|
TALEBE (S
- 1)
Diyarbakır velîlerinden
Sâdık Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Pîr İbrâhim Gülşenî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi olma haberini babasına
götürdüklerinde, şükredip; "Elhamdülillah. Oğlum yaramazlar yoluna gitmemiş,
hayırlılar yoluna giderek iyi etmiş." diyerek çok sevindi. Sonra bâzı
hediyelerle Pîr İbrâhim Gülşenî hazretlerinin ziyâretine koştu. Sevgi ve
hürmetlerini arzederek kendisi de onu sevenler arasına girdi.
Sâdık Ali Efendinin babası
sonradan bütün mal ve mülkünü vakfedip hayırlı işlere sarf etti ve dergâhlar
inşâ etti. Mânevî olgunluğa ve yüksekliklere kavuşmuş olan oğlu Sâdık Ali Efendi
hocası İbrâhim Gülşenî hazretlerinden icâzet, diploma aldı.
Sâdık Ali Efendi babasının
vefâtından sonra hocası İbrâhim Gülşenî hazretlerini görmek arzusuyla Mısır'a
gitmek üzere yola çıktı. Urfa'ya gelince hocasının İstanbul'a gittiğini haber
alınca o da İstanbul'a geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Ali Efendi ve hocası
Gülşenî hazretleri aynı günde aynı yere gelip karşılaştılar. Bu sırada İbrâhim
Gülşenî hazretleri ona; "Âferin Ali. Sen sâdık imişsin." buyurup, onun
bağlılığını takdir etti. O zamandan sonra Ali Efendi, Sâdık Ali Efendi diye
çağrıldı.
Bu yolculuğunu Sâdık Ali
Efendi şöyle anlatır: "Mısır'a gitmeyi arzu etmiştik. Lâkin bir gece hocam
İbrâhim Gülşenî hazretlerini rüyâda gördüm. Bana; "İstanbul'a gel bizi orada
bulursun." diye tenbih ettiler. Bu durumda bizim İstanbul'a gitmemiz îcâb
ediyordu. Böylece yola çıktık. Üsküdar'a geldiğimizde iskele kenarında
kadırgayla oraya gelen hocamla karşılaştık. Elhamdülillah duâsına kavuştuk."
Sâdık Ali hazretleri
hocalarının vefâtından üç sene önce bir rüyâ görmüşlerdi ve tâbiri hakkında; "Allahü
teâlâ bilir ki, hocamızın vefâtı yaklaşmıştır. Varıp onu ziyâret edeyim."
Diyerek Mısır'a gittiler ve hocalarını ziyâret ettiler. Oğulları için, duâ
talebinde bulundular, sonra Diyarbakır'a döndüler.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin talebelerinden birine yazdıkları nasîhatlerinde; "Zikirsiz
hiç bir nefes alıp vermemelidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Bir nefesten bir
nefese zikirsiz geçerse, o insanın vakti, kayıptır. Vesveseden ve mâlâyânîden
zikre kaçınız. Hep zikr ederseniz; vesvese ve mâlâyânî, zikrin nûruyla yanar,
zikrin nûru kalbe işler ve kalbde zikrin hakîkati hâsıl olur. Kalb yakîn nûrları
ile nûrlanır, aydınlanır. Tâliblerin maksudu, sâlihlerin maksadı budur.
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı:
"Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yıllarca şereflendikten sonra birgün,
bende hacca gitme arzusu haddi aştı. Hocama durumu anlattım ve izin istedim.
Bana; "Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ısrârla baktığım hâlde seni
göremiyorum." buyurdu. Bu söz üzerine "Peki" dedim. Fakat üzüldüğümü anlayınca
da; "Üzülme! İnşâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüğün
rüyâları Şeyh Zeynüddîn'e gidip anlat, o sana gereken cevâbı verir." diye de
emrettiler. Ben yine, "Başüstüne efendim." diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim.
Zeynüddîn Hâfî, Horasan'da meşhûr olan bir hoca idi, pekçok talebesi vardı.
Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüğüm rüyâları anlatarak, hacca gitmek
arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; "Sa'düddîn! Buraya kadar yorulup gelmişsin.
Artık burada bizim yanımızda kal ve bizim talebemiz ol." dedi. Ben de, "Efendim!
