|
TALEBE (S
- 2)
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Üç yaşında iken
gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr gece ibâdet eder, ağlar ve bana; "Sehl
yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir
hâl aldım ki, dayıma; "Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede
buluyorum." dedim. "Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında
dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor)
de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyorum dedim. Her gece yedi defa
söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu.
Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana; "Sana
öğrettiğimi iyi muhâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve
âhirette mükâfâtını alırsın." buyurdu. Yıllarca devâm ettim, sonra; "Sehl,
Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle
bil, günah işlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur'ân-ı kerîmi
öğrendim. Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On
iki yaşında, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra'ya gitmek istedim.
Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan'a
gittim. Habîb ibni Hamza'ya sordum. O cevaplandırdı. Yanında fazla kalmadım ama,
ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster'e geldim. İbâdet ve nefsimle mücâhedeye
koyuldum."
Sehl bin Abdullah Tüsterî
hazretleri, Basra'da bir gün parmağını sarmıştı. Bu durumu gören birisi: "Niçin
parmağını sardın?" diye sorunca; "Ağrıyor da onun için." cevabını verdi. Soran
kimse bir müddet sonra Mısır'a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini
gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. "Niçin
parmağını sardın?"
"Falan zamandan beri
ağrıyor, o sebepten sardım." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman
anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri
de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı."
Abdullah Tüsterî hazretleri
bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde;
"Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler;
"Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?" diye sorduklarında, "Üstâd
hayatta olduğu müddet zarfında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır." dedi.
Sonra bu günün Zünnûn-i Mısrî'nin vefât ettiği gün olduğunu öğrendiler.
Yine bir gün, talebelerinden
birine bir iş buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için
yapmam dedi." Bunun üzerine sohbetinde bulananlara dönüp; "Bir kimse şu iki
vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan
başkasını görmeyecek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs
gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir.
Her şeyi Hak'dan görmelidir." dedi.
Sehl-i Tüsterî bir
talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Allah! demek için, bütün gücünü
harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti.
Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam
ederek, devâmlı Allahü teâlâyı zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde
ağaçtan düşen bir dal parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan
her damlasının "Allah" ismini yazdığı görüldü.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Selâhaddîn Uşâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) aradığı mânevî
sırların Cemâleddîn Uşâkî hazretlerinde bulunduğunu görerek, ona talebe oldu. Bu
sırada Selâhaddîn Uşâkî'nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu doğup,
paşaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde buyurmasını ricâ
etti. Paşanın izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrıldı. Bundan sonra hocasının
hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uşâkî, onunla birlikte İstanbul'a gitti.
Selâhaddîn Uşâkî, Eyyûb'da ikâmet etti. Hocasının sohbetlerine devâm ederken,
yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak
mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocası, kızını Selâhaddîn Uşâkî'ye verdi.
Selâhaddîn Uşâkî'nin çocuğu
olduktan bir süre sonra, hocası ve kayınpederi onu evden çıkararak; "Al hanımını
evimden ayrıl! Bundan sonra kendi geçimini temin et." dedi. Selâhaddîn Uşâkî;
"Peki hocam, başüstüne!" diyerek hanımı ve çocuğu ile berâber, hocasının evinden
ayrıldı. Eğrikapı'dan, Fâtih Câmii civârında, Âşıkpaşa mevkiinde bulunan, Horhor
çeşmesine doğru yürürken bir evin kenarında durakladı. Kış günüydü ve kar
yağıyordu. Yolun karşı tarafında bulunan Tâhir Ağa onları görünce evine dâvet
etmek için yanlarına birini gönderdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî'yi, evine
götürdü. Ona; "Siz kimlerdensiniz? Kış gününde neden bu hâle düşüp sokak
kenarında kimsesiz garibler gibi duruyorsunuz?" diye sordu. Selâhaddîn Uşâkî;
"Bâtınî hükümdârın celâline tutuldum." dedi. Tâhir Ağa da; "Ben de zâhirî
hükümdârın celâline tutuldum." deyince, Selâhaddîn Uşâkî sebebini sordu. Tâhir
Ağa; "Sarayda kıymetli bir kılıç vardı. Kılıç kayboldu. Pâdişâh, Üçüncü Sultan
Mustafa bana; "Bu kılıcı kırk güne kadar bul! Bulamazsan seni en ağır şekilde
cezalandırırım." dedi. Bu kılıcı bulmağa imkân olmadı. Otuz beş gün geçti.
