|
TALEBE (Ş)
Velîlerin önde gelenlerinden
Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî hazretlerinin, Ömer Rûşenî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine talebe olması şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî
hazretleriyle karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî
hazretleri; “Bu altın yaldızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy. Köle ve
hizmetçilerini bırak.” buyurdu. Şâh Kubâd; "Başüstüne Efendim!" diyerek, bütün
kıymetli eşyâlarını sattı. Elde ettiği binlerce altını alıp Rûşenî hazretlerine
getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine zor gelen şeyleri yaparak
hocasına candan hizmet etti. Rûşenî hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd
yetiştikten sonra Rûşenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim
aldığı altınları da kendisine verip, Şirvan’a gönderdi. O parayla dergâh ve
mescidler inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye
çalıştı.
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır:
Hakîkî büyüklere, Allah adamlarına kavuşmak için çok çalıştım. Çok gayret ettim.
Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve evliyânın kutbu Şeyh Nizâmeddîn Nârnûlî kendi
kıyâfetinde zâhir oldu. Beni benden aldı. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni
istediğini işâret etti. Tâkatım kalmadı. Yalın ayak, başı açık dışarı çıktım.
Nereye gideceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de yoktu. Birkaç gün
sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha
şehre girmemiştim ki, hazret-i Hâce kendi na'lın ve sarığını bir hizmetçinin
eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer bir hizmetçi geldi. Bana
bir kâğıt verip dedi ki: "Hazret-i şeyh, Allahü teâlânın ism-i şerîfini kendi
eliyle yazıp, size gönderdi. "Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere
kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi." Yedi gün mescidde kaldım ve o ismin
zikrine devâm ettim. Kalbimde bir derece safâ hâsıl oldu. Emrine uyarak huzûruna
gittim. "Elhamdülillah herkesten a'lâ oldun" buyurdu ve Îzâhında âciz kalacağım
mânevî ihsânlarda bulundu. O günden îtibâren "A'lâ" diye tanındım. Hazret-i
şeyhin işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile yazdım. Ondan sonra bir yıl beş
ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldım. Riyâzet ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet
birgün beni husûsî odasına çağırdı ve; "Bâbâ! On dört hânedandan bana ulaşan
nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memleketine git ve insanlara bu
büyüklerin yolunu, İslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki,
büyük dedeniz Kutb-ı Rabbânî Şeyh Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlı rüyâmda
bana buyuruyor ki: "Torunumuzu çabuk gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boş
kalmıştır."
"Yerin boşluğu"nun mânâsı
nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsî hırka, hilâfet ve ayrıca
baston ve tesbih verdi. Agra'ya geldiğimde, işittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül
atkıyâ Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi.
Pâni-püt'e geldim. Babamdan kalan pîrânın (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine
geçip vekîli oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devâm ettim.
Eski günlerimde Şeyh
Muhammed Mevdûd'un türbesine benzer bir hücrede beş gün kaldım. Hiçbir şey
yemedim, içmedim. Hatırıma geldi ki, gâibden bir şey gelmedikçe kendim bir şey
yemiyeceğim. Dermansız kaldım. Ayağa kalkıp yürüyecek tâkatım kalmadı. Gözlerim
kararmaya başladı. Âniden hücrenin dışından bir ses kulağıma geldi. "A'lâ,
dışarı gel" diyordu. O sözden kuvvet alıp, zorla dışarı çıktım. Gördüm ki, nûr
yüzlü bir zât karşımda duruyordu. Elinde de beyaz bir şey vardı. Yanıma geldi.
Elinde bulunan beyaz şeyi parça parça yapıp, hepsini bana yedirdi. Ekmek gibi
bir şeydi. Fakat rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât bir şey söylemeden
gitti. Biraz ileride kayboldu. Müşkillerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece
aynı zâtı rüyâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplarını aldım.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: “Mektubuma
Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim.
İki mektubunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi
aldım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ
bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, insanlar içinde
Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz
sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i
sünnet yolunun büyükleri de sizden hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle
nice kimselerin güzel ahlâka kavuşmasına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan
unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-Üns
ve fıkıh kitapları meclisinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın
sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız
olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim.
Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı
arayanları da kendi yoluna, dînine kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân
ettiği iyilikleri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim.”
