|
TALEBE (M)
Harput'un büyük velîlerinden
Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi Osman
Bedreddîn Efendiye buyurdular ki: "Hâfız, ne söylersen kitabdan söyle. Bunda iki
fâide vardır: 1) Sen aradan çıkarsın, sana gurur gelmez. Zîrâ söylediğin söz,
senin değil, başkasınındır. 2) Birisi itiraz ederse, başkasının sözü olduğu için
yine senin nefsin araya girmez. Bu sûrette insana hiddet ve can sıkıntısı da
gelmez. Söylediğin söz, doğru ise de, yanlış ise de, kitabın sâhibine âiddir."
"Yarın cenâb-ı Hak, bizim
adamlarımıza azab ederse, biz de üzülürüz. İnşâallah ne onlara azab edilir, ne
de biz mahzûn oluruz."
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Buyurdular ki: "İlim öğrenmek isteyen
kimsenin vakarlı ve Allahü teâlâdan korkması lâzımdır. İlim, çok rivâyet etmek
değildir. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiği mümin kullarının kalbine
koyar
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin seksen yedi
mektubu ve melfûzâtı, Kelimât-ı Tayyibât denilen kitapta vardır. Mektuplarından
biri:
"Kardeşim, zamânımız
talebesinin zaîfliğinden, evliyâdan keşf ve kerâmet istediklerinden ve birinci
asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka
şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur.
Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe tâlib olanları kabul etmelidir.
Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakîkî hakîmdir. Âl-i İmrân sûresi 31. âyetinde
meâlen; "Ey Habîbim! Onlara de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz.
Allah da sizi sever." buyrulması, bütün yollardaki sâliklerin, talebelerin
maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını kazanmağı, Peygamber
efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günâh
hastalıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları
gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçları alan, perhize riâyet eden
sıhhat ve şifâ bulur. Kaçınan kendini ziyân ve telef etmiş olur.
Bu reçetenin bir sûreti, bir
de hakîkati vardır. Sûreti ile avâm müslümanları hareket eder. Bu da, îtikâdını
düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara
uymakla olur. Karşılığı da Cennet'in nîmetleri ve Cehennem'den kurtulmaktır.
Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması, parlaması ve
nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan sûret bulunmakla
berâber, riyâzet ve mücâhedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve
keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nitekim Hadîs-i
şerîfde; "İhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsız
sûret, derideki hastalıklara çâre bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan
merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız
değildir. Hakîkatın ise, sûretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakîkat değil,
mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Hakîkat, temizlemek, yâni
hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde
kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifâ bulmak,
bu iki tedâvinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber
efendimizin tedavisinin, Eshâb-ı kirâmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifâ
tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedâvî ve ilâç,
Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resûlullah'a tâbi olmak, tâat ve
ibâdetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası
değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini
yapıyordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve İslâmiyet reçetesinin tatbîki
ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha
sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son
derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koruyan sûreti muhâfaza edip, keşf
ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunları kemâlin, olgunluğun îcâb ve
şartlarından saymadılar.
O hâlde, tam sıhhate
kavuşmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullah'ın sünnetine
uymayı, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve
bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevâcidlere, bâtın
cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde
edilmesine sebeb olan büyüğü, Resûlullah efendimizin vekîli bilmeli, ona canla
başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle,
tatlı olsa da, yetinmemelidir.
Hadîs-i şerîfi ve fıkıh
bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz. Amellerinizi Allahü
teâlânın habîbi olan Peygamber efendimize ittibâ, uymak niyetiyle yapınız."
(21'inci mektup)
Anadolu'da yetişen evliyânın
meşhurlarından Şeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
talebelerine ve sevenlerine muhakkak ilim ve sanat öğrenmelerini emrederdi. İlim
ve sanat öğrenen başkalarının minneti altına girmez minnetsiz yaşar derdi.
İstanbul evliyâsının
büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdular: "Bu âleme niçin
gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can
bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.
Dünyâ dostu, mal dostu,
güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her
derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.
