CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (S - 1)

Diyarbakır velîlerinden Sâdık Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Pîr İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi olma haberini babasına götürdüklerinde, şükredip; "Elhamdülillah. Oğlum yaramazlar yoluna gitmemiş, hayırlılar yoluna giderek iyi etmiş." diyerek çok sevindi. Sonra bâzı hediyelerle Pîr İbrâhim Gülşenî hazretlerinin ziyâretine koştu. Sevgi ve hürmetlerini arzederek kendisi de onu sevenler arasına girdi.

Sâdık Ali Efendinin babası sonradan bütün mal ve mülkünü vakfedip hayırlı işlere sarf etti ve dergâhlar inşâ etti. Mânevî olgunluğa ve yüksekliklere kavuşmuş olan oğlu Sâdık Ali Efendi hocası İbrâhim Gülşenî hazretlerinden icâzet, diploma aldı.

Sâdık Ali Efendi babasının vefâtından sonra hocası İbrâhim Gülşenî hazretlerini görmek arzusuyla Mısır'a gitmek üzere yola çıktı. Urfa'ya gelince hocasının İstanbul'a gittiğini haber alınca o da İstanbul'a geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Ali Efendi ve hocası Gülşenî hazretleri aynı günde aynı yere gelip karşılaştılar. Bu sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri ona; "Âferin Ali. Sen sâdık imişsin." buyurup, onun bağlılığını takdir etti. O zamandan sonra Ali Efendi, Sâdık Ali Efendi diye çağrıldı.

Bu yolculuğunu Sâdık Ali Efendi şöyle anlatır: "Mısır'a gitmeyi arzu etmiştik. Lâkin bir gece hocam İbrâhim Gülşenî hazretlerini rüyâda gördüm. Bana; "İstanbul'a gel bizi orada bulursun." diye tenbih ettiler. Bu durumda bizim İstanbul'a gitmemiz îcâb ediyordu. Böylece yola çıktık. Üsküdar'a geldiğimizde iskele kenarında kadırgayla oraya gelen hocamla karşılaştık. Elhamdülillah duâsına kavuştuk."

Sâdık Ali hazretleri hocalarının vefâtından üç sene önce bir rüyâ görmüşlerdi ve tâbiri hakkında; "Allahü teâlâ bilir ki, hocamızın vefâtı yaklaşmıştır. Varıp onu ziyâret edeyim." Diyerek Mısır'a gittiler ve hocalarını ziyâret ettiler. Oğulları için, duâ talebinde bulundular, sonra Diyarbakır'a döndüler.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birine yazdıkları nasîhatlerinde; "Zikirsiz hiç bir nefes alıp vermemelidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Bir nefesten bir nefese zikirsiz geçerse, o insanın vakti, kayıptır. Vesveseden ve mâlâyânîden zikre kaçınız. Hep zikr ederseniz; vesvese ve mâlâyânî, zikrin nûruyla yanar, zikrin nûru kalbe işler ve kalbde zikrin hakîkati hâsıl olur. Kalb yakîn nûrları ile nûrlanır, aydınlanır. Tâliblerin maksudu, sâlihlerin maksadı budur.