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin âilesi tarafından tam bir islâm terbiyesi ile yetiştirildi.
Kalbine İslâm âlimlerinin sevgisi yerleştirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki
muhabbet ateşi alevlenip fazlalaşıyordu. Bu muhabbet dayanılamayacak hâle
gelince, kendisine irşâd edici, yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere,
bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı.
Mültan şehri civârına geldiğinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i
Genc-i Şeker ile karşılaştı. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı.
Bundan sonra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri
tarafına gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ahmed
Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Hazret-i Hâce onu
görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun,
silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü
teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu
talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî
hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler
ile çok gayret ederek, evliyâlık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan
yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî
ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun
için; “Bizim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.” buyurup, ona Şems-ül-evliyâ
lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd
etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vilâyet nûru ile
o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evliyâlık mertebelerine
kavuşturdu.
Zâhirî ve bâtınî ilimleri
kendisinde toplayan İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Şeyh
İbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed
Sayyâd el-Yemenî şöyle anlatıyor: "Fakîh İbrâhim bin Ali hazretlerine talebe
oluşumun ilk zamanları idi. Bana, nefse güç gelen işleri yapmamı emrediyor, bu
şekilde vazifeler veriyordu. Ben ise buradaki inceliği anlıyamıyordum. Bir gece
yalnız kaldığımda, bu hâlden şikâyetçi oldum. Yanına vardığımda, ben hiçbir şey
söylemeden; "Allahü teâlâya benden şikâyetçi oldun ve şöyle şöyle söyledin değil
mi?" diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamın bu kerâmetini
görünce, bana verdiği vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduğunu
anladım. Kendisinden hiç şikâyetçi olmamaya karar verdim. Yine ona talebe
olduğumun ilk zamanlarında çok konuşurdum. Konuştuğum zaman da, düzgün
konuşamazdım. Yerli yersiz, lüzumlu lüzumsuz konuşurdum. Hattâ hocamın huzûrunda
bile böyle konuşurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsız olurdum. Fakat bir
türlü terkedemiyordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiği hâlde yine terk
edemedim. Nihâyet birgün yine böyle konuşurken, hocam; "Yâ Rabbî! Bunun dilini
bağla!" buyurdu. Bundan sonra hocamın yanında tekrar konuşmak istediysem de
konuşamadım. Konuşmak isteyip de konuşamadığım zaman çok sıkılır, ölecekmiş gibi
olurdum. Hocamın yanında hiç konuşamayınca, sıkıntılı bir hâlde şehrin dışına
çıktım. "Yâ Rabbî! Şehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamın duâsı ile
dilim bağlandı. Bu hâle dayanamıyorum." dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini
ihsân etti. Hocamın yanına geldiğimde, ben hiçbir şey söylemeden; "Allahü
teâlâya ben den şikâyetçi olmamaya karar vermiştin. Şimdi bu hâle tekrar döndün
öyle mi?" buyurdu."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk
zamanlarında, kendisini mânevî olarak terbiye edip yetiştirecek bir rehber
bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Şeyh Tâc, bu vesîle ile çok
yer dolaştı. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarında bile, kalbi çok saf,
temiz; aşk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduğundan, seyahatleri sırasında
kabirlerini ziyâret ettiği velîlerin rûhâniyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete
gelmiş başka velîlerin rûhâniyetleri ile görüşürdü. Hindistan'da Ecmîr şehrine
gittiğinde, orada bulunan evliyânın büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüştü ve o büyük
velî, Şeyh Tâc'a nefy ve isbât yâni; "Lâ ilâhe illallah" zikrini Çeştiyye yoluna
mahsus şekilde öğretti ve çeşitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti
esnâsında Hâce Muînüddîn-i Çeştî, Şeyh Tâc'a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî'nin
medfûn olduğu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasını emretmişti.