Bir nefesde iki nîmet
vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate
bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir
insan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve
şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün
binde birini edâ edemez."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok
sevdiği talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî'ye yazdığı
mektûbunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği
Seyyid Tâhâ'yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin
(yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin
yayılmasına çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok
memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah
efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her
birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullah'ın; "Bir
kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların
sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun
günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir." hadîs-i şerîfi bu
sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."
Evliyânın büyüklerinden
Mevlânâ Muhammed Rukıyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle
buyurdular: "Size bu yolda lâzım olan, mücâhede ve riyâzeti elden bırakmamak, bu
yolun âdâbına gereği gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doğru söze ve helâl
yemeye devâm etmektir."
Hocam Yûsuf Mahdûm şöyle
buyurmuştur: "Sadık talebe önce halvet ve uzlete çekilmeli, oruç tutmalıdır.
Yeme, uyku ve konuşmanın az olmasına, devamlı abdestli olmaya ve beş vakit
namazı cemâatle kılmaya dikkat etmelidir. Her gün Kur'ân-ı kerîmden yüz âyet-i
kerîme okumalıdır. Sonra Allahü teâlâyı çok zikretmelidir. Hergün yüz İhlâs
sûresi, yüz istigfâr ve Resûlullah efendimizin rûh-i şerîflerine yüz salevât-ı
şerîfe okumalıdır. Buna devâm eden kimsenin Ârif-i billah olması mümkündür.
Bundan fazlasını yapmak daha iyidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Susmak, açlık,
az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslıdır."
Mevlânâ Muhammed Rukıyye
hazretleri buyurdular ki: Bir mürşid-i kâmile talebe olmak isteyen kimse, dînin
emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunun edeplerine riâyet etmek sûretiyle,
mürşid-i kâmilin işâret buyurduğu şekilde ibâdet ve tâatle meşgûl olunca, hem
nefsini ıslâha, hem de ilâhî mârifetlere kavuşur: "Nefsini tanıyan, Rabbini
tanır." Hadîs-i şerîfi gereğince, cehâletten uzaklaşır, irfân derecelerine ve
Rabbine yakınlık makâmına kavuşur ve büyük velîlerden olur.
Büyük velîlerden Mimşâd
ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin edebi;
hocasına hürmet, kardeşlerine hizmet, dünyâ bağlarını kesmek ve dînin âdâbına
göre kendini korumaktır."
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait
6'ncı Mektup (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn'e gönderilmiştir.): "Devamlı abdestli
bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gıybetten, söz
taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, müslümana düşman olmaktan, kin tutmaktan,
eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim
yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir
gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği vazifeleri ve o yolun
îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldığı ve yapmakta
olduğu vazifelere daha sıkı sarılmalıdır. Meâlen: "Muhakkak ki sevâplar,
günahları götürür." âyetinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm
olsun!"
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin suâllerine cevap verir, özel meselesi
olanlarla ilgilenirdi. Hastaları ziyâret eder, cenâzesi olanların cenâzesinde
bulunurdu. Ölümü çok hatırlar ve hatırlatırdı. Bir defâ cenâzeden dönen bir
talebesine; "Nereden geliyorsun?" diye sordu. O da kabristandan geldiğini
söyleyince; "Bu sefer kabristandan döndün. Kabristana gidip de geri dönmeyeceğin
gün de gelecektir." buyurdu. Bir meclisden kalkacağı zaman; "Biz iki defa
kalkacağız. Birisi bu gördüğümüz kalkış, diğeri ise kıyâmet günündeki
kalkıştır." buyururdu. Ölümü hatırlatıcı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler
okurdu. "Dil ile ölümü zikretmenin hiç kıymeti yoktur. Asıl kıymetli olan ve
Peygamber efendimizin "Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayınız." hadîs-i
şerîfinden murâd, ölümü dil ile değil, kalp ile hatırlamaktır." buyururdu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muhammed İsmâil (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini
yetiştirmek için gecesini gündüzüne katar, bütün gücüyle çalışırdı. Yetiştirdiği
talebeler içinde en büyüğü, zamânın kutb-ül aktâbı, oğlu Gulâm Muhammed Ma'sûm
hazretleridir. Öyle bir oğul ki; dedelerinin makâmına kavuşmuş, İmâm-ı Rabbânî
ve İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin esrârına vâkıf olmuştur.
