CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (Ş)

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî hazretlerinin, Ömer Rûşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olması şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî hazretleriyle karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî hazretleri; “Bu altın yaldızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy. Köle ve hizmetçilerini bırak.” buyurdu. Şâh Kubâd; "Başüstüne Efendim!" diyerek, bütün kıymetli eşyâlarını sattı. Elde ettiği binlerce altını alıp Rûşenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine zor gelen şeyleri yaparak hocasına candan hizmet etti. Rûşenî hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd yetiştikten sonra Rûşenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldığı altınları da kendisine verip, Şirvan’a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalıştı.

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarına kavuşmak için çok çalıştım. Çok gayret ettim. Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve evliyânın kutbu Şeyh Nizâmeddîn Nârnûlî kendi kıyâfetinde zâhir oldu. Beni benden aldı. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediğini işâret etti. Tâkatım kalmadı. Yalın ayak, başı açık dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha şehre girmemiştim ki, hazret-i Hâce kendi na'lın ve sarığını bir hizmetçinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer bir hizmetçi geldi. Bana bir kâğıt verip dedi ki: "Hazret-i şeyh, Allahü teâlânın ism-i şerîfini kendi eliyle yazıp, size gönderdi. "Bu ismin zikrine devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi." Yedi gün mescidde kaldım ve o ismin zikrine devâm ettim. Kalbimde bir derece safâ hâsıl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. "Elhamdülillah herkesten a'lâ oldun" buyurdu ve Îzâhında âciz kalacağım mânevî ihsânlarda bulundu. O günden îtibâren "A'lâ" diye tanındım. Hazret-i şeyhin işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile yazdım. Ondan sonra bir yıl beş ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldım. Riyâzet ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet birgün beni husûsî odasına çağırdı ve; "Bâbâ! On dört hânedandan bana ulaşan nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memleketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, İslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük dedeniz Kutb-ı Rabbânî Şeyh Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlı rüyâmda bana buyuruyor ki: "Torunumuzu çabuk gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boş kalmıştır."

"Yerin boşluğu"nun mânâsı nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsî hırka, hilâfet ve ayrıca baston ve tesbih verdi. Agra'ya geldiğimde, işittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül atkıyâ Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi. Pâni-püt'e geldim. Babamdan kalan pîrânın (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekîli oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devâm ettim.

Eski günlerimde Şeyh Muhammed Mevdûd'un türbesine benzer bir hücrede beş gün kaldım. Hiçbir şey yemedim, içmedim. Hatırıma geldi ki, gâibden bir şey gelmedikçe kendim bir şey yemiyeceğim. Dermansız kaldım. Ayağa kalkıp yürüyecek tâkatım kalmadı. Gözlerim kararmaya başladı. Âniden hücrenin dışından bir ses kulağıma geldi. "A'lâ, dışarı gel" diyordu. O sözden kuvvet alıp, zorla dışarı çıktım. Gördüm ki, nûr yüzlü bir zât karşımda duruyordu. Elinde de beyaz bir şey vardı. Yanıma geldi. Elinde bulunan beyaz şeyi parça parça yapıp, hepsini bana yedirdi. Ekmek gibi bir şeydi. Fakat rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât bir şey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müşkillerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece aynı zâtı rüyâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplarını aldım.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: “Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektubunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi aldım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, insanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuşmasına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları meclisinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı arayanları da kendi yoluna, dînine kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilikleri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin âilesi tarafından tam bir islâm terbiyesi ile yetiştirildi. Kalbine İslâm âlimlerinin sevgisi yerleştirildi. Kendisi büyüdükçe, kalbindeki muhabbet ateşi alevlenip fazlalaşıyordu. Bu muhabbet dayanılamayacak hâle gelince, kendisine irşâd edici, yol gösterici bir mürşid-i kâmil aramak üzere, bulunduğu Verşâne şehrinden çıkıp, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmaya başladı. Mültan şehri civârına geldiğinde, Kutb-ül-kâmilîn hazret-i Hâce Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ile karşılaştı. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunup, icâzet aldı. Bundan sonra, Genc-i Şeker hazretlerinin izni, işâreti ve emri ile, Kalyar şehri tarafına gitti. Orada, Tâc-ül-Evliyâ Gavs-ı Samedânî Hâce Alâüddîn Ali Ahmed Sâbir hazretlerini bulup, onun bereketli sohbetlerine kavuştu. Hazret-i Hâce onu görünce çok sevinip; “Şemseddîn! Sen benim mânevî oğlumsun. Bizim bu yolumuzun, silsilemizin senden devâm etmesini ve uzun zaman ayakta kalmasını Allahü teâlâdan diledim. Demek ki, Allahü teâlâ bu arzumu kabul etti.” buyurup, onu talebeliğe kabûl etti. O yüksek huzûrda, kıymetli sohbetlerde ve husûsî hizmetlerde bulunarak, orada onbir sene kaldı. Çetin riyâzetler ve mücâhedeler ile çok gayret ederek, evliyâlık yolunda üstün derecelere, anlaşılamayan yüksekliklere kavuştu. Ondan icâzet ve hilâfet alıp mezun oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde, diğer talebe arkadaşlarından ileride idi. Nitekim yüksek hocası onun için; “Bizim Şems’imiz evliyâ içinde güneş gibidir.” buyurup, ona Şems-ül-evliyâ lakabını vermiştir. Alâüddîn Sâbir, çok sevdiği bu talebesini, insanları irşâd etmesi vazifesiyle Pâni-püt şehrine gönderdi. Hocasından aldığı vilâyet nûru ile o tarafları aydınlatan Şems-ül-evliyâ, binlerce kişiyi evliyâlık mertebelerine kavuşturdu.

