CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (S - 2)

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr gece ibâdet eder, ağlar ve bana; "Sehl yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma; "Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum." dedim. "Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyorum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana; "Sana öğrettiğimi iyi muhâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtını alırsın." buyurdu. Yıllarca devâm ettim, sonra; "Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur'ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On iki yaşında, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra'ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan'a gittim. Habîb ibni Hamza'ya sordum. O cevaplandırdı. Yanında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster'e geldim. İbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum."

Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Basra'da bir gün parmağını sarmıştı. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmağını sardın?" diye sorunca; "Ağrıyor da onun için." cevabını verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mısır'a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. "Niçin parmağını sardın?"

"Falan zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı."

Abdullah Tüsterî hazretleri bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde; "Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler; "Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?" diye sorduklarında, "Üstâd hayatta olduğu müddet zarfında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır." dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mısrî'nin vefât ettiği gün olduğunu öğrendiler.

Yine bir gün, talebelerinden birine bir iş buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmam dedi." Bunun üzerine sohbetinde bulananlara dönüp; "Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeyecek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak'dan görmelidir." dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Allah! demek için, bütün gücünü harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam ederek, devâmlı Allahü teâlâyı zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde ağaçtan düşen bir dal parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan her damlasının "Allah" ismini yazdığı görüldü.

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Selâhaddîn Uşâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) aradığı mânevî sırların Cemâleddîn Uşâkî hazretlerinde bulunduğunu görerek, ona talebe oldu. Bu sırada Selâhaddîn Uşâkî'nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu doğup, paşaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde buyurmasını ricâ etti. Paşanın izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrıldı. Bundan sonra hocasının hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uşâkî, onunla birlikte İstanbul'a gitti. Selâhaddîn Uşâkî, Eyyûb'da ikâmet etti. Hocasının sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocası, kızını Selâhaddîn Uşâkî'ye verdi.

Selâhaddîn Uşâkî'nin çocuğu olduktan bir süre sonra, hocası ve kayınpederi onu evden çıkararak; "Al hanımını evimden ayrıl! Bundan sonra kendi geçimini temin et." dedi. Selâhaddîn Uşâkî; "Peki hocam, başüstüne!" diyerek hanımı ve çocuğu ile berâber, hocasının evinden ayrıldı. Eğrikapı'dan, Fâtih Câmii civârında, Âşıkpaşa mevkiinde bulunan, Horhor çeşmesine doğru yürürken bir evin kenarında durakladı. Kış günüydü ve kar yağıyordu. Yolun karşı tarafında bulunan Tâhir Ağa onları görünce evine dâvet etmek için yanlarına birini gönderdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî'yi, evine götürdü. Ona; "Siz kimlerdensiniz? Kış gününde neden bu hâle düşüp sokak kenarında kimsesiz garibler gibi duruyorsunuz?" diye sordu. Selâhaddîn Uşâkî; "Bâtınî hükümdârın celâline tutuldum." dedi. Tâhir Ağa da; "Ben de zâhirî hükümdârın celâline tutuldum." deyince, Selâhaddîn Uşâkî sebebini sordu. Tâhir Ağa; "Sarayda kıymetli bir kılıç vardı. Kılıç kayboldu. Pâdişâh, Üçüncü Sultan Mustafa bana; "Bu kılıcı kırk güne kadar bul! Bulamazsan seni en ağır şekilde cezalandırırım." dedi. Bu kılıcı bulmağa imkân olmadı. Otuz beş gün geçti. Ömrümün son günlerini yaşıyorum." dedi. Selâhaddîn Uşâkî bir süre tefekküre daldı. Sonra başını kaldırıp Tâhir Ağaya; "Kılıç sarayın falanca yerine düşmüş. Üzerini de kâğıt parçaları örtmüş. Adamlarını gönder oraya bir baksınlar." dedi. Tâhir Ağa hemen adamlarından birini oraya gönderdi. Giden kişi târif edilen yerde kılıcı bularak, Tâhir Ağaya getirdi. Pâdişâh, Tâhir Ağanın suçu olmadığını anlayarak, ona kırk gün izin verdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî'ye; "Efendim, siz benim dar günümde Hızır gibi yetiştiniz. Siz de hâlinizi bana anlatın." diye ricâda bulundu. Selâhaddîn Uşâkî de hâlini Tâhir Ağaya anlattı. Tâhir Ağa onları bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarını temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî'ye; "Âilenizle filan eve gidelim." dedi. Birlikte satın aldığı eve varınca, Tâhir Ağa; "Bu ev size bizim hediyemizdir." diyerek kabûl buyurmasını ricâ etti. Selâhaddîn Uşâkî ve hanımı bu eve yerleştiler. Daha sonra Selâhaddîn Uşâkî, Tâhir Ağa dergâhına şeyh olarak tâyin edildi. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî, hanımını ve çocuğunu alarak hocası ve kayınpederi Cemâleddîn Uşâkî'nin evine gitti. Hocası ona; "O celâlim sebebiyle bu ikrâma kavuştun." buyurdular.