Babası Sibgatullah hayatta
iken Muhammed İsmâil'i diğer oğullarından ve halîfelerinden üstün tutardı.
Herkesten çok onu severdi. Bunun için hepsinden çok feyze kavuştu. Çünkü bu
yolda feyz almak, üstâda kendisini sevdirmesine bağlıdır. Her talebe, hocasını
sevdiği kadar feyze kavuşur. Babası icâzet vererek, bir kısım talebelerin
yetiştirilmesi için ona vazife vermişti. Muhammed İsmâil, vazifeli olarak
gittiği yerde babasıyla mektuplaşır, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarını
bildirirdi. Babasından gelen bir mektup şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevdiği, seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gözümün nûru oğlumun mektubu geldi.
Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmış dostlarınızı
unutmamışsınız. Kâbil'e gittiğinizi ve oradaki dostların yakın alâkasını
yazıyorsunuz. Allahü teâlâ oradaki dostlarımıza hayırlar ihsân eylesin. Bâzı
talebelerinizin garip evliyâlık hâllerini ve beyânlarını yazıyorsunuz. Bunları
okumakla sevincimizi arttırdınız. Eğer tam istikâmette olduklarını ve hâllerinin
şüpheden kurtulduklarını anlarsanız, talebe yetiştirmek üzere icâzet veriniz.
Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diğer bizi sevenlerin hepsi, sizin
teveccühleriniz altında bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir şey
beklemesinler. Bizim rızâmız böyledir.
Tasavvufta yüksek velîlerin
seçilmişlerine mahsus olan makamlardan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr
sizden hiçbir şey esirgemiş değilim, esirgemiyeceğim de. İnşâallah bu yüksek
makama yakında kavuşursunuz. Bilmeseniz de zararı yoktur. Çünkü bir şeyin hâsıl
olması başkadır, bilinmesi başkadır. Aralarında büyük fark vardır. Bugünlerde bu
fakîr, çok iyiyim. Mescide yürüyerek gidip gelebiliyorum. Fakat bir bacağımda ve
dizimde biraz hâlsizlik, kuvvetsizlik vardır. Rabbimiz, inşâallah onu da
geçirir. Mektuplarınızı bekliyorum. Vesselâm."
Anadolu velîlerinden
Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocasının oğlu Mahmûd ile
aynı dersleri okuyordu. Molla Abdurrahmân'ın yanında bir tek kitab olduğundan bu
kitabı oğluna verdi ve; "Yarın şu kadarını ezberleyeceksiniz?" dedi. Muhammed
Hazîn o kitabı aradı, fakat bulamadı. Düşünceli bir şekilde evine gitti. O gece
rüyâsında hazret-i Ali'yi gördü. Hazret-i Ali ona; "Mahmûd'un babasının kitabı
var da, senin babanın kitabı olmaz mı?" diyerek ezberlenecek kısmı Muhammed
Hazîn'e tâlim ettirdi ve bir okumada ezberledi. Sabahleyin derste Mahmûd tam
okuyamayınca, Molla Abdurrahmân biraz sertleşti ve Muhammed Hazîn'e oku dedi.
Muhammed Hazîn kusursuz ve noksansız okuyunca, Molla Abdurrahmân bunun mânevî
olduğunu anladı ve sordu. Muhammed Hazîn durumu olduğu gibi anlattı.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
mektubunda şöyle buyurmaktadır: Ey mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın
sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve
edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden
sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu
ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr
âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız
ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta
derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret
etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı
ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın dîni,
arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki,
âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması
lâzımdır.
Mübâh olan lezzetleri
bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece
âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda
otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan
alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek
mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.
Zekâtı ve fıtraları,
İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli,
mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve
borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği
yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat
edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de
bunlara dünyâ denmez.