Türkistan'ın büyük velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: "Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yıllarca şereflendikten sonra birgün, bende hacca gitme arzusu haddi aştı. Hocama durumu anlattım ve izin istedim. Bana; "Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ısrârla baktığım hâlde seni göremiyorum." buyurdu. Bu söz üzerine "Peki" dedim. Fakat üzüldüğümü anlayınca da; "Üzülme! İnşâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüğün rüyâları Şeyh Zeynüddîn'e gidip anlat, o sana gereken cevâbı verir." diye de emrettiler. Ben yine, "Başüstüne efendim." diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hâfî, Horasan'da meşhûr olan bir hoca idi, pekçok talebesi vardı. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüğüm rüyâları anlatarak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; "Sa'düddîn! Buraya kadar yorulup gelmişsin. Artık burada bizim yanımızda kal ve bizim talebemiz ol." dedi. Ben de, "Efendim! Benim hocam var ve hayattadır. Bir kimsenin üstâdı var iken başka birine bağlanması uygun mudur?" dedim. Bu suâlime de; "İstihâre ediniz." cevâbını verdi. Ben; "Kendime güvenim olmadığı için, yapacağım istihâreye de îtimad edemem." dedim. Zeynüddîn Efendi ısrâr ile; "Sen istihâre et, biz de eder neticeye varırız." dedi. O gece istihâre namazı kıldım ve cenâb-ı Hakk'a duâ ederek uyudum. Rüyâmda, Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânın pekçoğu Hirat'a ziyârete gelmişler. Zeynüddîn Efendi de oradaydı. O velîlerin, Zeynüddîn Efendiye karşı hâlleri soğuktu. Kendi aralarında konuşuyorlar, ona hiç iltifât etmiyorlardı. Gece uyandığımda anladım ki, bir kimsenin üstâdı var iken başkasına bağlanması uygun değildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim. Daha ben konuşmaya başlamadan; "Yol birdir. Bütün yollar aynı noktaya çıkar. Sen yine eski yoluna devâm et. Eğer bir müşkilin olursa, bizden yardım isteyebilirsin. Sana yardıma hazırız." dedi. Meğer o da gece rüyâsında, gâyet büyük ve heybetli bir ağacın dalını kesmeye çalışmış, fakat bir türlü başaramamış. Bu rüyâsına dayanarak, sabahleyin ben daha konuşmaya başlamadan böyle söylemiş. Böylece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamın kıymetini ve büyüklüğünü, her sözünün hikmetli olduğunu yakînen anladım. Derhâl hocamın huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sıkıca sarıldım. Uzun bir zaman geçti. Hocam bir gün bana; "Sa'düddîn! Senin hacca gitmenin zamânı geldi. Orada bize de duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de şefâat dileğinde bulunup hürmetimizi arz et. Yolculuk esnâsında, bir başkasına Allahü teâlânın kahrı senin vâsıtanla tecellî ederse, sakın bu gücü kullanayım deme!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne efendim!" diyerek, hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye dönüş yolculuğumda, hocamın haber verdiği hâl, bende zuhûr etmeye başladı. Yanıma yaklaşan birini görsem, gözlerimden çıkan bir şua ile o kimse ânında kendinden geçer, bayılırdı. Eğer yanıma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende meydana çıkınca, insanlardan kaçmaya başladım. Yanıma gelmeye çalışanlara uzaktan işâret ederek, yanıma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dışarıya çıkmadım. Böylece hocamın kerâmetleriyle, insanlara zararlı olacak bir hâlimden kurtulmuş oldum."

Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretleri buyurdular ki: "Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamazsanız da, böylece îtikâd edip inanmalısınız. Size lâzım olan odur ki, tenhâda ve açıkta edebi gözetiniz. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahî, ayağınızı uzatmayınız. Her ân Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtın edebi ile süsleyiniz. Görünüşteki zâhir edeb; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her işin inceliğini titizlikle yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardır. Bâtın edebi ise; yabancılarla düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak, Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır."

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık talebe İslâmiyete dikkatle uyar, haramlardan son derece sakınır. İbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiği ve kendini tam verdiği takdirde uzun zaman çalışmakla kavuşulan derecelere kısa zamanda kavuşur. Bu işâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört senede tasavvufta yetişip kemâle ermiştir. Bu talebesine daha sonra icâzet verip, Devrek'e irşâd vazîfesiyle göndermiş ve pekçok talebe yetiştirmiştir. Bu zât da talebelerinden Ereğlili İsmâil Ağaya icâzet verip Ereğli'ye irşâd için gönderdi. En meşhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine halîfe bırakıp bütün talebelerinin ona teslim olmasını vasiyet etmiştir. Ayrıca kerâmet ehli çok talebesi vardı.