Ömrümün son günlerini yaşıyorum." dedi. Selâhaddîn Uşâkî bir süre tefekküre
daldı. Sonra başını kaldırıp Tâhir Ağaya; "Kılıç sarayın falanca yerine düşmüş.
Üzerini de kâğıt parçaları örtmüş. Adamlarını gönder oraya bir baksınlar." dedi.
Tâhir Ağa hemen adamlarından birini oraya gönderdi. Giden kişi târif edilen
yerde kılıcı bularak, Tâhir Ağaya getirdi. Pâdişâh, Tâhir Ağanın suçu olmadığını
anlayarak, ona kırk gün izin verdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî'ye; "Efendim,
siz benim dar günümde Hızır gibi yetiştiniz. Siz de hâlinizi bana anlatın." diye
ricâda bulundu. Selâhaddîn Uşâkî de hâlini Tâhir Ağaya anlattı. Tâhir Ağa onları
bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarını
temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî'ye; "Âilenizle filan eve gidelim." dedi.
Birlikte satın aldığı eve varınca, Tâhir Ağa; "Bu ev size bizim hediyemizdir."
diyerek kabûl buyurmasını ricâ etti. Selâhaddîn Uşâkî ve hanımı bu eve
yerleştiler. Daha sonra Selâhaddîn Uşâkî, Tâhir Ağa dergâhına şeyh olarak tâyin
edildi. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî, hanımını ve çocuğunu alarak hocası ve
kayınpederi Cemâleddîn Uşâkî'nin evine gitti. Hocası ona; "O celâlim sebebiyle
bu ikrâma kavuştun." buyurdular.
Konya'nın büyük velîlerinden
Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ
hazretleri'nin hocası olan Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri'nin talebesi
idi. Kuyumculuk yapardı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya'nın kuyumcular
çarşısından geçerken, bir kuyumcu dükkânından gelen çekiç seslerinden çok
etkilendi. Her çekicin vuruluşunda çıkan seslerin, "Allah! Allah!" dediğini
müşâhede etti. Bu sesler, eşi bulunmaz bir haz ve dükkânın sâhibine karşı
kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl etti. Kapının önünden Mevlânâ hazretlerinin
geçmekte olduğunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çırakları, onu hürmetle
selâmladılar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh ettiğinde, dükkândaki bütün
eşyâlar altın oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânındaki bütün
malzemeyi, âletleri, çıraklarına ve fakirlere dağıtıp Mevlânâ'nın peşinden
gitti. Ona talebe olmayı, dünyâ servetlerinden üstün gördü. Huzûra vardığında
Mevlânâ onu talebeliğe kabûl etti. Selâhaddîn'deki istidâd ve kâbiliyeti
görünce, yetişmesi için çalıştı. Selâhaddîn de hocasına kusûr etmiyerek, on sene
hizmet etti. Mevlânâ, hocası Şems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiği hürmet ve
saygı kadar, bu talebesine de şefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu,
kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek şekilde yetiştirdi. Mevlânâ Celâleddîn,
Selâhaddîn'i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiş ve oğlu Sultan
Veled'e, Selâhaddîn'in kerîmesini nikâh etmişti.
Selâhaddîn Zerkûb bir gün
dedi ki: "Gönlümde bulunan nûr çeşmeleri, bende gizli ve örtülü olduğu hâlde,
hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarına, nûrların nehir gibi aktığını
gördüm." Kayınpederinden bu sözleri işiten Sultan Veled, babası Mevlânâ'ya;
"Efendim! Selâhaddîn hazretlerini sevmeniz, ona aşırı muhabbet beslemeniz,
nûrunuzu müşâhede ettiği için midir?" diye sordu. Babası da; "Kıymetli evlâdım!
Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet
etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevklerinden, onu yedirip
içirmesinden, giydirip kuşatmasından dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ,
Allahü teâlânın kalbe yerleştirdiği akrabâlık, annelik muhabbetinden dolayıdır."
diyerek, Selâhaddîn'in derecesini açıkladı.
Büyük velîlerden
Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatır: Şâh-ı Nakşibend (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaştırılanlardan birisi de, kız kardeşimin
oğlu Şemsüddîn idi. Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin evine, hatırı sayılır
misâfirler gelmişti. Şâh-ı Nakşibend bu Şemseddîn'e; "Nehre git de suyu bu
tarafa bağla" buyurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi.
Biraz sonra da gelip, Şâh-ı Nakşibend'e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi.
Su yoluna suyu bağlayamadım." dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini çok
üzdü. Mevlânâ Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın. Senin
için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu." buyurdu.
Ondan sonra Şemsüddîn'e bir
hastalık musallat oldu. Çâresini bulamadılar. Bir ara benim yanıma geldi. Hâlini
anlattı: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr'a git. Hâlini arz et. Senin için,
Şâh-ı Nakşibend hazretlerine gidip, şefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet
edip kabahatini bağışlar" dedim. Yeğenim Şemseddîn, Alâeddîn Attâr'a gitmeyip,
Muhammed Pârisâ'ya gitmeyi tercih ederek, onun yanına gitmiş, o da; "Senin
derdin bizim tarafımızdan şifâya kavuşturulamaz. Senin başvuracağın yer,
Alâüddîn-i Attâr'ın kapısıdır." demiş. Yeğenim Şemsüddîn yine gitmemiş. Gelip
olanları bana anlattı. Ben de kendisine; "Sana Alâüddîn-i Attâr hazretlerine git
demedim mi? Başka yol kalmadı..." dedim. Yine Alâüddîn Attâr'a gitmedi. Tekrar
Muhammed Pârisâ'ya gitti. Bundan sonra, Şemsüddîn öyle hastalandı ki insanları
bile tanıyamaz hâle geldi. Çocuklarının isimlerini bile unuttu. Sâdık
talebelerin, şu üç edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl sayılacak
ne hizmet yapsa, bundan dolayı aslâ gurûra düşmemeli, nefse pay çıkarmamalıdır.
Kendisinden makbûl olmıyan bir iş zuhûr etse, ümitsizliğe düşmemeli, ayrılmayı
aslâ aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri muhâkeme ve münâkaşa etmeden
yerine getirmek için canla başla gayret göstermelidir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, marâz-ı mevtinde (ölüm
hastalığında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti: "Ey kıymetli
talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tabî olmaktan
aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsıtasıdır.
Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: "İlim öğrenmek, her
müslüman erkek ve kadına farzdır." Yâni her müslüman ereğin ve kadının, kenidne
lâzım olan din bilgilerini öğrenemsi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir:
1Îmân ve îtikâd bilgileri. 2Namazla ilgili bilgiler. 3Oruçla ilgili bilgiler.
4Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5Eğer zengin ise hac ile bilgiler.
6Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen,
annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlânın
rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakımdan,
ana-babanın hakını gözetmek mühimdir. 7Sıla-i rahm (akrabâyı ziyâyeret). 8Komşu
hakkını gözetmek. 9Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek. 10-Helâli ve
haramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile
amel etmediğinden helâk olmuştur. Şiir:
"Dünyâ tâlibleri, hep hırs
ile mest oldular,
Para için, dâim kendilerini
bozdular.
Hüdâya yaptıkları ahidleri
bozdular,
Hepsi Mûsâ'ya düşman,
Fir'avn'a dost oldular."
İyi biliniz ki, dünyâyı ve
dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda
yürümenize mâni olan büyük bir engeldir. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu
zikrediniz. Böylece dîninizi dünyâya değişmemiş olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâdan
korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allahü
teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise,
korkmayınız.