Benim hocam var ve hayattadır. Bir kimsenin üstâdı var iken başka birine
bağlanması uygun mudur?" dedim. Bu suâlime de; "İstihâre ediniz." cevâbını
verdi. Ben; "Kendime güvenim olmadığı için, yapacağım istihâreye de îtimad
edemem." dedim. Zeynüddîn Efendi ısrâr ile; "Sen istihâre et, biz de eder
neticeye varırız." dedi. O gece istihâre namazı kıldım ve cenâb-ı Hakk'a duâ
ederek uyudum. Rüyâmda, Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânın pekçoğu
Hirat'a ziyârete gelmişler. Zeynüddîn Efendi de oradaydı. O velîlerin, Zeynüddîn
Efendiye karşı hâlleri soğuktu. Kendi aralarında konuşuyorlar, ona hiç iltifât
etmiyorlardı. Gece uyandığımda anladım ki, bir kimsenin üstâdı var iken
başkasına bağlanması uygun değildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim.
Daha ben konuşmaya başlamadan; "Yol birdir. Bütün yollar aynı noktaya çıkar. Sen
yine eski yoluna devâm et. Eğer bir müşkilin olursa, bizden yardım
isteyebilirsin. Sana yardıma hazırız." dedi. Meğer o da gece rüyâsında, gâyet
büyük ve heybetli bir ağacın dalını kesmeye çalışmış, fakat bir türlü
başaramamış. Bu rüyâsına dayanarak, sabahleyin ben daha konuşmaya başlamadan
böyle söylemiş. Böylece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamın kıymetini ve
büyüklüğünü, her sözünün hikmetli olduğunu yakînen anladım. Derhâl hocamın
huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sıkıca sarıldım. Uzun bir zaman geçti.
Hocam bir gün bana; "Sa'düddîn! Senin hacca gitmenin zamânı geldi. Orada bize de
duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de şefâat dileğinde bulunup hürmetimizi
arz et. Yolculuk esnâsında, bir başkasına Allahü teâlânın kahrı senin vâsıtanla
tecellî ederse, sakın bu gücü kullanayım deme!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne
efendim!" diyerek, hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye
dönüş yolculuğumda, hocamın haber verdiği hâl, bende zuhûr etmeye başladı.
Yanıma yaklaşan birini görsem, gözlerimden çıkan bir şua ile o kimse ânında
kendinden geçer, bayılırdı. Eğer yanıma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende
meydana çıkınca, insanlardan kaçmaya başladım. Yanıma gelmeye çalışanlara
uzaktan işâret ederek, yanıma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden
gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dışarıya çıkmadım. Böylece hocamın
kerâmetleriyle, insanlara zararlı olacak bir hâlimden kurtulmuş oldum."
Sa'düddîn-i Kaşgârî
hazretleri buyurdular ki: "Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar
azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamazsanız da,
böylece îtikâd edip inanmalısınız. Size lâzım olan odur ki, tenhâda ve açıkta
edebi gözetiniz. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahî, ayağınızı
uzatmayınız. Her ân Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre
hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtın edebi ile süsleyiniz.
Görünüşteki zâhir edeb; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından
kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her işin
inceliğini titizlikle yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi
hususlardır. Bâtın edebi ise; yabancılarla düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak,
Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır."
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık talebe İslâmiyete dikkatle
uyar, haramlardan son derece sakınır. İbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiği
ve kendini tam verdiği takdirde uzun zaman çalışmakla kavuşulan derecelere kısa
zamanda kavuşur. Bu işâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört
senede tasavvufta yetişip kemâle ermiştir. Bu talebesine daha sonra icâzet
verip, Devrek'e irşâd vazîfesiyle göndermiş ve pekçok talebe yetiştirmiştir. Bu
zât da talebelerinden Ereğlili İsmâil Ağaya icâzet verip Ereğli'ye irşâd için
gönderdi. En meşhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine
halîfe bırakıp bütün talebelerinin ona teslim olmasını vasiyet etmiştir. Ayrıca
kerâmet ehli çok talebesi vardı.
İstanbul'da yetişen
evliyândan Sâlih Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Nûrî Efendi
hazretlerinin tasavvuf ilmindeki üstün derecesinden haberdâr oldu. Sonra
tasavvuf ilmine dâir bâzı zor meseleleri, sormak ve sohbetinden istifâde etmek
maksadıyla, Üsküdar'da bulunan Nûrî Efendiyi ziyârete gitti. Sohbetini dinledi.