İstanbul'da yetişen evliyândan Sâlih Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvuf ilmindeki üstün derecesinden haberdâr oldu. Sonra tasavvuf ilmine dâir bâzı zor meseleleri, sormak ve sohbetinden istifâde etmek maksadıyla, Üsküdar'da bulunan Nûrî Efendiyi ziyârete gitti. Sohbetini dinledi. Sohbette sormak istediği meselelerin cevâbını soruyu sormadan aldı. Kalp ilimlerine dâir pekçok şeyler duydu. Hayretler içinde kaldı. Onun büyüklüğünü anlayıp kalbi, Nûrî Efendiye karşı derin bir sevgi ile doldu. O akşam orada kalmaya, Nûrî Efendinin mânevî kemâlâtından istifâde etmeye karar verdi. Yatsı namazı vakti girdiğinde namaza kalkıldı. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan Sâlih Efendi, kırâat ilmindeki mahâretini göstermek arzusu ile ilerleyince; Nûrî Efendi, Sâlih Efendiyi mihrâba dâvet etti. Sâlih Efendi de mihrâba geçip imâm olarak iftitah (namaza başlama) tekbîrini aldı. İçinden Sübhâneke ve E'ûzü besmeleyi okuduktan sonra; "Elhamdülillahi...." dedi. Fâtiha'nın devâmını okuyamadı. Birkaç defâ tekrarlayıp yine hatırlayamayınca mihrâbdan çekildi. Nûrî Efendi geçip namazı kıldırdı. Sâlih Efendi o zaman, Nûrî Efendinin, tasarrufu kuvvetli, hâl ve kerâmet ehli bir zât olduğunu anladı. Tövbe ve istigfâr edip, ona talebe oldu. Tam yirmi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Sadâkatinin mükâfâtı olarak mânevî derecelere kavuştu. Talebeliği esnâsında hocasının emriyle, Mesnevî Hân ismiyle meşhûr Hoca Hüsâmeddîn Efendiye giderek Mesnevî-yi Şerîf okudu.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Sâlih Gülâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır: Kalbime büyükler yoluna girmek arzusu düşünce, civârımızda bulunan âlimlerin çoğuna gittim. Talebe olmak istedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe hâsıl olmadı. Nihâyet Akra beldesinde bir câmide İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini görünce, gördüğüm anda kalbimde o büyük zâta karşı çekilme, şiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarılıp duâ ve teveccühlerini taleb ettim. Sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsını tâlim edip, öğretmelerini ricâ ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet etmekle, o yüksek kapının hizmetçileri arasında bulunmakla şereflendim. O sene Ramazân-ı şerîf ayında İmâm-ı Rabbânî hazretleri îtikâfa çekildiler. Bu îtikâfta leğen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmişti. Bir gece ellerini yıkadıktan sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamâmen içtim. Bu içtiğim su, beni mest eden bir şerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açılma meydana geldi."

Mevlânâ Sâlih Gülâbî hazretleri;  İmâm-ı Rabbânî hazretlerine yazdığı bir mektubunda diyor ki: "O mukaddes makâmın süpürgecilerinin en aşağısı olan Muhammed Sâlih, o kapının hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmın kölelerinin sadakasına kavuşarak, muhlislerinize ihsân buyurduğunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle şereflenmekteyim. Her tecellîde, başka bir fenâ hâsıl olmaktadır. Bir tecellîde, bundan başka tecellî olmaz sanıyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaşılıyor ki, isimlerde ve sıfatlarda ayrı ayrı seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadır. Böyle ayrı ayrı tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktır. O hakîkî kapınıza sığınarak, bu hiçbir şeye yaramıyan beceriksizi, alçak olan yerinden kaldırdığınız, böyle şerefli hâllere ulaştırdığınız ve bu alçağın hatırına, hayâline bile gelmeyen nîmetlere kavuşturduğunuz gibi, lütuf ve ihsân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaştırmanızı, noksanlıktan, yolda kalmaktan kurtarmanızı, kendi muradlarından, isteklerinden vazgeçerek, Allahü teâlânın rızâsından başka hiçbir şey söylememek, yapmamak ve düşünmemek saâdetine kavuşturmanızı, yalvarırım. Arayanların özlediği o yüksek teveccühünüz ve ihsânınız olmadıkça, bunlara kavuşmak imkânsızdır. Ucu bucağı olmayan, o merhamet deryânızdan bu fakîre birkaç damla serpmekle şereflendireceğinizi ümîd ediyorum. Bunları yazmak, bunları istemek, bu alçak için çok yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu garîbi, doğru olarak, size lâyık olarak sevebilmekle şereflendiriniz. İnsanı, bütün saâdetlere, bütün yüksekliklere kavuşduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiştirme, yükseltme gölgenizi bütün insanların başları üstünden ayırmasın! Âmîn."