Konya'nın büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ hazretleri'nin hocası olan Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri'nin talebesi idi. Kuyumculuk yapardı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya'nın kuyumcular çarşısından geçerken, bir kuyumcu dükkânından gelen çekiç seslerinden çok etkilendi. Her çekicin vuruluşunda çıkan seslerin, "Allah! Allah!" dediğini müşâhede etti. Bu sesler, eşi bulunmaz bir haz ve dükkânın sâhibine karşı kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl etti. Kapının önünden Mevlânâ hazretlerinin geçmekte olduğunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çırakları, onu hürmetle selâmladılar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh ettiğinde, dükkândaki bütün eşyâlar altın oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânındaki bütün malzemeyi, âletleri, çıraklarına ve fakirlere dağıtıp Mevlânâ'nın peşinden gitti. Ona talebe olmayı, dünyâ servetlerinden üstün gördü. Huzûra vardığında Mevlânâ onu talebeliğe kabûl etti. Selâhaddîn'deki istidâd ve kâbiliyeti görünce, yetişmesi için çalıştı. Selâhaddîn de hocasına kusûr etmiyerek, on sene hizmet etti. Mevlânâ, hocası Şems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiği hürmet ve saygı kadar, bu talebesine de şefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu, kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek şekilde yetiştirdi. Mevlânâ Celâleddîn, Selâhaddîn'i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiş ve oğlu Sultan Veled'e, Selâhaddîn'in kerîmesini nikâh etmişti.

Selâhaddîn Zerkûb bir gün dedi ki: "Gönlümde bulunan nûr çeşmeleri, bende gizli ve örtülü olduğu hâlde, hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarına, nûrların nehir gibi aktığını gördüm." Kayınpederinden bu sözleri işiten Sultan Veled, babası Mevlânâ'ya; "Efendim! Selâhaddîn hazretlerini sevmeniz, ona aşırı muhabbet beslemeniz, nûrunuzu müşâhede ettiği için midir?" diye sordu. Babası da; "Kıymetli evlâdım! Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevklerinden, onu yedirip içirmesinden, giydirip kuşatmasından dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ, Allahü teâlânın kalbe yerleştirdiği akrabâlık, annelik muhabbetinden dolayıdır." diyerek, Selâhaddîn'in derecesini açıkladı.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatır: Şâh-ı Nakşibend (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaştırılanlardan birisi de, kız kardeşimin oğlu Şemsüddîn idi. Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misâfirler gelmişti. Şâh-ı Nakşibend bu Şemseddîn'e; "Nehre git de suyu bu tarafa bağla" buyurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi. Biraz sonra da gelip, Şâh-ı Nakşibend'e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yoluna suyu bağlayamadım." dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini çok üzdü. Mevlânâ Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın. Senin için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu." buyurdu.