Ey dostlarım, dâmiâ Allahü
teâlâyı zikrediniz. Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakınız. "Lâ ilâhe illallah"
Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" derken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka
hiçbir ma'bûd olmadığını biliniz. "İlallah" derken, Allahü teâlânın noksan
sıfatlarından münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler.
Dili, Allahü teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât
vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler.
İhlâs sâhibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtluşu
arayınız.
Kalbin, dilin ve bedenin
temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen
insanın mîdesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz
su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde
edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
"Bir kimse, hiç haram karıştırmadan kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun
kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nahirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini
kalbinden giderir."
Tövbe ediniz. Tövbekâr ve
edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe,
sadece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha
günâhı işlememektir. Allahü teâlâdan dâimâ korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp,
tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnûd olsun. Günahlarınıza pişmân olup, o kadar
ağlayıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken günahlara
pişmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâzımdır. İşte, bütün
işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rızâsını aramak ve kötü
işleri terketmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusûrlarını
görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâimâ Allahü teâlâyı
zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden
(besmelesiz) başlamayınız ki, âhirette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız.
Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
Allahü teâlânın emirlerine
itâat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak
kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve
ameli aslâ terketmeyiniz.
Emr-i mârûf ve nehy-i münker,
iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin
yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid'atlerden sakınınız.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde
ve emrinizde olanları ateşten (Cehhennem'den) koruyunuz ki, onun yakacağı,
insanlar ve taşlardır..." (Tahrim sûresi:6). Âhirette bunlardan olmamak için çok
korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın
çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm'ı gördüm. Üzerinde ince bir
elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. Bunun
üzerine; "Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?" dedim. Cevâbında "Bir gün
burada bir günah işleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadım.
Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye
düşünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de
başkaları için nice emr-i mârûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız!
İşlerinizi, dînimizin
emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dînin emirlerine
uygun ise, onu kabûl edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı,
dînin emirlerine yapışmaktır ve allahü teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır.
Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hudûda, hakka
riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyı bildiren nice âyet-i
kerîmeler nâzil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken,
dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, allahü teâlâya ve insanlara karşı
uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, yaptığınız işleri
kurtuluşunuza vesîle olacak şekilde yapınız. Helâl rızık kazanmak için
çalışınız. Kâfi miktârda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda
dînimizin emrine uygun olarak davranınız. Resûlullah efendimiz; "İşlerin
hayırlısı, vasat olanıdır." buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz.
Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tât yapmak için dinlenmiş
olasınız. Fakat, Allahü teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah efendimiz;
"Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır." buyurdu.
Ey talebelerim! İnsanların
maksada, saâdete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; âhiret yolunu bırakıp,
yalancı dünyâya sarılmalarıdır. Âhiret saâdetini isteyen kimse, doğru îtikâda
sâhib olup, bid'at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten
hesâba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım!
Gidişâtınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde
olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine
açılmıştır. Onların maksadı, Allahü teâlânın rızâsını aramaktır. Onlar, buna
kavuşmuşlardır. Alahü teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât
yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle
olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşursunuz. Ümmet-i
Muhammed'in aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah efendimiz;
"Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri
sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesîlesidir. Resûlullah efendimiz; "Kim
âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez." buyurdu.
Câhiller ile görüşmek,
insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Sima' yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan
kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet,
kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır.
Gerçekten sima' hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan
haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sima' hâlinde olduğunu gösterir.
Ruhsatlardan uzak durup,
azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselern işidir. Eğer
bundan daha çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat
ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir."
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe,
tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah
bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele
geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret
talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir."
Hocası Seyyid Tâhâ
hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti
tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde
noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir." diye
yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle
başlamıştır.
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gençler!
Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz
yaşlılardan ibret alınız da, zayıf ve güçsüz duruma düşmeden evvel, çok ibâdet
yapınız." (O, bu sözü söylerken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)
"İhtiyaç kadar yemek,
ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doğru
ilim sâhibi olmaktan başka, dünyâda her şey boş ve faydasızdır."