Zâhirî ve bâtınî ilimleri kendisinde toplayan İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Şeyh İbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed Sayyâd el-Yemenî şöyle anlatıyor: "Fakîh İbrâhim bin Ali hazretlerine talebe oluşumun ilk zamanları idi. Bana, nefse güç gelen işleri yapmamı emrediyor, bu şekilde vazifeler veriyordu. Ben ise buradaki inceliği anlıyamıyordum. Bir gece yalnız kaldığımda, bu hâlden şikâyetçi oldum. Yanına vardığımda, ben hiçbir şey söylemeden; "Allahü teâlâya benden şikâyetçi oldun ve şöyle şöyle söyledin değil mi?" diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamın bu kerâmetini görünce, bana verdiği vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduğunu anladım. Kendisinden hiç şikâyetçi olmamaya karar verdim. Yine ona talebe olduğumun ilk zamanlarında çok konuşurdum. Konuştuğum zaman da, düzgün konuşamazdım. Yerli yersiz, lüzumlu lüzumsuz konuşurdum. Hattâ hocamın huzûrunda bile böyle konuşurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsız olurdum. Fakat bir türlü terkedemiyordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiği hâlde yine terk edemedim. Nihâyet birgün yine böyle konuşurken, hocam; "Yâ Rabbî! Bunun dilini bağla!" buyurdu. Bundan sonra hocamın yanında tekrar konuşmak istediysem de konuşamadım. Konuşmak isteyip de konuşamadığım zaman çok sıkılır, ölecekmiş gibi olurdum. Hocamın yanında hiç konuşamayınca, sıkıntılı bir hâlde şehrin dışına çıktım. "Yâ Rabbî! Şehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamın duâsı ile dilim bağlandı. Bu hâle dayanamıyorum." dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini ihsân etti. Hocamın yanına geldiğimde, ben hiçbir şey söylemeden; "Allahü teâlâya ben den şikâyetçi olmamaya karar vermiştin. Şimdi bu hâle tekrar döndün öyle mi?" buyurdu."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk zamanlarında, kendisini mânevî olarak terbiye edip yetiştirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Şeyh Tâc, bu vesîle ile çok yer dolaştı. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarında bile, kalbi çok saf, temiz; aşk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduğundan, seyahatleri sırasında kabirlerini ziyâret ettiği velîlerin rûhâniyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete gelmiş başka velîlerin rûhâniyetleri ile görüşürdü. Hindistan'da Ecmîr şehrine gittiğinde, orada bulunan evliyânın büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüştü ve o büyük velî, Şeyh Tâc'a nefy ve isbât yâni; "Lâ ilâhe illallah" zikrini Çeştiyye yoluna mahsus şekilde öğretti ve çeşitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti esnâsında Hâce Muînüddîn-i Çeştî, Şeyh Tâc'a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî'nin medfûn olduğu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasını emretmişti. O da bir müddet sonra Bâkûr'a gidip, orada zikrle meşgûl olmaya başladı. Zaman zaman da, orada medfûn olan Şeyh Hamîdüddîn'in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki bir hâlini kendisi şöyle anlatır: "Bâkûr'da bulunduğum zamanlar, çok nûrlara, hâllere kavuştum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnız kalıp, ibâdet ve zikr ile meşgûl olmaya girerdim. Üç evin arasında tenhâ bir oda vardı. Hiçbir şeyin beni ve zihnimi meşgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlıkta o yere girer, kapıyı kapatırdım. O karanlık vakitte odanın içinde güneş misâli bir nûr zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarları aydınlatacak kadar parlardı. O nûrun aydınlığı, güneşli bir öğle vaktindeki aydınlık kadar olurdu. Ben bu ışıkta Kur'ân-ı kerîm okurdum. Bu nûr devamlı bana arkadaş idi."