Ondan sonra Şemsüddîn'e bir hastalık musallat oldu. Çâresini bulamadılar. Bir ara benim yanıma geldi. Hâlini anlattı: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr'a git. Hâlini arz et. Senin için, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine gidip, şefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini bağışlar" dedim. Yeğenim Şemseddîn, Alâeddîn Attâr'a gitmeyip, Muhammed Pârisâ'ya gitmeyi tercih ederek, onun yanına gitmiş, o da; "Senin derdin bizim tarafımızdan şifâya kavuşturulamaz. Senin başvuracağın yer, Alâüddîn-i Attâr'ın kapısıdır." demiş. Yeğenim Şemsüddîn yine gitmemiş. Gelip olanları bana anlattı. Ben de kendisine; "Sana Alâüddîn-i Attâr hazretlerine git demedim mi? Başka yol kalmadı..." dedim. Yine Alâüddîn Attâr'a gitmedi. Tekrar Muhammed Pârisâ'ya gitti. Bundan sonra, Şemsüddîn öyle hastalandı ki insanları bile tanıyamaz hâle geldi. Çocuklarının isimlerini bile unuttu. Sâdık talebelerin, şu üç edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl sayılacak ne hizmet yapsa, bundan dolayı aslâ gurûra düşmemeli, nefse pay çıkarmamalıdır. Kendisinden makbûl olmıyan bir iş zuhûr etse, ümitsizliğe düşmemeli, ayrılmayı aslâ aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri muhâkeme ve münâkaşa etmeden yerine getirmek için canla başla gayret göstermelidir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, marâz-ı mevtinde (ölüm hastalığında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti: "Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tabî olmaktan aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: "İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır." Yâni her müslüman ereğin ve kadının, kenidne lâzım olan din bilgilerini öğrenemsi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: 1Îmân ve îtikâd bilgileri. 2Namazla ilgili bilgiler. 3Oruçla ilgili bilgiler. 4Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5Eğer zengin ise hac ile bilgiler. 6Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakımdan, ana-babanın hakını gözetmek mühimdir. 7Sıla-i rahm (akrabâyı ziyâyeret). 8Komşu hakkını gözetmek. 9Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek. 10-Helâli ve haramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helâk olmuştur. Şiir:

 

"Dünyâ tâlibleri, hep hırs ile mest oldular,

Para için, dâim kendilerini bozdular.

Hüdâya yaptıkları ahidleri bozdular,

Hepsi Mûsâ'ya düşman, Fir'avn'a dost oldular."

 

İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engeldir. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu zikrediniz. Böylece dîninizi dünyâya değişmemiş olursunuz. Dâimâ Allahü teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibâdet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.

Ey dostlarım, dâmiâ Allahü teâlâyı zikrediniz. Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakınız. "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" derken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka hiçbir ma'bûd olmadığını biliniz. "İlallah" derken, Allahü teâlânın noksan sıfatlarından münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler. İhlâs sâhibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtluşu arayınız.

Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanın mîdesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: "Bir kimse, hiç haram karıştırmadan kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nahirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir."

Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günâhı işlememektir. Allahü teâlâdan dâimâ korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnûd olsun. Günahlarınıza pişmân olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken günahlara pişmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâzımdır. İşte, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rızâsını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusûrlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâimâ Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden (besmelesiz) başlamayınız ki, âhirette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.

Allahü teâlânın emirlerine itâat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli aslâ terketmeyiniz.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid'atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehhennem'den) koruyunuz ki, onun yakacağı, insanlar ve taşlardır..." (Tahrim sûresi:6). Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm'ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. Bunun üzerine; "Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?" dedim. Cevâbında "Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i mârûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız!

İşlerinizi, dînimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmaktır ve allahü teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hudûda, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezâyı bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, allahü teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesîle olacak şekilde yapınız. Helâl rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktârda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak davranınız. Resûlullah efendimiz; "İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır." buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tât yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allahü teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah efendimiz; "Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır." buyurdu.

Ey talebelerim! İnsanların maksada, saâdete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; âhiret yolunu bırakıp, yalancı dünyâya sarılmalarıdır. Âhiret saâdetini isteyen kimse, doğru îtikâda sâhib olup, bid'at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesâba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişâtınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allahü teâlânın rızâsını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Alahü teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammed'in aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesîlesidir. Resûlullah efendimiz; "Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez." buyurdu.

Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Sima' yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sima' hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sima' hâlinde olduğunu gösterir.

Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselern işidir. Eğer bundan daha çok nasîhat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasîhat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir."

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir."

Hocası Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir." diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. Biz yaşlılardan ibret alınız da, zayıf ve güçsüz duruma düşmeden evvel, çok ibâdet yapınız." (O, bu sözü söylerken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)

"İhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek kadar bir ev ve doğru ilim sâhibi olmaktan başka, dünyâda her şey boş ve faydasızdır."

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye soruldu. O; "Kişi akıllı ve idrâk sâhibi olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az görüşmelidir." buyurdu.

Velîlerin büyüklerinden Sinân Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce Erdebil'de tahsil yaptı. Sonra Tebriz'e geldi. Orada Dede Ömer Rûşenî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Bir gece rüyâ gördü. Bu rüyâsını tâbir eder ümidiyle Dede Rûşenî hazretlerinin huzûruna geldi ve rüyâsını anlattı. Dede Rûşenî hazretleri onu dinledikten sonra; "Oğlum bizim hocamızda cezbe, kendinden geçme, aşk ve irfân, zühd ve takvâ ile ilim ve melâmîlik halleri vardı. Sonra bunları talebelerine taksim ettiler. Aşkı bize, cezbeyi Alâeddîn'e, zühdü Molla Habîb'e, takvâyı Şükrullah'a, ilmi Şeyh Sinân'a, melâmîliği Gülle'ye verdiler. Senin istediğin irfândır. O meziyet Pîr Muhammed'de idi. Şimdi ise Çelebi Halîfe'dedir. O da Rum diyârlarındadır. Senin bu rüyânın tâbiri onlarda müyesser olacaktır." buyurdu. Sonra bir mektup yazıp onu Anadolu'ya gönderdi. Sinân Erdebilî aylar süren bir yolculuktan sonra, İstanbul'a geldi. Çelebi Halîfe'nin bulunduğu dergâhı öğrendi. Bir Cumâ günüydü. Çelebi Halîfe vâz için câmiye geldi. Sinân Erdebilî de câmide bir köşeye oturup bekledi. Çelebi Halîfe onu bir köşede görünce; "Sinân, oğlum, Dede Rûşenî'nin mektubunu getir, görelim. Bakalım ne buyurmuşlar?" dedi. O da hayretle ayağa kalkıp mühürlü mektubu verdi. Çelebi Halîfe mektubu okudukta, selâmını alıp; "İnşâallah hayırlısı olur." buyurdular ve Sinân Erdebilî'ye ders olarak halvet, yalnızlık ve uzleti emrettiler.

Türkistan evliyâsı Sûfî Allahyâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Habîbullah-ı Buhârî’ye talebe olması şöyle anlatılır: Sûfî Allahyâr hazretlerinin kabadayılığı çok meşhûr olmuştu. O, sokaklarda dolaşırken sokakta oynayan çocuklar korkarak dağılıyorlardı. Habîbullâh-ı Buhârî hazretlerinin bir talebesini de hırpalamıştı. O gece Sûfî Allahyâr hazretleri çok sayıda halıyı üst üste yığarak, üstünde arkadaşlarıyla birlikte oturmakta idi. Gecenin ilerlemiş bir saatinde Sûfî Allahyâr hazretleri birden ayağa kalkarak Habîbullah-ı Buhârî hazretlerinin dergahına doğru koşmaya başlar. Kapıyı çalar. Habîbullâh-ı Buhârî hazretlerine talebe olmak istediğini söyler ve bütün günâhlarına tövbe eder. Ancak kendisinin bir şartla talebeliğe kabul edilebileceği belirtilir. Şart şudur: Sûfî Allahyâr hazretleri hemen o günden itibaren sokakta ciğer satacak, bunu yaparken kafasına da koyunun sakatatını saracaktır. Sûfî Allahyâr hazretleri şartı kabul eder ve bütün şartlara riâyet ederek hiç bir şeye aldırmadan uzun zaman ciğer satar. Nihâyet bir gün dergaha kabul edilir ve büyük bir ihlasla hizmete başlar. On iki yıl burada kalarak tasavvufta yüksek derecelere ulaşır.