CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (N - R)

Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev'e karşı olan muhabbeti çok meşhûrdur. Talebelerini çok sevmesine rağmen, disiplini çok sıkı idi. Bir defâsında en iyi talebelerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmış bir battaniye üzerinde oturarak rahat olmaya çalıştığından, dergâhtan çıkarıldı. Nizâmeddîn Evliyâ, onun bu işi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptığını düşünmüştü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafından affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.

Hâce Müeyyededdîn Kereh, Sultân Alâeddîn Hilcî şehzâde iken, onun çok sevdiği bir kişiydi. Bu zât, sonra makâmını terk ederek, Nizâmeddîn Evliyâ'ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmeddîn Evliyâ'ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn'in saltanat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; "Hâce'nin başka önemli bir işi var. Onu bitirmeye çalışıyor." diye cevap verdi. Bu cevaptan hoşlanmıyan sultânın elçisi; "Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz." dedi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Sâdece benim gibi değil, benden de iyi olmasını istiyorum." diye cevap verdi. Sultân bu cevâbı işitince, bir şey söylemedi ve konuyu kapattı.

Hâce Şemseddîn, sarayda önemli bir mevkıde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn Evliyâ'nın talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini üzerine aldı. Hâce Şemseddîn bir gün hocasından, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inşâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; "Ey Mevlânâ Şemseddîn! O iş, önce bıraktığın iş kadar değersizdir." buyurdu.

Nizâmeddîn Evliyâ'nın talebeleri arasında, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdı Muhyiddîn Kâşânî isminde bir zât vardı. Nizâmeddîn Evliyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdı Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ'nın talebesi olunca, hocasının huzûrunda, bir yerin gelirinin kendisine verildiğini gösteren fermânı yırttı ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtına kendini uydurdu.

 "Bir talebe için, Allahü teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır: 1) Nefsini yenmek için insanlardan uzak kalmalıdır. 2) Her zaman temiz ve abdestli olmalıdır. 3) Her gün oruç tutmaya çalışmalı, yapamıyorsa az yemelidir. 4) Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşmaya çalışmalıdır. 5) Hocasına sâdık ve itâatkâr olmalıdır. 6) Allahü teâlâyı ve hakîkati her şeyden üstün tutmalıdır."

"Bir talebe, şu dört şeyden sakınmalıdır: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüşmekten, 2) Zikirden başka bir şeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan başka bir şeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlamaktan."

Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri; Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr'n, Buhârâ'ya gelmiş olduğu haberini alıp onun sohbetlerinde bulunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karşılaştı. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardığında, Hâce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd'in söylediği sözün aynısıydı.

Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür görmez bu kerâmeti ile de karşılaşınca, sevgi ve muhabbet ateşi içine düştü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla duyduğu lezzeti, başka şeylerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtın sohbetlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden istifâde etmeye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânın en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.

Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini uzatınca, Allahü teâlânın izni ile kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Sohbetinde bulunanlara, hocasından aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok faydalı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî Mısır'a gitmeden önce, vedâ etmek için Üsküdar'da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olmadığı için dayısının konağında bir müddet bekledi. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! Safâ geldiniz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî'yi bir muhabbet ve cezbe hâli kapladı. Sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsını kabûl buyurup; "Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele." diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâhî'yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kırk gün Allahü teâlâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! İstanbul'a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüdâ Canfedâ'nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil Efendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler." buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük'e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî'ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzelliği kısa sürede İstanbul'a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye gelirdi.

İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi, bir gün Sünbül Efendi dergâhına gelerek, İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden Seyyid Nûreddîn Efendi hazretlerinin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imrenerek bakıyordu. Kendi kendine; "Keşke Seyyid Nûreddîn Efendinin talebesi olsaydım." demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaşca o talebenin yanına geldi ve; "Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

İstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî feyze kavuşamaz. Ancak nefs-i emmâresini yakıp, temizleyerek feyze kavuşur."

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine nasîhat edip şöyle buyurdular: “Amellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni faydasızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakk'ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”

Şeyh Rükneddîn hazretleri, talebelerinden birine yazdığı mektubunda şöyle buyurdular: “Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; “Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim” buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; “Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil.” Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:

 

Mâdem bildin her şeyin faydası kendindedir,

O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.

 

Akıllı olana, dünyâ ve âhiret işlerinde bu kadar nasîhat yeter.”