Sık sık seyahate devâm eden Şeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karşılaştı. Nihâyet Delhi'nin yakın köylerinde bulunan Şeyhullah Bahş (Şeyh İlâh-bahş) hazretlerinin dergâhına geldi. Şeyh İlâh-bahş ona; "Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliğe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taşıtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir müddet mutfağa su taşımakla meşgûl ol." dedi. O ise asîl bir âileye mensub olup, böyle şeylere alışık olmadığı hâlde nefsi terbiye için hocasının bu emrini seve seve kabûl etti ve su taşımaya başladı. Bu günlerde onda hârikulâde hâller görüldü. Gücünün üstünde yük taşırdı. O beldenin insanları, onda gördükleri yüksek hâlleri anlatırken; "Su testisini doldurur, başının üzerinde götürürdü. Biz dikkat ettiğimizde testinin, başından iki karış yukarıda, onunla birlikte boşlukta hareket ettiğini görürdük." demişlerdir.

Şeyh Tâc ise bu hizmeti büyük bir edeb ve şevkle yapıp; "Böyle bir vazifem var iken başka işleri neylerim" derdi. Hocasına hizmet etmesi bereketiyle kavuştuğu derecelerin pekçok olduğunu bildirirdi. "Ulaştığım derecelere hizmetle ulaştım." derdi. O büyük zâtın hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalıp icâzet aldı.

Bu sırada Hâce Muhammed Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor'da bir sene kaldıktan sonra gelip Delhi'ye yerleşti. O zaman Şeyh İlâh-bahş da vefât etmişti. Şeyh Tâc ise ondan icâzetliydi. Bununla berâber Muhammed Bâkî-billah'ın sohbet ve terbiyesine kavuşmak şevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtın şerefli huzûruna koştu. Asâlet ve icâzetine rağmen büyük bir tevâzu ve edeb örneği göstererek, hazret-i Hâce'nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetlerine kavuştu. Yâni Hâce hazretleri ona ayrıca teveccüh ve iltifâtlarda bulunur, husûsî odalarında onunla başbaşa kalıp sohbet ederdi. Muhammed Bâkî-billah'ın husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturanı ve enîsi, sohbet arkadaşı idi. Ondan feyz alanlar arasında Şeyh Tâc önde gelenlerdendir. Kendisi şöyle anlatır:

"Hazret-i Hâce'miz bana icâzet verecekleri zaman, mübârek kalblerinden geçmiş ki: "Eğer o da hâl esnâsında, Nakşibendî büyüklerinin kendisine icâzet verdiğini görse ne iyi olur." O sırada hâl esnâsında kendimi Buhârâ'nın iftihar kaynağı olan, Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimleriyle meşhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda gördüm. Üzerinde ismi yazılı olan mübârek takkelerini başıma koydular. Çok teveccühte bulundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce'mize arzettiğimde tebessüm edip, daha evvel hatırına geleni anlattı ve icâzet verdi.

