|
TALEBE (N
- R)
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev'e karşı olan
muhabbeti çok meşhûrdur. Talebelerini çok sevmesine rağmen, disiplini çok sıkı
idi. Bir defâsında en iyi talebelerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmış
bir battaniye üzerinde oturarak rahat olmaya çalıştığından, dergâhtan çıkarıldı.
Nizâmeddîn Evliyâ, onun bu işi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptığını
düşünmüştü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafından
affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.
Hâce Müeyyededdîn Kereh,
Sultân Alâeddîn Hilcî şehzâde iken, onun çok sevdiği bir kişiydi. Bu zât, sonra
makâmını terk ederek, Nizâmeddîn Evliyâ'ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân
olunca, Nizâmeddîn Evliyâ'ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn'in saltanat
hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; "Hâce'nin başka önemli
bir işi var. Onu bitirmeye çalışıyor." diye cevap verdi. Bu cevaptan hoşlanmıyan
sultânın elçisi; "Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz." dedi.
Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Sâdece benim gibi değil, benden de iyi
olmasını istiyorum." diye cevap verdi. Sultân bu cevâbı işitince, bir şey
söylemedi ve konuyu kapattı.
Hâce Şemseddîn, sarayda
önemli bir mevkıde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn
Evliyâ'nın talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini
üzerine aldı. Hâce Şemseddîn bir gün hocasından, seyyahlar ve misâfirler için
bir ev inşâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; "Ey Mevlânâ Şemseddîn! O
iş, önce bıraktığın iş kadar değersizdir." buyurdu.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın
talebeleri arasında, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdı Muhyiddîn Kâşânî
isminde bir zât vardı. Nizâmeddîn Evliyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdı
Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ'nın talebesi olunca, hocasının huzûrunda, bir yerin
gelirinin kendisine verildiğini gösteren fermânı yırttı ve bir sûfî olarak
fakirlik hayâtına kendini uydurdu.
"Bir talebe için, Allahü
teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır: 1) Nefsini yenmek için insanlardan uzak
kalmalıdır. 2) Her zaman temiz ve abdestli olmalıdır. 3) Her gün oruç tutmaya
çalışmalı, yapamıyorsa az yemelidir. 4) Allahü teâlâdan başka her şeyden
uzaklaşmaya çalışmalıdır. 5) Hocasına sâdık ve itâatkâr olmalıdır. 6) Allahü
teâlâyı ve hakîkati her şeyden üstün tutmalıdır."
"Bir talebe, şu dört şeyden
sakınmalıdır: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüşmekten, 2) Zikirden
başka bir şeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan başka bir şeye sevgi
beslemekten, 4) Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlamaktan."
Buhârâ'da yetişen büyük
velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri; Şâh-ı Nakşibend
Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi
ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr'n, Buhârâ'ya gelmiş olduğu haberini alıp
onun sohbetlerinde bulunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile
karşılaştı. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden
geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti.
Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardığında, Hâce
Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden
geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine
Mevlânâ Saîd'in söylediği sözün aynısıydı.
Zâten büyük bir arzu ve
istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür görmez bu kerâmeti ile de karşılaşınca,
sevgi ve muhabbet ateşi içine düştü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla
duyduğu lezzeti, başka şeylerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o
büyük zâtın sohbetlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden
istifâde etmeye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda
toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânın en büyük
âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.
Birçok fazîlet ve
üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek
bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı
kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini uzatınca, Allahü teâlânın izni ile
kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Sohbetinde bulunanlara, hocasından
aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok faydalı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde
ettiler.
Evliyânın büyüklerinden
Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Medrese tahsîlini tamamladıktan
sonra, çok genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.
Nûreddîn Cerrâhî Mısır'a
gitmeden önce, vedâ etmek için Üsküdar'da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin
konağına gitti. Hava iyi olmadığı için dayısının konağında bir müddet bekledi.
Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı
namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn
Cerrâhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! Safâ geldiniz."
diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî'yi bir muhabbet ve cezbe
hâli kapladı. Sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî,
Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun
ricâsını kabûl buyurup; "Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele."
diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl
etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün
dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine
Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâhî'yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni
(kırk gün Allahü teâlâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli
meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi;
"Oğlum Nûreddîn! İstanbul'a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında,
Kethüdâ Canfedâ'nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil Efendi
isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgûl ol. Umulur
ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu
göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin
yanında kemâle gelecekler." buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile,
Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük'e
gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn
Cerrâhî'ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi.
Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzelliği kısa sürede
İstanbul'a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye gelirdi.
İstanbul'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi, bir gün Sünbül Efendi
dergâhına gelerek, İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden Seyyid Nûreddîn
Efendi hazretlerinin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendinin
talebelerinin hâllerine imrenerek bakıyordu. Kendi kendine; "Keşke Seyyid
Nûreddîn Efendinin talebesi olsaydım." demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn
Efendi yavaşca o talebenin yanına geldi ve; "Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O
kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan
düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi
verdi.
İstanbul velîlerinden Seyyid
Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi,
sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî feyze kavuşamaz. Ancak nefs-i emmâresini
yakıp, temizleyerek feyze kavuşur."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
talebesine nasîhat edip şöyle buyurdular: “Amellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a
ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu
işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve
toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin
mâlâyânîsi, yâni faydasızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden,
arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakk'ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”
Şeyh Rükneddîn
hazretleri, talebelerinden birine yazdığı mektubunda şöyle buyurdular: “Bir gün
Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; “Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim”
buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; “Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden
hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne
buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde
meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur”
buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim
içindir ve banadır, başkasına değil.” Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin
iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:
Mâdem bildin her şeyin
faydası kendindedir,
O hâlde hep iyilik etmek
daha iyidir.
Akıllı olana, dünyâ ve
âhiret işlerinde bu kadar nasîhat yeter.” |
|