O da bir müddet sonra Bâkûr'a gidip, orada zikrle meşgûl olmaya başladı. Zaman
zaman da, orada medfûn olan Şeyh Hamîdüddîn'in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki
bir hâlini kendisi şöyle anlatır: "Bâkûr'da bulunduğum zamanlar, çok nûrlara,
hâllere kavuştum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnız kalıp, ibâdet ve zikr ile
meşgûl olmaya girerdim. Üç evin arasında tenhâ bir oda vardı. Hiçbir şeyin beni
ve zihnimi meşgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlıkta o yere
girer, kapıyı kapatırdım. O karanlık vakitte odanın içinde güneş misâli bir nûr
zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarları aydınlatacak kadar parlardı. O nûrun
aydınlığı, güneşli bir öğle vaktindeki aydınlık kadar olurdu. Ben bu ışıkta
Kur'ân-ı kerîm okurdum. Bu nûr devamlı bana arkadaş idi."
Sık sık seyahate devâm eden
Şeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karşılaştı. Nihâyet Delhi'nin
yakın köylerinde bulunan Şeyhullah Bahş (Şeyh İlâh-bahş) hazretlerinin dergâhına
geldi. Şeyh İlâh-bahş ona; "Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliğe kabûl etmeden evvel
ona odun ve su taşıtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir
müddet mutfağa su taşımakla meşgûl ol." dedi. O ise asîl bir âileye mensub olup,
böyle şeylere alışık olmadığı hâlde nefsi terbiye için hocasının bu emrini seve
seve kabûl etti ve su taşımaya başladı. Bu günlerde onda hârikulâde hâller
görüldü. Gücünün üstünde yük taşırdı. O beldenin insanları, onda gördükleri
yüksek hâlleri anlatırken; "Su testisini doldurur, başının üzerinde götürürdü.
Biz dikkat ettiğimizde testinin, başından iki karış yukarıda, onunla birlikte
boşlukta hareket ettiğini görürdük." demişlerdir.
Şeyh Tâc ise bu hizmeti
büyük bir edeb ve şevkle yapıp; "Böyle bir vazifem var iken başka işleri
neylerim" derdi. Hocasına hizmet etmesi bereketiyle kavuştuğu derecelerin pekçok
olduğunu bildirirdi. "Ulaştığım derecelere hizmetle ulaştım." derdi. O büyük
zâtın hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalıp icâzet aldı.
Bu sırada Hâce Muhammed
Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor'da bir sene kaldıktan sonra
gelip Delhi'ye yerleşti. O zaman Şeyh İlâh-bahş da vefât etmişti. Şeyh Tâc ise
ondan icâzetliydi. Bununla berâber Muhammed Bâkî-billah'ın sohbet ve terbiyesine
kavuşmak şevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtın şerefli huzûruna koştu.
Asâlet ve icâzetine rağmen büyük bir tevâzu ve edeb örneği göstererek, hazret-i
Hâce'nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetlerine kavuştu. Yâni
Hâce hazretleri ona ayrıca teveccüh ve iltifâtlarda bulunur, husûsî odalarında
onunla başbaşa kalıp sohbet ederdi. Muhammed Bâkî-billah'ın husûsî
sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturanı ve enîsi, sohbet arkadaşı idi. Ondan
feyz alanlar arasında Şeyh Tâc önde gelenlerdendir. Kendisi şöyle anlatır:
"Hazret-i Hâce'miz bana
icâzet verecekleri zaman, mübârek kalblerinden geçmiş ki: "Eğer o da hâl
esnâsında, Nakşibendî büyüklerinin kendisine icâzet verdiğini görse ne iyi
olur." O sırada hâl esnâsında kendimi Buhârâ'nın iftihar kaynağı olan, Azîzân ve
Pîr-i Nessâc isimleriyle meşhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda
gördüm. Üzerinde ismi yazılı olan mübârek takkelerini başıma koydular. Çok
teveccühte bulundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce'mize arzettiğimde tebessüm
edip, daha evvel hatırına geleni anlattı ve icâzet verdi.
Rivâyet edilir ki: Hâce
Muhammed Bâkî, Şeyh Tâc'a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânın ihsânı ve o
büyüklerin bereketi ile, Şeyh Tâc'ın nazarında öyle bir bereket ve tesir hâsıl
oldu ki; her kime bu yüksek yolun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe
ve hâller hâsıl olurdu.
Hâce Muhammed Bâkî-billah
vefât edince, Şeyh Tâc şaşkına döndü. Kalbindeki rahatsızlıktan dolayı diyâr
diyâr dolaşmaya başladı. Hindistan ve Keşmîr'in çok beldelerini gezip, daha
sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardı. Harem-i şerîfin büyük âlimlerinden
ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi.
