “Yûsuf, hac
zamânı yakındır. Hac farîzasını yerine getir de öyle git.” buyurdu. Yûsuf Bahri
Efendi hac farîzasını yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâret maksadıyla Medîne’ye gitti. Ravda-i mutahherayı ziyâret
ederken iç kapısının üstündeki hadîs-i şerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla
olduğunu gördü. Kaldırılmasını ilgililere söyledi. Bu durumu görüşmek için
toplanan ulemâ; “Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediğine, bir Türk hoca
gelmiş de fazla diyor.” diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi küçümsediler ve öldürmek
istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalığı yatıştırmak için; “Benim söylediğim
hadîs-i şerîfi yazın, bir de kapının üstündeki hadîs-i şerifi yazın. Her ikisini
de kapının önüne koyalım. Sabahleyin bakın, benim dediğim gibi çıkmazsa, beni
öldürün.” dedi. Denileni yaptılar. Ertesi sabah kağıtlara bakıldığında, Yûsuf
Bahri Efendinin söylediği şekilde yazılı olan kağıdın altına ince bir kalemle;
“Sadeka Yûsuf-i Bahri.” yazılmış olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri
ünvânını kazanan Yûsuf Bahri Efendinin büyüklüğü Medîne ulemâsı tarafından kabûl
edildi. Durum Sultan İkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri
Efendiyi İstanbul’a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
dergâhına bir gün taşradan bir hoca efendi, gelip hürmetle el öptü ve ağlamaya
başladı. Kendisinden ağlamasının sebebi soruldukta, şöyle anlattı: “Efendim! Ben
size daha görmeden âşık oldum. Bir şehirde vâizdim. Bir gün kürside vâz ederken
kulağıma; “Allah için bu zamânın kutbu, Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleridir.” diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine aklım başımdan gitti.
Konuşamaz oldum. Ağlamaya başladım. Benim ağlamamı görünce, cemâat da ağlamaya
başladı. Sonra güçlükle; “Ey müslümanlar! Hastayım. Vâz edecek hâlim kalmadı.”
dedim ve kürsüden indim. Eve gittim. Aklımdan gitmez oldunuz. Uyku uyuyamaz
oldum. Ertesi gün mescide geldim ve kürsüye çıktım. Yine aynı nidâ geldi.
Kendimden geçtim. Üç gün bu hâlim devâm etti. Cemâat gelip; “Bu hâlin nedir bize
anlat? Derdine derman olalım, tabib bulalım. Bizden saklama!” dediler. Bunun
üzerine onlara; “Benim ilaç kabûl etmez bir derdim var. Beni perişan eyleyen bir
sevgidir, bir aşktır, gece gündüz kalbimi yakar, gözlerimden yaş akıtır. Câmide
vâz ederken kulağıma gelen bir nidâ ile ben bu hâle geldim. O nidâ da; “Bu
zamânın büyüğü Ahmed Ziyâeddîn hazretleridir.” nidâsıydı. Bunun üzerine bu zâta
âşık oldum. Nerede olduğunu bir bilsem.” dedim. Cemâat dağıldı. Bir müddet sonra
bana, sizden haber getirdiler ve nerede olduğunuzu öğrendim. Şimdi de mübârek
huzûrunuza gelerek sizleri görmekle şereflendim.” Hoca efendinin anlattıklarını
dinleyen Ziyâeddîn hazretleri tebessüm edip; “Hoca efendi, Allahü teâlânın
sevgili kulları kerâmetini açıklamaktan hayâ eder. İnsan, Allahü teâlâya kul
olmakla, ibâdet etmekle şereflenir. İstikâmet doğru yolda olmak en büyük
kerâmettir.” buyurdu ve onu talebeliğe kabûl etti. |
|