Büyük velîlerden
Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine hak yolun
yolcusunda ne gibi özellikler olur diye soruldu. O; "Kişi akıllı ve idrâk sâhibi
olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az görüşmelidir." buyurdu.
Velîlerin büyüklerinden
Sinân Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce Erdebil'de tahsil yaptı.
Sonra Tebriz'e geldi. Orada Dede Ömer Rûşenî hazretlerinin sohbetlerine katıldı.
Bir gece rüyâ gördü. Bu rüyâsını tâbir eder ümidiyle Dede Rûşenî hazretlerinin
huzûruna geldi ve rüyâsını anlattı. Dede Rûşenî hazretleri onu dinledikten
sonra; "Oğlum bizim hocamızda cezbe, kendinden geçme, aşk ve irfân, zühd ve
takvâ ile ilim ve melâmîlik halleri vardı. Sonra bunları talebelerine taksim
ettiler. Aşkı bize, cezbeyi Alâeddîn'e, zühdü Molla Habîb'e, takvâyı Şükrullah'a,
ilmi Şeyh Sinân'a, melâmîliği Gülle'ye verdiler. Senin istediğin irfândır. O
meziyet Pîr Muhammed'de idi. Şimdi ise Çelebi Halîfe'dedir. O da Rum
diyârlarındadır. Senin bu rüyânın tâbiri onlarda müyesser olacaktır." buyurdu.
Sonra bir mektup yazıp onu Anadolu'ya gönderdi. Sinân Erdebilî aylar süren bir
yolculuktan sonra, İstanbul'a geldi. Çelebi Halîfe'nin bulunduğu dergâhı
öğrendi. Bir Cumâ günüydü. Çelebi Halîfe vâz için câmiye geldi. Sinân Erdebilî
de câmide bir köşeye oturup bekledi. Çelebi Halîfe onu bir köşede görünce;
"Sinân, oğlum, Dede Rûşenî'nin mektubunu getir, görelim. Bakalım ne
buyurmuşlar?" dedi. O da hayretle ayağa kalkıp mühürlü mektubu verdi. Çelebi
Halîfe mektubu okudukta, selâmını alıp; "İnşâallah hayırlısı olur." buyurdular
ve Sinân Erdebilî'ye ders olarak halvet, yalnızlık ve uzleti emrettiler.
Türkistan evliyâsı Sûfî
Allahyâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Habîbullah-ı Buhârî’ye
talebe olması şöyle anlatılır: Sûfî Allahyâr hazretlerinin kabadayılığı çok
meşhûr olmuştu. O, sokaklarda dolaşırken sokakta oynayan çocuklar korkarak
dağılıyorlardı. Habîbullâh-ı Buhârî hazretlerinin bir talebesini de
hırpalamıştı. O gece Sûfî Allahyâr hazretleri çok sayıda halıyı üst üste
yığarak, üstünde arkadaşlarıyla birlikte oturmakta idi. Gecenin ilerlemiş bir
saatinde Sûfî Allahyâr hazretleri birden ayağa kalkarak Habîbullah-ı Buhârî
hazretlerinin dergahına doğru koşmaya başlar. Kapıyı çalar. Habîbullâh-ı Buhârî
hazretlerine talebe olmak istediğini söyler ve bütün günâhlarına tövbe eder.
Ancak kendisinin bir şartla talebeliğe kabul edilebileceği belirtilir. Şart
şudur: Sûfî Allahyâr hazretleri hemen o günden itibaren sokakta ciğer satacak,
bunu yaparken kafasına da koyunun sakatatını saracaktır. Sûfî Allahyâr
hazretleri şartı kabul eder ve bütün şartlara riâyet ederek hiç bir şeye
aldırmadan uzun zaman ciğer satar. Nihâyet bir gün dergaha kabul edilir ve büyük
bir ihlasla hizmete başlar. On iki yıl burada kalarak tasavvufta yüksek
derecelere ulaşır.
|
|