Nakşibendiyye yolunun büyüklerine karşı tam bir ihlâs ve îtikâdı olan bu zât,
aşk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reşahât Ayn-ül-Hayât kitabını Fârisîden
Arabîye tercüme etmişti. Bu tercümeyi, Arabistan halkının, bu büyükleri
tanımaları ve onların yolunda yürümeleri için yapmıştı.
İşte Nakşibendiyyenin
büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakşibendî oraya gelince, yine bu yolun
büyüklerinden bâzıları, mânevî işâretler ile İbn-i Allân'ı onun huzûruna
gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradığını bulmanın neşe ve sürûru içinde Şeyh
Tâc'ın huzûruna gelen İbn-i Allân, o büyük zâtı görüp sohbetinde bulununca,
muhabbet ve bağlılığı çok arttı. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle
hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan başkalarının da, Şeyh Tâc'a
karşı muhabbet ve ihlâslarının artmasına vesîle oldu.
Şeyh Tâc, birçok defâlar
Hicaz'dan Hindistan'a geldi ve tekrar o şerefli diyâra gitti. Son defâsında
Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok insanlar onun vesîlesiyle evliyâlık
yoluna katıldılar. Hattâ o diyârın pâdişâhı da, onun hâlis talebelerinden oldu.
Onlarla toplanıp sohbetlerde bulunurken hac mevsimi yaklaştı. Fakirlik ve
kanâate râzı iki talebesi ile birlikte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin
kabr-i şerîfine gitmek üzere yola çıktılar.
Sâlihlerden bir zât şöyle
anlatır: "O sene hac esnâsında Şeyh Tâc'ı gördüm. Bana buyurdu ki: "Senelerdir
sahrâlarda, şehirlerde dolaştım. Şimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya
geldim. Tâ ki, aynı yerde toprak olayım. O eşikte toprak olan başa ne mutlu."
Talebelerinden biri şöyle
anlatır: "Bir gün hocamızla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O başını
eğmiş, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra başını kaldırdığında kendisinden bir nûr
çıktı ve o nûr yakında bulunan bir nar ağacının üzerine gitti. Ertesi gün
baktığımızda o ağacın, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarının inci hâline
döndüklerini gördük."
Büyük velîlerden Muhammed
Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz'de ilim tahsîl etti. Daha sonra
memleketi olan Şirvan'a dönüp ticâretle meşgûl oldu. Velîlik yoluna girişi şöyle
anlatılır:
Şirvânî hazretleri önceleri
ipek alıp satardı. Geylân ve Laheycan beldelerine mal gönderirdi. O beldede bir
ortağı vardı. O, malları orada satar ve memleketin parasına çevirirdi. Bir gün
ortağı vefât etti. Geride kimsesi olmadığı için bütün malına oranın idârecisi el
koydu. Şirvânî hazretleri bunu işitince, oraya gitmek üzere yola çıktı.
Vardığında hâkime durumu anlattı. Mallarını geri istedi. Lâkin ne yaptıysa
malını kurtaramadı. Bunun üzerine Allahü teâlânın sevgili kulu Şeyh Zâhid
hazretlerinin dergâhına gelip hâlini ona anlattı ve duâ istedi. Zâhid
hazretleri; "Oğlum! Sen bu işe memur değilsin ve bunun için yaratılmadın. İsmin
güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler senden meydana
gelir." buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazretleri ona nazar etti ve
Şirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman sohbetlerinde bulunup yetişti.
Şirvânî, hocası Zâhid
hazretlerinin pirinç tarlalarında ve bağlarında çalıştı. Geceleyin oralara gidip
sulama işlerine bakardı. Çalışırken yerine bakacak bir dervişin geldiğini görse
hemen namaza dururdu. O namaza başladığında suyun akışı ve seviyesi yükselir,
bağ ve çeltik tarlası baştan başa sulanırdı. Namazını bitirdiğinde suyun
seviyesi düşer ve akışı azalır, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviş arkadaşı
suyun fazlalaşması işini hocasına anlattığında hocası; "Vakti geldi." buyurdu ve
Şirvânî'yi çağırıp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bilgilerini
öğretmekle vazîfelendirdi. |
|