Rivâyet edilir ki: Hâce Muhammed Bâkî, Şeyh Tâc'a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânın ihsânı ve o büyüklerin bereketi ile, Şeyh Tâc'ın nazarında öyle bir bereket ve tesir hâsıl oldu ki; her kime bu yüksek yolun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hâller hâsıl olurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah vefât edince, Şeyh Tâc şaşkına döndü. Kalbindeki rahatsızlıktan dolayı diyâr diyâr dolaşmaya başladı. Hindistan ve Keşmîr'in çok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardı. Harem-i şerîfin büyük âlimlerinden ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerine karşı tam bir ihlâs ve îtikâdı olan bu zât, aşk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reşahât Ayn-ül-Hayât kitabını Fârisîden Arabîye tercüme etmişti. Bu tercümeyi, Arabistan halkının, bu büyükleri tanımaları ve onların yolunda yürümeleri için yapmıştı.

İşte Nakşibendiyyenin büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakşibendî oraya gelince, yine bu yolun büyüklerinden bâzıları, mânevî işâretler ile İbn-i Allân'ı onun huzûruna gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradığını bulmanın neşe ve sürûru içinde Şeyh Tâc'ın huzûruna gelen İbn-i Allân, o büyük zâtı görüp sohbetinde bulununca, muhabbet ve bağlılığı çok arttı. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan başkalarının da, Şeyh Tâc'a karşı muhabbet ve ihlâslarının artmasına vesîle oldu.

Şeyh Tâc, birçok defâlar Hicaz'dan Hindistan'a geldi ve tekrar o şerefli diyâra gitti. Son defâsında Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok insanlar onun vesîlesiyle evliyâlık yoluna katıldılar. Hattâ o diyârın pâdişâhı da, onun hâlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanıp sohbetlerde bulunurken hac mevsimi yaklaştı. Fakirlik ve kanâate râzı iki talebesi ile birlikte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfine gitmek üzere yola çıktılar.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatır: "O sene hac esnâsında Şeyh Tâc'ı gördüm. Bana buyurdu ki: "Senelerdir sahrâlarda, şehirlerde dolaştım. Şimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya geldim. Tâ ki, aynı yerde toprak olayım. O eşikte toprak olan başa ne mutlu."

Talebelerinden biri şöyle anlatır: "Bir gün hocamızla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O başını eğmiş, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra başını kaldırdığında kendisinden bir nûr çıktı ve o nûr yakında bulunan bir nar ağacının üzerine gitti. Ertesi gün baktığımızda o ağacın, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarının inci hâline döndüklerini gördük."

Büyük velîlerden Muhammed Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz'de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Şirvan'a dönüp ticâretle meşgûl oldu. Velîlik yoluna girişi şöyle anlatılır:

Şirvânî hazretleri önceleri ipek alıp satardı. Geylân ve Laheycan beldelerine mal gönderirdi. O beldede bir ortağı vardı. O, malları orada satar ve memleketin parasına çevirirdi. Bir gün ortağı vefât etti. Geride kimsesi olmadığı için bütün malına oranın idârecisi el koydu. Şirvânî hazretleri bunu işitince, oraya gitmek üzere yola çıktı. Vardığında hâkime durumu anlattı. Mallarını geri istedi. Lâkin ne yaptıysa malını kurtaramadı. Bunun üzerine Allahü teâlânın sevgili kulu Şeyh Zâhid hazretlerinin dergâhına gelip hâlini ona anlattı ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; "Oğlum! Sen bu işe memur değilsin ve bunun için yaratılmadın. İsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler senden meydana gelir." buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazretleri ona nazar etti ve Şirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman sohbetlerinde bulunup yetişti.

Şirvânî, hocası Zâhid hazretlerinin pirinç tarlalarında ve bağlarında çalıştı. Geceleyin oralara gidip sulama işlerine bakardı. Çalışırken yerine bakacak bir dervişin geldiğini görse hemen namaza dururdu. O namaza başladığında suyun akışı ve seviyesi yükselir, bağ ve çeltik tarlası baştan başa sulanırdı. Namazını bitirdiğinde suyun seviyesi düşer ve akışı azalır, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviş arkadaşı suyun fazlalaşması işini hocasına anlattığında hocası; "Vakti geldi." buyurdu ve Şirvânî'yi çağırıp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bilgilerini öğretmekle vazîfelendirdi.