Muhammed Ma'sûm Fârûkî
hazretleri bir mektubunda da şöyle buyurmaktadır: ...Bu yolun büyüklerinden
birini buluncaya kadar; Kur'ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli
kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak
vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr,
toplamıştım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; "Lâ ilâhe
illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir.
Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu
yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en
kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz. Fârisî beyt tercümesi:
Aradığın hazînenin nişânını
verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz
varamadıksa da!
Allahü teâlâ size ve doğru
yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!" (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye
Birinci cild, on dördüncü mektup.)
Evliyanın büyüklerinden
Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Mevlânâ Sa'düddîn
Kaşgârî; "Falancanın ahvâli hakkında bir şey biliyor musun?" diye sordu. O
şahıs, memleketinden Herat'a ilim tahsîl etmek için gelmişti. Sonra Mevlânâ
Sa'düddîn'e bağlandı. Bu zât, dünyâ ile irtibâtını tamâmen kesmişti. Talebeler
arasına da çok az karışırdı. Devamlı suskun ve mahzûn bir hali vardı. Hocama;
"Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey varsa, o da; dâimâ gizli bir
şeylerle meşgûl olduğudur." dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa'düddîn; "Ona hâlini
sor, durumunu iyice öğren. Sana halini anlatıncaya kadar onu bırakma." buyurdu.
Bu emir üzerine, o şahsın yanına gittim. Ona; "Sen niçin talebelerin arasına
karışmıyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanın kapısını kapatıyorsun?
Niçin yalnız başına oturuyorsun?" dedim. O da; "Ben fakir ve garip birisiyim.
Kendimi arkadaşlar arasına karışmaya lâyık görmüyorum. Hem de onların
vakitlerini zâyi etmeyi ve onları rahatsız etmeyi istemiyorum." dedi. Ben,
hâlini tam anlatmasını, elbette onu arkadaşların arasına karışmaktan men eden
birşeyin olduğunu ve bunu açıklamasını ısrârla istedim. Bu ısrârım karşısında;
"Niçin bu kadar üsteliyorsun?" deyince, ben de, bana bunu sormamı hocamın
emrettiğini, hâline iyice vâkıf oluncaya kadar yanından ayrılmayacağımı
söyledim. Isrârımın kendimden olmayıp hocamdan geldiğine iyice kanâat getirince,
âh çekerek şöyle dedi: "Bende bir zaman garib bir hâl meydana geldi. Sana ondan
biraz anlatayım. Cemâatle yatsı namazını kıldıktan sonra, bir süre murâkabe ile
oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdum. Bu sırada, sonu
görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuşatırdı. O nûrun görünmesiyle kendimden
geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardı. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine
dalardım." Ondan bu hallerini dinleyince, ona gıpta etmemden dolayı içim
yanıyordu. Elimde olmayarak gözlerimden yaşlar geldi. Onun sözleri bana çok
tesir etti. Oradan ayrıldım. Anladım ki; Mevlânâ Sa'düddîn'in onun hâlini
öğrenmemi istemesi, etrâfında böyle kimselerin de bulunduğunu bana bildirmek
içindi."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Ey yavrum! Sen de bizim gibi durup dinlenmek bilmeyen bir yolculuğa
koyulmuşsun. Bu dünyânın fâni ve basit hayâtı seni aldatıp azdırmasın. Mağrûr
olma. Böyle yaparsan, hasret ve pişmanlık günü olan kıyâmet gününde mahzun,
ürkek ve müflis olarak dolaşırsın."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî'ye yazdığı mektubda, şöyle
buyuruyor: "Kıymetli kardeşim Delhili Hâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki
cihân saâdeti nasîb eylesin. Şunu yazmak isterim ki, Hakk'ı arayan hakîkî
talebelerime bildireceğim mânevî bilgileri bildir de, felâkete uğramasınlar.
Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan bir şey istemediği gibi, herhangi bir arzuya
sâhib olmaz. O'nu tanımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, aç
gözlülüğü, tamaı bırakmaktır. Tamaı bırakan, istediği şeylere kavuşur. Allahü
teâlâ böyle kimseler hakkında; "İsteklerine gem vuran, Cennet'e girer." buyurdu.
Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ kefenine sarılır
ve pişmanlıklar mezârına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp, kalbini Allahü
teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezârına gömülür. Allahü
teâlânın istediğini kabûl eden, O'nun korumasına kavuşur.
Şimdi, eğer tasavvufun ne
olduğunu bilmek istersen, her türlü rahatlığı bırak, bu yolun büyüklerinin
sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun sırları sana
açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile
berâber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her iki
dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler
versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânın huzûrunda bulunan kimseyi
biliyor musun?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü
teâlâdan ne gelirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. İşte bu,
bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim."
Muînüddîn-i Çeştî
hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte olduğu zaman buyurdu ki:
"Sâdık talebe, hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasîhat ve
tavsiyelerini can kulağı ile dinler. Onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve
mücâhede yâni, nefsin istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri yapmaz. Büyük
âlimlerin yolunda gidip çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri,
on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarûrî
görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam
şunlardır:
1. Tövbe, tövbekârlar
makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makâmına işârettir.
2. İbâdet makâmı. Bu makam,
İdrîs aleyhisselâmın makâmıdır.
3. Zâhidlik, dünyâya ve
dünyâlığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın makâmıdır.
4. Rızâ makâmı. Kadere rızâ
göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhisselâmın makâmıdır.
5. Kanâatkârlık. Bu makam,
Yâkûb aleyhisselâmın makâmıdır.
6. Cehd, gayret ve nefsin
isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makâmıdır.
7. Sıddîklık makâmı. Bu
makam, Yûsuf aleyhisselâmın makâmıdır.
8. Tefekkür makâmı. Bu
makam, Şuayb aleyhisselâmın makâmıdır.
9. İrşâd makâmı. Bu makam,
Şist aleyhisselâmın makâmıdır.
10. Sâlihler makâmı. Bu
makam, Dâvûd aleyhisselâmın makâmıdır.
11. Muhlisler makâmı. Bu
makam, Nûh aleyhisselâmın makâmıdır.
12. Ârifler makâmı. Bu
makam, Hızır aleyhisselâmın makâmıdır.
13. Şükredenler makâmı. Bu
makam, İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır.
14. Makâm-ı Muhibbandır
(muhabbet makâmıdır). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü olan Sevgili
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'nın makâmıdır.
Âlim ve velî Müstekîmzâde
Süleymân Sâdeddîn Efendi hazretleri, Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatır:
"...Şeyhülislâm Hâmid Efendi
Medresesinin müderrisi, Hâcegân yolunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât
idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i Molla Celâl'i
okuyordum. Böylece derse devâm ediyordum. Birgün ders sırasında, mübârek bir zât
dershâneye geldi. Bu zâtı sâdece şahsen tanıyordum. Bu mübârek zât bize ders
veren hoca ile ahbablığı olduğundan, bâzan medreseye gelirmiş. O içeri girince,
bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta
bıraktı. Gelen zât da sohbete başladı. Sohbet sırasında bana iltifât göstererek,
tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle şeyler anlattı ki,
dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sırasında gözyaşlarımı tutamayıp
ağlamaya başladım. Nihâyet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktı ve hürmetle
uğurlandı. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim
olduğunu öğrenmek istedim. "Bu zât, Şeyh Mehmed Emîn Tokâdî'dir. Çok yüksek bir
zâttır." dediler. Meğer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershânemize
gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiş ve onlara şöyle
demiş: "Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saâdet tuzağına
düşürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet
ettikten sonra, evindeki cemâat dağılmadan tekrar evine dönmüş. Ben böylece onu
tanıyıp iltifâtına mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum.
Nihâyet 1736 senesinde Rebîül-evvel ayında bir Pazar günü seher vaktinde evine
gittim. Kapıyı çalmadan beni karşılayıp, içeri aldı. Çok iltifât gösterip,
talebeliğe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir
sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öğrendim.
Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altı sene müddetle
bana ilim öğretti. Buhârîyi Şerîf'i okuttuğu sırada da bana icâzet verdi..." |
|