Sohbette sormak istediği meselelerin cevâbını soruyu sormadan aldı. Kalp
ilimlerine dâir pekçok şeyler duydu. Hayretler içinde kaldı. Onun büyüklüğünü
anlayıp kalbi, Nûrî Efendiye karşı derin bir sevgi ile doldu. O akşam orada
kalmaya, Nûrî Efendinin mânevî kemâlâtından istifâde etmeye karar verdi. Yatsı
namazı vakti girdiğinde namaza kalkıldı. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan
Sâlih Efendi, kırâat ilmindeki mahâretini göstermek arzusu ile ilerleyince; Nûrî
Efendi, Sâlih Efendiyi mihrâba dâvet etti. Sâlih Efendi de mihrâba geçip imâm
olarak iftitah (namaza başlama) tekbîrini aldı. İçinden Sübhâneke ve E'ûzü
besmeleyi okuduktan sonra; "Elhamdülillahi...." dedi. Fâtiha'nın devâmını
okuyamadı. Birkaç defâ tekrarlayıp yine hatırlayamayınca mihrâbdan çekildi. Nûrî
Efendi geçip namazı kıldırdı. Sâlih Efendi o zaman, Nûrî Efendinin, tasarrufu
kuvvetli, hâl ve kerâmet ehli bir zât olduğunu anladı. Tövbe ve istigfâr edip,
ona talebe oldu. Tam yirmi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Sadâkatinin
mükâfâtı olarak mânevî derecelere kavuştu. Talebeliği esnâsında hocasının
emriyle, Mesnevî Hân ismiyle meşhûr Hoca Hüsâmeddîn Efendiye giderek Mesnevî-yi
Şerîf okudu.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle
anlatır: Kalbime büyükler yoluna girmek arzusu düşünce, civârımızda bulunan
âlimlerin çoğuna gittim. Talebe olmak istedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe
hâsıl olmadı. Nihâyet Akra beldesinde bir câmide İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerini görünce, gördüğüm anda kalbimde o büyük zâta karşı
çekilme, şiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarılıp duâ ve
teveccühlerini taleb ettim. Sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsını tâlim
edip, öğretmelerini ricâ ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet
etmekle, o yüksek kapının hizmetçileri arasında bulunmakla şereflendim. O sene
Ramazân-ı şerîf ayında İmâm-ı Rabbânî hazretleri îtikâfa çekildiler. Bu îtikâfta
leğen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmişti. Bir gece ellerini yıkadıktan
sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamâmen içtim. Bu içtiğim su, beni mest
eden bir şerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açılma meydana geldi."
Mevlânâ Sâlih Gülâbî
hazretleri; İmâm-ı Rabbânî hazretlerine yazdığı bir mektubunda diyor ki: "O
mukaddes makâmın süpürgecilerinin en aşağısı olan Muhammed Sâlih, o kapının
hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmın kölelerinin sadakasına
kavuşarak, muhlislerinize ihsân buyurduğunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle
şereflenmekteyim. Her tecellîde, başka bir fenâ hâsıl olmaktadır. Bir tecellîde,
bundan başka tecellî olmaz sanıyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaşılıyor ki,
isimlerde ve sıfatlarda ayrı ayrı seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadır. Böyle
ayrı ayrı tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktır. O hakîkî kapınıza
sığınarak, bu hiçbir şeye yaramıyan beceriksizi, alçak olan yerinden
kaldırdığınız, böyle şerefli hâllere ulaştırdığınız ve bu alçağın hatırına,
hayâline bile gelmeyen nîmetlere kavuşturduğunuz gibi, lütuf ve ihsân buyurarak,
husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaştırmanızı, noksanlıktan, yolda
kalmaktan kurtarmanızı, kendi muradlarından, isteklerinden vazgeçerek, Allahü
teâlânın rızâsından başka hiçbir şey söylememek, yapmamak ve düşünmemek
saâdetine kavuşturmanızı, yalvarırım. Arayanların özlediği o yüksek teveccühünüz
ve ihsânınız olmadıkça, bunlara kavuşmak imkânsızdır. Ucu bucağı olmayan, o
merhamet deryânızdan bu fakîre birkaç damla serpmekle şereflendireceğinizi ümîd
ediyorum. Bunları yazmak, bunları istemek, bu alçak için çok yersiz olduğunu
düşünüyorum. Bu garîbi, doğru olarak, size lâyık olarak sevebilmekle
şereflendiriniz. İnsanı, bütün saâdetlere, bütün yüksekliklere kavuşduracak,
ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiştirme, yükseltme
gölgenizi bütün insanların başları üstünden ayırmasın! Âmîn." |
|